Kelâmın mayasında mayalanmak

Kitaplarla olan bağımızı canlı ve kuvvetli tutmalıyız ki çocuklarımız yarım kalmasınlar. Kelâm ile çoğalıp zenginleştiğinde, hem yazılı, hem de sözlü iletişimde dilimizin nasıl eksilip daraldığını izlemekten ziyade, hayatın rutininden sıyrılan, düşleri çözünen, edinilen bilgi ve birikim sayesinde istikbâlini olumlu yönde şekillendiren nesillerin yetişmesi kaçınılmaz olacaktır.

ONLARI ilk gazetelerin büyük yazılı manşetlerinde, dergilerde, mağaza ve dükkânların ışıkları yanıp sönen tabelalarında görmüştüm. Bilmezdim hiçbirinin adını; ilkokul birinci sınıfta tek tek tanış oldum her biriyle. Yirmi dokuz kişilik bir aile gibiydiler.

Çocuk aklım “A” harfini büyükbaba, “E” harfini büyükanne olarak tahayyül ediyor, diğer sesli harfleri de dayı, amca, hala, teyze olarak konumlandırıyordu. Sessiz harfler ise ailenin çocukları gibiydi, çünkü aile büyükleri olmadan çocukların sesleri çıkmıyordu. “Su küçüğün, söz büyüğün” misali… Bazen hepsi bir araya gelir, art arda bir şeyler anlatırlardı. İşte tam da bu buluşmalarda harflerin yakın akrabası noktalama işaretleriyle tanıştım. Çok ilginçlerdi. Sanki her biri düzeni sağlayarak asayişi berkemâl ediyordu.

Nokta, sözcükler alıp başını gittiğinde “Dur” ikazı verir; virgül, “Yoruldun, haydi bir soluklan!” derken, ünlem ise “Şaşırdığında veya korktuğunda duygularını bastırma” derdi. Gıyaben hakkında konuşulanlara ise “tırnak işareti” müdahale ederdi. Sınıf geçtikçe harflerin ve kelimelerin çok zengin bir aile olduğunun kanaatine varmıştım. 

Hem kâğıt üzerinde, hem de dilde biri olmadan diğerinin yarım kaldığını fark ettiğimde ise birbirlerine olan bağlılıkları da dikkatimden kaçmamıştı. Annemin, “Eğer yemeğini yemezsen vitaminsiz kalır, hâlsiz ve güçsüz düşersin” deyişinden olsa gerek, bu durumu (cümledeki anlam ve anlatım bozukluğunu) zafiyete uğramış insan bedenine benzetirdim.

İlkokul üçüncü sınıfın sene sonunda, kura yöntemiyle bir çekiliş yapmıştı öğretmenimiz. Kurada çektiğimiz arkadaşımıza, yaz tatilinde okuması için kitap hediye edecektik. Benim ismim iki sıra önümde oturan Hatice’ye çıkmıştı. Hatice bizim oturduğumuz mahalle bakkalının kızı idi. Bazen annem ekmek almaya gönderirdi beni, Hatice’yi bakkalda gördüğüm vakitler, “Çok şanslı bir çocuk! İstediği kadar şeker ve çikolata yiyebilir” diye düşünürdüm. Okulun son haftası herkes hediyelerini getirmeye başlamıştı fakat Hatice benim kitabımı getirmemişti. Bir gün teneffüste ona, “Eğer bakkalınızda kitap yoksa kitap yerine şeker ya da çikolata da armağan edebilirsin” demiştim. Sakin bir çocuktu Hatice, başını salladı ,hiçbir şey söylemeden uzaklaştı yanımdan.

O zamanlar kitaplarımızı okul kütüphanesinden alır, geri verirdik. Okuduğumuz her kitap emanetti. Tahayyül dünyamıza yansıttıkları ise bizimdi. Bana ilk kitabımı geç de olsa hediye eden, sessiz sakin, çok fazla arkadaşı olmayan, okul merdivenlerinin trabzanlarından kaymayan, sınıf başkanı olduğu zamanlarda “Konuşanlar” listesine hiçbir arkadaşının adını yazmayan o nahif kalpli kız Hatice idi. Karneleri almamıza bir gün kala, elinde bir küçük paket ve kocaman bir çanta ile sınıfa gelmişti Hatice. Önce bana kitabımı, sonra tüm sınıfa şekerleme ve çikolata armağan etmişti. İnsan çocuklukta yaşadığı acı tatlı hatıraların tadını, yaşı kaç olursa olsun ruhunda hissedermiş. Bu yaşadığım olaydan sonra kitaplar zihnimde Hatice’nin getirdiği şekerleme ve çikolataları hatırlatıyor olmalı ki ne zaman güzel bir kitap görsem şekerlemelerle özdeşleştirir, çocuk heyecanıma engel olamam. Şekerin ve çikolatanın damağımda bıraktığı o lezzeti, her okuduğum kitapta dimağımda hissederim. 

Bizler tasavvur dünyaları kelâmla, okumakla şekillenen bir medeniyetin çocuklarıyız. Masallar, efsaneler, destanlar, Karacaoğlan, Nasrettin Hoca, Karagöz ve Hacivat ile büyüyen bir nesiliz. Önce millî kültür ve değerlerin pekişmesine katkıda bulunan, geçmişten günümüze köprü kuran, kendi dünya görüşümüzü yansıtan halk edebiyatı ile hemhâl olduk, sonra çeviri kitaplar ile tanış olduk.

“Denizler Altında Yirmi Bin Fersah”, “80 Günde Devr-i Âlem”, “Balonla Beş Hafta” gibi kitapların bende uyandırdığı “Neden ben dünyayı gezmeyeyim?” düşüncesi, daha o yaşlarda aklıma düşmüştü. Bu hayâlimi giderek, görerek gerçekleştirmedim fakat okuduğum kitaplar sayesinde gerçekleştirme imkânı yakaladım. Seyahat iştiyakı duyan ruhumu alıp, sınırlara takılmadan, vize-pasaport sıkıntısı yaşamadan birçok ülkeyi görmüşlüğüm vardır. Gözlerim bana yolculuğumda eşlik eden kitabın satırları arasında dolaşırken, olay ve mekân her nerede ise zihnim de bir koşu oraya gidip geliyordu…

Evet, buraya kadarki benim hikâyem ve çocukluğu aynı dönemlere denk gelen herkesin hikâyesi idi. Peki, ya bundan sonrası? Zihinleri ithal imgelerle örülmüş ekran çocuklarının dramı?

Modern çağın güçleri teknolojiyi kullanarak yeni neslin kulağına “İlme, bilgiye, sanata, kültüre ulaşacağım diye sakın kendini yorma! Kitap okuma! Kütüphanelerde vakit kaybetme! Bak, burada hazır bilgi var, sorunun yanıtını al, derinliğine inme” diye çığlık çığlığa fısıldıyorken, dilimizin de sınırlarını daraltıp eksiltiyor. Bu sese maruz kalan çocukların hayâl kurma yetilerini ve interaktif iletişim becerilerini ellerinden alıyor. Hâl böyle olunca, internet ve sosyal medyada hayli zaman harcayan yavrularımız için, “Bir duygu veya olayı sözlü ya da yazılı dille rahatça ifade edebiliyor mu? Kelimeler kelimelere bağlanıyor mu? Birbiriyle akraba olan kelâm başka bir kelâmı çağrıştırıyor mu? Sesli harfler ile sessiz harfler yan yana yol alıyor mu?” sorularını da sormadan edemiyorum.

Zaman zaman denk geliriz bazı yazışmalara, “slm, nbr, kib, tm” gibi kısaltmalara. Yukarıda sesli harfleri ailenin büyüklerine benzetmiştim; nasıl günümüzde özgürlükten bahseden zihniyet, büyükleri saymamayı empoze ediyorsa görsel mecralarda, internet üzerinden yapılan yazışmalara sınırlı bir karakter sayısı belirleyerek, bir de ücrete tâbi tutarak yeni bir zemin ortaya koydular. Bu durum insanları, gençleri, çocukları sesli harf hırsızlığına yönlendirmişti. Sonradan bu sınırlamayı kaldırdılar ise de sesli harf yoksulluğu bir virüs gibi yayılarak toplumun büyük bir kısmında kalıcı hasar bıraktı. Harflerimizdeki sesleri çalarak dilimizi yozlaştırmanın yanı sıra, yine her gün yenisi eklenen emoji ve gifler ile duygu durumunu anlatamayan, kelâmı az ve tahayyülü yetersiz neslin temellerini atma noktasında dur durak bilmeden çalışıyorlar.

Çocuk, algıları açık, çok iyi gözlemleyen mükemmel bir varlıktır. Gözlerinden hiçbir şey kaçmaz fakat bu gördüklerini alıp depoya atmakta seçici davranamaz. İşte bu mükemmel yapının zaafından faydalanmak isteyen beyinler, çocuklarımızı görsel, işitsel, popüler imgelerle desteklenen yapay bir dünyanın içine çekiyorlar. Ekrandaki hızlı ve renkli geçişler çocukların algılarını zayıflatmakla kalmıyor, bilhassa Batı menşeli film ve oyunlar bilinçaltına yüklenmek istenen subliminal mesajlarla zihinler, kurgu çöplüğüne dönüştürüyor. Bu kirli zihniyetin kiri çocuklarımızın zihnine (b)ulaşmadan, en kritik dönem olan “erken çocukluk” evresinde dikkatli seçimler yapmalı, ekranla çocukları baş başa bırakmamalıyız. Onları kitaplarla tanıştırıp kelâmın mayasında mayalanmaları için imkân yaratmalıyız. Okumak, bilişim dilinden daha derin ve manidardır, insanın ruhuna en büyük katma değerde bulunan, şuurun üzerindeki perdeyi kaldıran kutlu bir yolculuktur. Okurun tasavvur dünyasını kelâmla şekillendiren kitapların efendisi, söz, beyit, harfler ve sözcüklerdir.

Metnin girişinde harflerin birbirine bağlı akrabalıklarından, biri olmadan diğerinin eksik kalacağından bahsetmiştim. Yapmış olduğum benzetmeden yola çıkacak olursak, bizler de kitaplarla olan bağımızı canlı ve kuvvetli tutmalıyız ki çocuklarımız yarım kalmasınlar. Kelâm ile çoğalıp zenginleştiğinde, hem yazılı, hem de sözlü iletişimde dilimizin nasıl eksilip daraldığını izlemekten ziyade, hayatın rutininden sıyrılan, düşleri çözünen, edinilen bilgi ve birikim sayesinde istikbâlini olumlu yönde şekillendiren nesillerin yetişmesi kaçınılmaz olacaktır.