HEPİMİZ
toplum içinde yaşayan kişileriz. Yaşantımızı sürdürebilmek ve ihtiyaçlarımızı
karşılayabilmek için birçok insanla çeşitli ilişkiler kurmak zorundayız. Bu
ilişkiyi kurarken ilk başvurduğumuz yol, “konuşmak” oluyor.
Dünyada her şeyin olduğu
gibi konuşmanın da güzeli (başarılı yapılanı) ve kötüsü (beğenilmeyeni) mevcût.
İnsanoğlu eski çağlardan beri sözün güzeline önem vermiş, bu özelliğe ve
yeteneğe sahip kişileri dikkate değer bulmuştur. İyi yapılmış bir konuşmanın
dinleyenler üzerindeki etkisini hepimiz biliyoruz.
Güzel konuşabilmek, bir
insan için gerçekten kayda değer bir meziyettir. Özellikle günümüzde güzel
konuşan insanların birçok alanda başarılı olmaları, içimizdeki bu arzuyu daha
da kamçılamaktadır. Güzel konuşma yeteneği insanlara doğuştan verilmez, çeşitli
çalışma yöntemleriyle sonradan kazanılır.
Güzel konuşmanın
kurallarını öğrenen ve günlük yaşantısında kullanabilenler toplumda duygu,
düşünce ve isteklerini açık, anlaşılır ve beğenilir biçimde ifade edebilirler.
Okulda, iş yerinde ve çevrede sözleri dinlenir, amaçlarına daha kolay
ulaşırlar. Sözlerindeki güzellik ve tatlılık onları bir mıknatıs gibi çekici hâle
getirir.
Konuşmadaki letâfet ve
zarâfet, insanların nazarında son derece etkili olmaktadır, âdeta bir sihir
gibi. İfade tarzındaki berraklık ve tatlılık çoğu zaman kalpleri
fethetmektedir, kilitli kapıları açan bir anahtar gibi. Çözülmesi zor gibi
görülen birçok iş, sözün gücüyle kolayca çözümlenmektedir.
İnsanlarla güzel
konuşmamız konusunda Cenâb-ı Hakk bizi uyarmaktadır:
“Görmedin mi Allah nasıl
bir misâl getirdi? Güzel bir sözü, kökü sâbit, dalları gökte olan güzel bir
ağaca benzetti. O ağaç, Rabbinin izni ile her zaman meyvelerini verir. Allah
insanlara misâller veriyor ki öğüt alsınlar. Çirkin söz ise toprağın üstünden
sökülüp atılmış, kararsız, kötü bir ağaca benzer.” (İbrâhim, 26)
“Kullarıma söyle: Sözün en
güzelini konuşsunlar. Sonra şeytan onları bozar. Çünkü şeytan, insanın apaçık
düşmanıdır.” (İsrâ, 53)
“Varın, ona (Firavun’a)
yumuşak söyleyin. Olur ki, nasihat dinler yahut korkar.” (Tâ-hâ, 44)
“İzzet ve şeref isteyen
kimse bilsin ki, izzet bütünüyle Allah’ındır. Ona ancak güzel sözler yükselir.
Onları da iyi ameller yükseltir.” (Fâtır, 10)
Herkesin bizden kaçtığı
değil, bize doğru koştuğu, arayıp sorduğu bir insan olmak istiyorsak, dilimize
sahip olmalı, onu iyi kullanmalıyız. Düşünmeden söyleyeceğimiz bir söz veya yanlış
bir benzetme, bizi toplumda zor duruma düşürebilir. İstemediğimiz hâlde bir
çuval inciri berbat edebiliriz. Sözlerimiz aleyhimizde delil olabilir,
hakkımızda olumsuz bir kanaat oluşturabilir.
Bir âmir, emrindeki
memuruna; bir usta, yanında çalıştırdığı çırağına yapacağı işleri öğretirken,
dili olabildiğince iyi kullanmalı, açık ve kolay, anlaşılır şekilde ifade
etmelidir.
Konuşmak, kişinin kültür
seviyesini belli eder. Bir filozofun şu sözü ne kadar anlamlıdır: “Bana soru
soran kişinin sorduğu sorudan, onun zekâ seviyesini anlarım.”
İnsanlarla sağlıklı
diyaloglar kurmak ve geliştirmek için dili güzel kullanmak zorundayız. Bunu
başarabilirsek eğer, “yanlış anlaşılma” veya “anlaşılmama” gibi olumsuz
durumlarla karşılaşmayız.
Güzel konuşan bir öğrenci
derslerinde başarılı olur, çünkü onda kendine güven duygusu gelişir,
pısırıklıktan kurtulur. Sözlerindeki güzellik ve tutarlılık onu diğerlerinden
farklı konuma getirir. Bu yeteneğe sahip bir insanın iş bulması diğerlerinden
daha kolaydır. Güzel konuşan bir insan, karşısındaki kişiye güven telkin eder.
İki lâfı bir araya getiremeyen, isteklerini ifade edemeyen bir kişiyi kimse
tercih etmez.
Sözün özü; güzel konuşma
gibi etkili bir silahtan faydalanmasını bilmeliyiz. Daha doğrusu, buna
mecburuz!
Mehmet Akif Ersoy’un
Safahat’ında “Dirvas” adlı bir şiir yer almaktadır. Kelimelerdeki etkileyici
güce güzel bir örnek vermek istedim, aklıma ilk gelen metin bu oldu. “Dirvas”
şiiri, tarafımca hikâyeleştirilmiştir.
Dirvas
(Bu olay, Emevîler
döneminde, Hişam’ın Halîfeliği zamanında geçmiştir. Hişam, 724-743 yılları
arasında başta kalmıştır.)
Şam şehri yakınlarında üç
yıl süren bir kuraklık olmuş. O yıllarda, başta buğday olmak üzere, hiçbir ürün
yetişmemiş. Açlık ve gıdasızlıktan ölenlerin sayısı her geçen gün artınca,
çölde yaşayan aileler canlarını kurtarmanın telâşına düşmüşler.
Çöldeki kabilelerin yöneticileri
bakmışlar ki durum ciddî, bu dertle başa çıkamayacaklar; hemen bir köyde
toplantı düzenlemişler. Uzun konuşmalardan sonra şu kararı almışlar: “Bu derde
bir çözüm yolu bulmazsak hepimiz açlıktan ölürüz. Mademki bu halkın ileri
gelenleriyiz, âcil olarak bir şeyler yapmamız lâzım. Çölün ortasında böyle
oturup durursak sorun kendiliğinden çözülmez. Hepimiz toplanıp Halîfe Hişam’a
gidelim. Halîfemiz bu hâlimizi bilse bize merhamet eder. Bir alay aksakallı
ihtiyar huzuruna çıkar da bu derdi anlatırsa elbette yardımını esirgemez. O da
insan… Başımıza sultan olduysa taş kalpli olmadı ya!”
Yöneticilerin aldığı bu
kararı halk da kabul etmiş; yalnız, bir tavsiyede bulunmuşlar: “Dirvas neredeyse
hemen bulunsun. Daha küçüktür amma onun kadar güzel ve rahat konuşan biri
yoktur aramızda. Halîfe’ye gidecek topluluğun yanında muhakkak o da olmalı!”
Kabilelerin yöneticileri,
Halîfe Hişam ile görüşmek için Şam’a gitmişler. Yanlarında çocuk yaştaki Dirvas
da varmış. Derhâl haber gitmiş Hişam’a: “Beş on kabile reisi geldi, sizinle
görüşmek istiyorlar.” “Saraya gelsinler de görüşelim” demiş Halîfe.
Sarayda Halîfe’nin
huzuruna çıkmışlar. Hâl hatır sorma faslından sonra Dirvas söze girmiş. Önce,
Halîfe’nin uzun ömürlü olması için duâ etmiş, sonra asıl konuyu anlatmaya
başlamış. Hiç sıkılmadan, gayet rahat konuşuyormuş. Halîfe Hişam, Dirvas’ın bu
davranışını tuhaf karşılamış ve onun sözünü kesmiş: “Sen sus çocuk! Büyükler
dururken küçüklerin konuşması doğru mu?”
Dirvas lâfın altında
kalmamış: “Niçin beni azarlıyorsunuz? Yaşı aklın ölçüsü mü sayıyorsunuz? Siz
beni çocuk mu zannediyorsunuz? Önce bir dinlerseniz, çocuk olup olmadığımı
anlarsınız. İnsaf edin de beni dinleyiniz efendim. Memnun kalmazsanız,
istediğiniz an beni susturabilirsiniz.”
Dirvas bakmış ki, Halîfe
kendisini dinliyor, her zamanki rahat konuşmasıyla tane tane anlatmaya
başlamış:
“Üç yıldır devam eden
kuraklık ve benzeri görülmemiş sıcaklar ekinlerimizi kuruttu, servetimizi
tüketti. Binlerce çadır kapandı. Koca çöl, ölüm meydanı hâline geldi. Eskiden
şehirdekilere yardım eden kabileler öyle fakirleştiler ki şimdi köy köy gezip
dileniyorlar. Zamanında cömertlerden daha cömert olan bu insanlar, bugün bir
parça ekmeğe muhtaç durumdalar. Çıplakları giydirenler, giyecek bir gömlek bile
bulamaz oldular.
Birçok insan açlıktan
öldü, çöl baştanbaşa cesetlerle doldu. Her yandan binlerce feryat yükseldi.
Gençler ihtiyar gibi oldu, ihtiyarlar ise yaşayan ölülere döndüler. Analarda
çocuklarını emzirecek süt kalmadı. Sanırım Mevlâ bize dargın. Çöl halkı
susuzluktan yandı, buna rağmen gökten bir damla su inmedi. Duâlarımıza bir çiğ
tanesi bile düşmedi. Yani dualarımız kabul olmuyor ki bize yağmur gelmiyor. Çâresiz
kaldık ve size sığınmaya geldik. Hâlimizi arz etmeye geldik.
Ey adâletli Halîfe! Zenginliğinizin
ölçüsü, sınırı yok. Bunu herkes biliyor. Biz ise sefiller topluluğuyuz. Sizde
çok var, bizde hiç yok. Biraz eşitlik istiyoruz.
Sorarım size ey Halîfe, nasıl
böyle zengin oldunuz? Bu servet halkın mı, Allah’ın mı, senin mi? Eğer bu
servet Allah’ın ise, bizler de onun kuluyuz, payımızı istemeye hakkımız vardır
elbet. İnsaf sahibi olan herkes bu hakkı inkâr etmez. Şu sonsuz mal ve mülk
eğer halkın ise, onu halka dağıtın. Kimsenin hakkını yemeyin! Yok, eğer bütün
bu servet kendi malınız ise, bir kısmını ihtiyaç sahiplerine dağıtmanız
gerekir. Bu saydıklarımdan başka, dördüncü bir ihtimâl varsa, hemen söyleyin
lütfen!”
Halîfe Hişam, küçük
Dirvas’ın bu sözlerinden oldukça etkilenmiş ve odadakilere şunları söylemiş: “Şu
çocuğun sözlerindeki etkileyiciliğe bakın! Bunun sorularına karşılık verecek
güç kuvvet yok bende. Hayret bu genç dehâya, hayret! Biz insaflı insanız, ne
gerekiyorsa yapacağız.”
Halîfe Hişam hemen
adamlarına emir vermiş: “Bu gelenlerin istediği şeyler hemen verilsin!”