İNSANLARI
yücelten iki büyük meziyet vardır: Erkeğin cesur, kadının namuslu olması… Bu
iki meziyetin yanında hem erkeği, hem kadını şereflendiren bir meziyet daha
vardır: Îcâbında, tereddütsüz canını fedâ edebilecek kadar vatanına bağlı
olmak…
İşte
Türkler, bu meziyetlere ve fazîlete sahip kahramanlardır! Bundan dolayıdır ki, “Türkler öldürülebilir, lâkin mağlup
edilemezler!” diyor Napoleon Bonaparte.
“Hanımların askerlik görevi,
bu millete ve vatana hayırlı bireyler yetiştirmektir, yani anneliktir” diyerek girelim yazımıza.
Bir kısım feminist ve dar görüşlü insandan müteşekkil, iki yüz bin civarında
takipçisi olan bir siber âlem noktasından söz edeceğim size. Adı önemli değil.
Söz konusu noktanın sâbit kafalıları, bu ülkedeki 45 milyon vatandaşımızın
iradesi ile Cumhurbaşkanı olmuş bir şahsın ardından atıp tutarak, onu bir kadın
düşmanı olmakla itham ediyorlar. Tabiî ki bu yafta çok saçma ve hatalı bir
tespit barındırıyor içinde.
Bilge
büyüklerimizden işitmediniz mi, bir neslin devamı için iki evlât şarttır, ancak
ilk iki çocuk, anne ve babayı temsil ederken, üçüncüsüyse bayrak ve vatan
içindir. O, gerekirse millî uğurda canını seve seve fedâ edebilecek insandır.
Bundan gayrı dördüncü evlât garantördür. Olmazsa olmaz! Artık beşinci için de
ne derseniz deyin! Meselâ anne babanın yaklaşan âhir ömürlerinde
sevebilecekleri, yaşlılıklarında da sorunlarını çözerek oyalanacakları son
ciğer pâre…
Bir
süre önce, birçoğu polis emeklisi ve aralarında âkil insanların olduğu
büyüklerimle sohbetteydik. Sohbetin bir yerinde, deniz mevzuu açıldı. Malûm
sıcaklar artmaya başlıyor, deniz mevsimi yaklaştı; sohbete dâhil olanlardan
biri, defalarca Akdeniz'e indiğini ve her seferinde aynı güzergâhtan geçtiğini
söyledi. Bu yol Kapadokya'nın yakınından geçtiği hâlde de hiç gitmediğini
ekledi sözlerinin sonuna.
Dedim
ki ona, “Deniz kenarında doğup İç Anadolu'ya göç etmiş bizler o güzelim
denizlerimizin sesi ve hasretiyle yanıp tutuşurken, orada yaşayan halk, her dâim
elinin altında olduğu için ‘Yarın giderim’, ‘İki ay sonra giderim’ diye diye
güzelliğin tadına varamıyor ve erteliyor, ne hazin! Bu, İstanbul'da yaşayan ve
oradaki tarihî ve turistik yerleri ‘Bir ara gezerim’ diye diye ömrü hebâ edene
benzer. O kimsenin yaşayacağı, belki de hiç olacak! Yurdun dört bir tarafında
yaşamaktayken, yanı başındaki hazîneleri gezip göremeden fânî dünyadan göçüp
giden vatandaşlarımız az değil. Sizinki de o hesap! Kapadokya defînesi bir adım
ötenizde, tatil yolculuğunda bir adım ötesinden geçmektesiniz, lâkin uğramayı
düşünmüyorsunuz”. Düşünüyormuş da… Düşün düşün bey baba, daha vaktin var!
Kıssadan
hisse, hiçbir insan evlâdının bir saat sonrası garanti değil. Her günümüzü son
günümüz gibi yaşamamız gerektiği de su götürmez bir gerçek.
Allah
(cc) göstermesin, her an deprem olabilir; kazalar bir soluk ötemizde bizi
beklemekte… Etrafımıza bakalım; bir elinde telefon, diğer elinde direksiyon
tutan birçok trafik canavarı mevcut… Kısacası, Kastamonulu yol erbâbı
kardeşlerin dediği gibi, “Daş düşebülü,
ayu çıkabülü!”…
Kadınımızın ziyneti
Malûm
noktanın aklıevvelleri, Sayın Cumhurbaşkanımızın sık sık gündeme getirdiği “üç
çocuk” (şimdilerde “beş çocuk”) jargonunun kısır ve tedavisi imkânsız olan
hastalıklara dûçâr insanlarımızı rencide edebilecek bir cümle olduğunu
söylüyorlar. Onun bu hususta tek kelime kullandığını dahi düşünmüyorum. Söz
açık ve net: “Anneliği reddeden bir
kadın, iş dünyasında istediği kadar başarılı olsun, eksiktir, yarımdır!” Bu
sözü söyleyen adamı, yukarıda sözünü ettiğim nedenlerden dolayı kesinlikle
haklı buluyorum!
Hemen
ekleyelim: Elbette aynı durum erkekler için de geçerlidir. Bu nedenle cümlede art
niyet aranmaması gerektiğine inandığımı ve böylelerinin kelimeler içinden lâf
ayıklamakta kullandıkları cımbızlarını daha hayırlı işler için kullanmalarını
dilerim.
Hem
kötü mü oluyor dünyanın sürekli gündemde tuttuğu bir “ülkenin başı”nın bu
tartışmaları harlayarak bayan hakları mevzuunu gündeme taşıması ve bu konuda
onların sorunlarını tekrar tekrar dile getirmelerine yol açması? “Bu kabil ifâdelerle Sayın
Cumhurbaşkanımızın ülke ve insan sorunlarının çözümüne katkısı bulunduğunu da
göz ardı etmesek” diyorum, “Konuyu
rencide eder!” bağlamında döndürüp dolaştırarak…
Neden
Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığımızın çalışan ve çocuklu kadınlar
hakkındaki iyileştirme yasalarını olumlu ve kazanılmış haklar olarak
görmezsiniz? Meseleyi küçük puntolu, köşecik yazılar ile önemsizleştirip o
şahsı kadın düşmanı ilân etmek hangi akla sığar? Üzüyorsunuz bizi!
“Tüm Türk hanımları, kıymet
bilen dost bir insanın yanında seher yelidir, berrak bir göldür. Gönül açan bu
yeli yıldırmak, göz kamaştıran bu gölü coşkun bir denize çevirmek, tabiatı da
inciten bir gaflet olur” der dururuz ya hani her başarılı erkeğin yanında onlar vardır diye, bizim
kadınlarımızın en büyük süsü, Müslüman Türk oluşlarıdır. Bakın, onlar hâddizâtında
süslenmek için elmas veya zümrüt takınmıyorlar. Kesinlikle üzerlerinde
taşıdıkları o taşları süslemiş ve kıymetlendirmiş oluyorlar. Çünkü her Türk
kadını, canlı bir inci ve paha biçilmez bir pırlantadır.
Lâkin
kadınımızın asıl süsü, ziyneti, elması, pırlantası çocuğudur, çocuklarıdır.
Allah aşkına, kadınlarımızı süslerinden mahrum etmeyelim ve bırakalım
süslensinler! Bir, iki, üç, hatta dört beş takı… O bile yetmez bazılarına,
yeter ki imkân yaratsın devletimiz, yardım etsin, yanlarında olsun! Nedir ki
onların istediği? Bebekken bez, askerken üniforma, olgunlaşınca da ekmek parasını
kazanacağı güvenli bir iş… Hepsi bu kadar! Bir de gidip Alman annesine sorun “Ne istiyorsun evlâdın için?” diye, o
zaman göreceksiniz doyumsuzluğu.
Ancak
buna rağmen Alman, Amerikan, İngiliz, İsveç, Norveç, Finlandiya ve benzeri
devletleri, hatta Yunanistan “Gak!” deyince et, “Guk!” deyince süt vermeye
çoktan râzı da, ortada evlât yok. Dolayısıyla o milletler için istikbâl de yok!
Hepsi kelaynak misâli… Birçoğu yok olmak ve nesli tükenmiş milletler atlasında
yerlerini almak için gün saymada.
Allah
bizi “kelaynak” etmesin!