GERÇEK olmayan her şeye
alerjim var galiba benim. Nasıl ki gluten alerjisi olan bir insan glutene maruz
kaldığında bağırsakları düğümleniyor ve karnı şişiyorsa, gerçek olmayan
herhangi bir davranışla karşılaştığımda benim de boğazım düğümleniyor ve göğsüm
kabarıyor sanki.
Bir
kasırga kopup ense kökümden bedenimi sarsıyor. Kalbim hızla çarparken, dilime
galiz küfürler düşüyor. Tutuyorum onları, yutkunuyorum. Belki bir, belki bin
defa... Sonra birden hepsini haykırıyorum. Bazen tane tane, bazen de
yuvarlayarak... Bazen ne demek istediğimi karşımdakine doğrudan ileterek,
bazense iletemeyerek...
Rahatlıyorum
sanıyorsan yanılıyorsun. Doğaya gönderilen bütün kötü enerjiler, yine ilgili
enerji kaynağına geri döner. Bu yüzden haykırdıklarım, dönüp dolaşıp en çok
benim yüzüme çarpıyor. En çok ben düşünüyorum söylediklerimi, en çok ben dert
ediyorum. Yutağımda, yutkunduğumu sandığım yutamadıklarım karargâh kurmuş,
soluğumu kesmeyi bekliyor. Oysa tek bir öksürükle hepsini oradan defedebilirim;
ancak bir süre daha bunu tercih etmiyorum.
Bu
tedirginlikle bir süre yaşamam gerektiğine karar verdim. İnsan böyledir işte, bazen
önceden yaşattıklarının bedelini kendi kendine ödetmek ister. İddianâmesiz
kovuşturma başlattığın vicdanında kurulan mahkemeden beraat edemezsin. Tanık da
dinletemezsin. Ensendeki kasırgayı alıp sevgiyle sakinleştirirsin. Bir bahar
meltemi olup göğsüne dolar. Sonra derin bir iç çekiş ve gökyüzüne savurduğun
“of” ile iliklerinden temizlenir.
En
derin pişmanlıklar bile derin bir iç çekişle yok olabiliyor. Ne acı! Oysa en
başından beri yaşamakla ilgili bir derdimiz vardı. Gösterecektik onlara nasıl
düzgün yaşanır, nasıl temiz kalınır. Bir doğrunun peşinde nasıl ömür harcanır,
harcayacaktık. Ve onlar görecekti…
Gençlik
hezeyanından mıydı, yoksa hezeyanımızın gençliğinden miydi tüm o heyecanımız? Herkes
herkesi izlemeye başlayıp da herkes herkes kadar herkes olunca, tek tip insanın
bütün kötü hasletleri üzerimize deri gibi yapışınca, verdiğimiz mücadelede bile
anlamını yitirip herkese mâl olunca, sıyırdık derimizi, bir ceket gibi dolaba
astık. Artık dışarıdan bakınca iç organlarımız görünüyor. Oysa önceden kararan
kalpler bile kendini belli etmezdi. Siyah bir ışık olup kalbimi delerdi ama
belli etmezdi. Şimdi bağırsaklarımız bile hazımsızlıktan kendini öğütmeye
başladı. Ne acı!
Yaş
almaktan mı kaynaklanıyor bu kesif acı? Yanaklarım aşağı düşmeye başladı,
alnımda derinleşmemesini umduğum çizgiler... Neyse ki, bunların çözümü artık
çok kolay. Biraz vakit, biraz da nakit ile üç beş yıl sonra üç beş yaş birden
gençleşebiliriz. Hem dolaba asmaya devam edersek, sıyırdığımız derimiz de daha
yavaş eskir.
Eskimek...
Yaşlanmaktan değil ama eskimekten korkuyorum galiba. Yavaş yavaş yaldızımın
dökülmesinden, sıvamın atmasından, yanımın yönümün çizilmesinden, çatlamasından,
kırılmasından korkuyorum. Eskiden eskimekten bu kadar korkmazdım. Uzun bir
hayatın içinde ne kadar koşarsam, içine dalacağım o sonsuz uyku da o kadar
tatlı gelecekti. Bir dâvâya kendimi adayacak, herkese yetmeye çalışacak, yemek
yapacak, kariyer yapacak, belki çocuk yapacak, sonra sanat yapacaktım… Bu
sonsuz yılgınlık kalbimize nereden çöreklendiyse, kalkıp çörek yapmaya bile
vaktimiz yok şimdi!
Kötü
olursa diye mi korkuyoruz?
Ben,
bazen “ziyan olur” diye korkuyorum ama kötü olmasından korkmuyorum. Kötü olduğuna
birinin şâhit olmasından da... Demek ki, hâlâ kendime o kadar küsmemişim. Ne
mutlu!
Demek
ki hâlâ uzun soluklu bir koşu hayâl değil. Demek ki, hâlâ alnımdaki çizgileri
yok etmeye çalışsam da kusurlarımı ortalığa döküp “Hadi bunları beraber yok
edelim” diyebilirim onlara. Korktuğum kadar eskimemişim demek.
Bu
yutkunduklarımı âniden savurunca gökyüzüne ve İlâhî adâlet onu alıp suratıma
savurduğunda ense kökümden kopacak kasırgaya rağmen kalbim yeniden
kanatlanabilir demek. Yine de cüretkâr değilim eskisi kadar; heyecanlı ve
hezeyanlı değilim. Ancak ne kadar aşağılanırsa aşağılansın, hâlâ bir kek
kalıbının içerisine sığdırabiliyorum bütün neşemi. Bu güzel haber! Kalbimin
kırıklarını fındıklara teşmil edip un ufak edebiliyorum. Ceviz kullanmıyorum;
çünkü eşimin alerjisi var. Gerçek olmayan şeylere maruz kaldığımda nasıl
boğazım düğümleniyorsa, o da ceviz yediğinde öyle boğazı düğümleniyor. Garip
değil mi? İkimiz de bir düğüme tutsaklıktan kaçıyoruz bu aralar.
Süt
eklerken yumurtaya, arınmayı diliyorum. Un eklerken, çoğalmayı diliyorum. Buğdayları
düşünüyorum, acaba söyledikleri gibi hepsinin genetiği bozuldu mu? Bozulmuştur
tabiî ama hepsinin mi yani? Bir insan evlâdı da evinde saklamamış mıdır doğal
tohumu be kardeşim? Bir tane delikanlı rençber yok mudur bu memlekette? “Aman!”
diyorum sonra, “Sen mi kurtaracaksın buğdayı, karıştır geç!”…
Çırpıyorum
kekimi ama mikser kullanmıyorum. Çünkü bütün malzemeler mikserle
karıştırıldığında kekler kabarmıyor. Tıpkı bütün duyguları birbirine
karıştırdığımızda meydana gelen iletişim kazaları gibi... Kabarıyor sanıyorsun
ama çöküveriyor fırını kapatınca. İçi boş özgüven gibi...
Biraz
da memleketten gelen portakallardan rendeliyorum. O da çocukluğumun narenciye
kokulu anıları kaybolmasın diye herhâlde... Koku hâfızası çok değişik bir şey;
bir anda burnuma çalınan bir koku, hop diye beş on yıl mâziye götürebiliyor
beni. Sonunda fındıklı ve gerçek bir kek çıkıyor ortaya. Yaşasın, bugün
kimsenin boğazı düğümlenmeyecek!
Bana
benziyor kekim de nihâyet. Dokunduğumuz her insan gibi...