Kek

Süt eklerken yumurtaya, arınmayı diliyorum. Un eklerken, çoğalmayı diliyorum. Buğdayları düşünüyorum, acaba söyledikleri gibi hepsinin genetiği bozuldu mu? Bozulmuştur tabiî ama hepsinin mi yani? Bir insan evlâdı da evinde saklamamış mıdır doğal tohumu be kardeşim? Bir tane delikanlı rençber yok mudur bu memlekette? “Aman!” diyorum sonra, “Sen mi kurtaracaksın buğdayı, karıştır geç!”…

GERÇEK olmayan her şeye alerjim var galiba benim. Nasıl ki gluten alerjisi olan bir insan glutene maruz kaldığında bağırsakları düğümleniyor ve karnı şişiyorsa, gerçek olmayan herhangi bir davranışla karşılaştığımda benim de boğazım düğümleniyor ve göğsüm kabarıyor sanki.

Bir kasırga kopup ense kökümden bedenimi sarsıyor. Kalbim hızla çarparken, dilime galiz küfürler düşüyor. Tutuyorum onları, yutkunuyorum. Belki bir, belki bin defa... Sonra birden hepsini haykırıyorum. Bazen tane tane, bazen de yuvarlayarak... Bazen ne demek istediğimi karşımdakine doğrudan ileterek, bazense iletemeyerek...

Rahatlıyorum sanıyorsan yanılıyorsun. Doğaya gönderilen bütün kötü enerjiler, yine ilgili enerji kaynağına geri döner. Bu yüzden haykırdıklarım, dönüp dolaşıp en çok benim yüzüme çarpıyor. En çok ben düşünüyorum söylediklerimi, en çok ben dert ediyorum. Yutağımda, yutkunduğumu sandığım yutamadıklarım karargâh kurmuş, soluğumu kesmeyi bekliyor. Oysa tek bir öksürükle hepsini oradan defedebilirim; ancak bir süre daha bunu tercih etmiyorum.

Bu tedirginlikle bir süre yaşamam gerektiğine karar verdim. İnsan böyledir işte, bazen önceden yaşattıklarının bedelini kendi kendine ödetmek ister. İddianâmesiz kovuşturma başlattığın vicdanında kurulan mahkemeden beraat edemezsin. Tanık da dinletemezsin. Ensendeki kasırgayı alıp sevgiyle sakinleştirirsin. Bir bahar meltemi olup göğsüne dolar. Sonra derin bir iç çekiş ve gökyüzüne savurduğun “of” ile iliklerinden temizlenir.

En derin pişmanlıklar bile derin bir iç çekişle yok olabiliyor. Ne acı! Oysa en başından beri yaşamakla ilgili bir derdimiz vardı. Gösterecektik onlara nasıl düzgün yaşanır, nasıl temiz kalınır. Bir doğrunun peşinde nasıl ömür harcanır, harcayacaktık. Ve onlar görecekti…

Gençlik hezeyanından mıydı, yoksa hezeyanımızın gençliğinden miydi tüm o heyecanımız? Herkes herkesi izlemeye başlayıp da herkes herkes kadar herkes olunca, tek tip insanın bütün kötü hasletleri üzerimize deri gibi yapışınca, verdiğimiz mücadelede bile anlamını yitirip herkese mâl olunca, sıyırdık derimizi, bir ceket gibi dolaba astık. Artık dışarıdan bakınca iç organlarımız görünüyor. Oysa önceden kararan kalpler bile kendini belli etmezdi. Siyah bir ışık olup kalbimi delerdi ama belli etmezdi. Şimdi bağırsaklarımız bile hazımsızlıktan kendini öğütmeye başladı. Ne acı!

Yaş almaktan mı kaynaklanıyor bu kesif acı? Yanaklarım aşağı düşmeye başladı, alnımda derinleşmemesini umduğum çizgiler... Neyse ki, bunların çözümü artık çok kolay. Biraz vakit, biraz da nakit ile üç beş yıl sonra üç beş yaş birden gençleşebiliriz. Hem dolaba asmaya devam edersek, sıyırdığımız derimiz de daha yavaş eskir.

Eskimek... Yaşlanmaktan değil ama eskimekten korkuyorum galiba. Yavaş yavaş yaldızımın dökülmesinden, sıvamın atmasından, yanımın yönümün çizilmesinden, çatlamasından, kırılmasından korkuyorum. Eskiden eskimekten bu kadar korkmazdım. Uzun bir hayatın içinde ne kadar koşarsam, içine dalacağım o sonsuz uyku da o kadar tatlı gelecekti. Bir dâvâya kendimi adayacak, herkese yetmeye çalışacak, yemek yapacak, kariyer yapacak, belki çocuk yapacak, sonra sanat yapacaktım… Bu sonsuz yılgınlık kalbimize nereden çöreklendiyse, kalkıp çörek yapmaya bile vaktimiz yok şimdi!

Kötü olursa diye mi korkuyoruz?

Ben, bazen “ziyan olur” diye korkuyorum ama kötü olmasından korkmuyorum. Kötü olduğuna birinin şâhit olmasından da... Demek ki, hâlâ kendime o kadar küsmemişim. Ne mutlu!

Demek ki hâlâ uzun soluklu bir koşu hayâl değil. Demek ki, hâlâ alnımdaki çizgileri yok etmeye çalışsam da kusurlarımı ortalığa döküp “Hadi bunları beraber yok edelim” diyebilirim onlara. Korktuğum kadar eskimemişim demek.

Bu yutkunduklarımı âniden savurunca gökyüzüne ve İlâhî adâlet onu alıp suratıma savurduğunda ense kökümden kopacak kasırgaya rağmen kalbim yeniden kanatlanabilir demek. Yine de cüretkâr değilim eskisi kadar; heyecanlı ve hezeyanlı değilim. Ancak ne kadar aşağılanırsa aşağılansın, hâlâ bir kek kalıbının içerisine sığdırabiliyorum bütün neşemi. Bu güzel haber! Kalbimin kırıklarını fındıklara teşmil edip un ufak edebiliyorum. Ceviz kullanmıyorum; çünkü eşimin alerjisi var. Gerçek olmayan şeylere maruz kaldığımda nasıl boğazım düğümleniyorsa, o da ceviz yediğinde öyle boğazı düğümleniyor. Garip değil mi? İkimiz de bir düğüme tutsaklıktan kaçıyoruz bu aralar.

Süt eklerken yumurtaya, arınmayı diliyorum. Un eklerken, çoğalmayı diliyorum. Buğdayları düşünüyorum, acaba söyledikleri gibi hepsinin genetiği bozuldu mu? Bozulmuştur tabiî ama hepsinin mi yani? Bir insan evlâdı da evinde saklamamış mıdır doğal tohumu be kardeşim? Bir tane delikanlı rençber yok mudur bu memlekette? “Aman!” diyorum sonra, “Sen mi kurtaracaksın buğdayı, karıştır geç!”…

Çırpıyorum kekimi ama mikser kullanmıyorum. Çünkü bütün malzemeler mikserle karıştırıldığında kekler kabarmıyor. Tıpkı bütün duyguları birbirine karıştırdığımızda meydana gelen iletişim kazaları gibi... Kabarıyor sanıyorsun ama çöküveriyor fırını kapatınca. İçi boş özgüven gibi...

Biraz da memleketten gelen portakallardan rendeliyorum. O da çocukluğumun narenciye kokulu anıları kaybolmasın diye herhâlde... Koku hâfızası çok değişik bir şey; bir anda burnuma çalınan bir koku, hop diye beş on yıl mâziye götürebiliyor beni. Sonunda fındıklı ve gerçek bir kek çıkıyor ortaya. Yaşasın, bugün kimsenin boğazı düğümlenmeyecek!

Bana benziyor kekim de nihâyet. Dokunduğumuz her insan gibi...