CÜMBÜR
cemaat evlere kapanıp kalınca, okullardaki dersler de internet üzerinden
işlenir oldu.
Kırk yılını kültüre adamış Fahri Tuna, Kocaeli Büyükşehir
Belediyesi, Akademi Lise programı bünyesinde dört yıldır devam eden Yazarlık
Atölyesi’ndeki öğrencileri için kırk günlük bir program hazırlamış.
Her gün bir şiir, bir hikâye, bir deneme, bir de portre
sunuyor öğrencilerine. En iyilerinden seçiyor hep…
*
Geçen gün, Kosova’nın o harika şehri Prizren’i işlemek
istemiş. Çok sevdiği o şehri anlatan bir video seçmiş, “Sokakları, sofraları,
gönülleri gül ile dolu şehir Prizren’i anlatan bir sunum. Bu da bir deneme”
diyerek…
O kısa videoda bir Prizrenli, güzel üslûbuyla şöyle
anlatıyor:
“Ey
more, nerde o esçi cünler?
Esçiden,
her bir mahallede var imiştir çeşmeler. Suyun da bir başkaymıştır be lezzeti,
enteresan. Sonra ah o kapıcıklar. Koşeylar o kapıcıktan o kapıcıga. Sonra
koşeylar her biri kendi evlerine. Ama her vakıt; çay olsun, kurabiye, ne
bileyim, çestane… Yiyemezdik be, vermeden komşuya.
Sonbeyarda
ayvaları, turşuları, reçelleri hep beraber kurardık.
Biz
çocuklar, kışı çok severdık. Bekleyemezdık çıkma dışarı. Hep gizli kaçardık.
Karbaba yapardık. Kartoplarınna atışırdık. Olurdu yanaklarımız kıpkırmızi.
Evlerde,
pampur yanardi. Üstünde pişerdi çestaneler. İçine atardık kumpir. Odanın bir
köşesinde uyurdu maçka. Otururduk familyannu. Duyardın ondan bir şaka… Bundan
bir söz. Patlardık gülmekten. Ah, nerde o esçi cünler! Yatmadan evvel nanemız
veya babomız diyerdiler bir masal. Bekleyemezdık akşam olsun…”
*
Görüldüğü üzere, anlaşılmayan bir taraf yok. Bazı kelimeler
farklı telâffuz edilse de gayet iyi anlıyoruz.
Kardan adam yerine “karbaba”…
Soba yerine “pampur”... (Birçok yerde vapur veya tren
anlamına kullanılan “pampur”, Prizren dilinde “soba” anlamına geliyor.)
Gün yerine “cün”…
Eski yerine “esçi”...
Sonbahar yerine “sonbeyar” denmiş.
Aile, “familya” olmuş; ninemiz ise “nanemız”...
Bir tanesi var ki, epeyce ilgi çekici…
Bizim sevimli “kedi”, Prizren dilinde “maçka”...
*
Vaktiyle, bir tarafı Üsküp, bir tarafı Prizren olan yaşlı
biri, İstanbul’a gelmiş.
Farklı kullanılan kelimelere özellikle dikkat eder, yanlış
anlaşılmaktan veya komik duruma düşmekten çekindiği için, konuşurken özen
gösterirmiş.
Bindiği takside şoföre “Kedi’ye gideceğini” söyleyince, şoför
bakıp kalmış.
-Nereye
bey amca?
-Kedi evlâdım Kedi… Kedi’ye gidelim…
-Valla
bey amca, bunca yıllık taksiciyim, bu şehirde kedi diye bir yer bilmiyorum. Hiç
duymadım…
İşin aslı şu:
Bey amcamız, İstanbul’a geldiğinden beri, çoğunlukla kendi
hemşerileriyle konuştuğu için, onların “Maçka” dediği semtin adını, kendi
alışkanlıklarıyla söylediklerini düşünmekteymiş.
Taksi şoförüne karşı komik duruma düşmemek için “maçka”nın
bizdeki karşılığı “kedi”yi kullanması o yüzden.
Öyle ya, Ahırkapı, Çengelköy, Şaşkınbakkal, Horhor, Şişhane
diye semt isimleri var. Dahası Kartal var, Kuzguncuk var. Kedi niye olmasın?
Şoför bilemediğini söyleyince, başka bir taksi aramak yerine
şansını denemek istemiş ve çekinerek “Maçka” demiş.
İşte o zaman şoför, “Hah” demiş, “Öyle desene bey amca!”.
Bey amcamız da gülmüş…
-Ben
“Kedi” dedim anlamadın, “Maçka” deyince hemen anladın. Yoksa sen de bizim
oralardan mısın?
-Neresi sizin orası bey amca?
-Prizren…
-Yok, ben Trabzonluyum.
-He,
duydum, sizin orada da var bir Maçka…
*
Şoförün yerinde olsaydım, kasette (evet, o zamanlar kaset
vardı) şu türküyü çalardım hemen:
“Oy...
Maçka yolları taşlı
Geliyu
kalem kaşlı (belki de “Gel, uyu
kalem kaşlı”)
Ne
oldu sana yavrum
Böyle
gözlerin yaşlı…”
Veya bir başka Maçka türküsü:
“Maçka,
neşeli Maçka
Beni
düşürdün aşka
Çok
memleketler gezdim
Senin
de yerin başka…”
Bir tarafı Üsküp, bir tarafı Prizren’e dayanan bey amca, bu
türküleri nasıl karşılardı kim bilir?
*
Maçka-kedi hikâyesini, “Başımdan
ne geçti, bakın anlatayım size” diyerek, gülüşmeler ve çay şıkırtıları arasında
anlatan bey amcamızın adı, “Rıfat Aga”...
Anlattığı kişiler, Üsküp’ten hemşerileri olan ve
Kapalıçarşı’da Şark Kahvesi’nin karşısındaki dükkânında yemenicilik yapan
rahmetli Rahmi Amca, eşi Fetanet Teyze ve oğulları Nahit Üsküplü…
Ben onlardan dinledim, size anlattım.
Sizin kimlere anlatacağınıza karışmam. Kendinize de
saklasanız, ses edecek değilim.
*
Bu yazdıklarımı gören ve Kosovalı kardeşimizin konuşmasını
bütünüyle dinleyen kıymetli editörümüz Mehmet Serhat Bıçak, şöyle söyledi:
“Bizimkiler, Balkanlara gidip de dönünce
diyorlar ki, ‘Bizde börek, onlarda bürek, bizde kızan, onlarda kızancık’...
Bizimkilerin ‘biz olanı’ ayrı tutması, farklı görmesi, öyle gücüme gidiyor ki Abi...
Şu videoyu izleyip anlamayacak, ağlamayacak bir evlâd-ı Fatihan çıkmaz. Çıkarsa evlât değildir.
Gerçi, kendi
sülâlesinin düğününe gitmediği için akrabasını tanımayan adam, milletini ne
bilsin?”
Ne güzel özetlemiş oldu, görüyorsunuz aziz dostlar.
Her yörenin konuşması kendine has. Bu büyük bir zenginlik.
“Nörüyon?”
derler, “Nişliyon?” derler.
Memleketin her tarafında farklı sorular çıkar karşımıza.
“Napaysun?”
“Nideysun?”
“Napıyon?”
“Nabüsün?”
“Needirsen?”
“Naaparsun?”
“Needin?”
İstanbul Türkçesi ile söylemek gerekince, “Ne yapıyorsun?”…
Aslında, ne ördüğünüz, ne işlediğiniz, ne yaptığınız değildir
merak edilen. Maksat, sadece hatır sormaktır. Karşılığında, “İyiyim, sen nörüyon?” denmesinden belli…
Balkanlar’da da kendine has konuşma olacak gayet tabiî.
Fiil öncelikle söylenir. Vakit dardır çünkü. Serhat
boylarında yaşamak kolay değil. Bir an önce derdini anlatmak gerekir. “Ne olur ne olmaz, önce fiili söyleyelim ki
bakarsın cümleyi tamamlamak nasip olmaz” düşüncesi yer etmiştir sanki.
Öyle ya, ya sefere hazırlık yapılacaktır. Ya bir baskına
maruz kalma ihtimâli vardır. Bir yerlerden isyan kokusu gelmektedir. Çetelerden
söz edilmektedir.
Uç beyleri, gece gündüz uyanıktır. Hattâ bir şekilde göç bile
gündeme gelebilir. Yaşanan toprakları terk etmek mecburiyeti doğabilir. Kaç
defa yaşanmıştır da bunların her biri…
“Yapayım
size birer kahve… Yahut vereyim bir ayran önce? İçesiniz suğuk suğuk…”
“Gelmiştir
bir aber… Bakar bizim kızanlar aberi getirenin ağzına. Bağlanmıştır atı
dışarıda. Yanlıştır bre. Bağlanmaz atlar terli terli. Görmediniz mi iç?
Gezdirin onları ünce birazcık şüle yavaş yavaş. Suğusun terleri…”
“Beklerdik
Ramazan gelince biz çocuklar minareleri. Okunsun ezanlar, koşalım biz evlere;
ezan okundi, ezan okundi…”