Kedere değil, kadere imza olmak

Farkındalığı gerçekleştiğinde fark ettirebilecektir kadın kendini. “Kadını anlamak”, kendisinden kendisine ulaşacak bir yola çıkmakla başarılacak bir yolculuktur çünkü.

SON yazılarım kadın üzerine. Kadını yeniden tanımlamak yahut bir tahayyül üzerinden kadını ütopik bir alana konumlandırmak gibi bir kaygım olmadığı gibi, bilakis kadının var edilişinde barındırdığı melekelere dikkat çekmek diliyorum.

Bilimin “bir tür, iki cins” olarak tanımladığı, insanlık tarihinin yazılmasında yegâne aktör olan kadın ve erkeğin yaratılış gayesine dikkat kesilmediğimizde yitirdiklerimizi tahsil etme hakkımız olmadığı gibi, (inancımız gereği) farkındalıksız bir itirazı kuşandığımızı düşünüyorum.

Bu sebepledir ki, erkek ve kadın olmak üzerinden bireysel olarak varlık niteliğimizi hatırlamamamız, terk ettiklerimiz ve ezber ettirilen kabullerimizden silkelenip kendimize gelmemiz gerekliliğine inanıyorum.  

Ancak, dünyanın neresinde olursa olsun, hangi çeşit toplumun içinde bulunursa bulunsun, insan, bu silkelenişi gerçekleştirmek için kadını ve erkeğiyle varlık gayesinin (inançlı yahut inançsız) şifrelerini çözme çabası içinde olmalı ve düşünen bir varlık olarak kendinden uzaklaştıran ve kendine yabancılaştıran barikatları aşmalı. Aksi durumda, kıyamet kopmadan kendi kıyametini koparacak insanlık.

Düşünmeyi, akletmeyi sekteye uğratacak pek çok kanala rağmen daha büyük handikaplara duçar olmadan ve daha büyük sendromlara yol açılmadan fert fert varlık bilincini tazelemek gerekiyor.

Nasıl mı?

Bu tazelenişte kadının varlığı önemli bir etkiye haiz. Fakat kadın önce kendi meziyetlerinin farkına varmalı. Öğreti gücü, şekil verme yetisi, hassas duygularıyla hoyratlığın önüne geçebilme melekesini ve vazifesini hatırladığında, kadın geleceğin kendi elleriyle yoğrulduğunu fark edecektir. Çünkü her erkek evlâdı doğuran bir annedir. İlkin evlâtlarının ömrüne, sonra eş olarak erkeğinin kalbine ve aklına düşen izlerin mimarı olduğu gerçeğini çözümlediğinde kadın, zarif varlığının bir zarafet mektebine dönüştüğünü anlayacaktır.

Peki, bir kadın cins olarak varlığını nasıl yeniden keşfedecek?

Kadın olduğu hakikatinden hareketle “olmak”lığını nasıl hayata aksettirecek?

İşte bu soruların cevabı yine kendi kalbinde ve aklında saklı kadının. Yüksek melekelerle yaratılmış olduğunun farkındalığını hiçe saymadığında kendine inancı artacak ilkin.

Pek çok şeyi bir arada düşünebilen, pek çok alanı koordine edebilen zekâsı başlama, yürütme, bitirme ve ikram etme enerjisiyle yönetim kabiliyetine inanmakla başlayacak bu keyifli hafıza tazelenmesi.

Yetersizlik hissi ile değil, yetip de artacak kadar paha biçilmez emek verme potansiyeli olduğunu görecek sonra.

İmanlı kalbi ile bir evin huzurunu inşâ etmekle kalmayıp yavrusunu askere uğurlarken duyduğu gururda, şehit olan yavrusunun ardından “Vatan sağ olsun!” deyişinde, saklı coğrafyasında hürriyeti ihdas etme kabiliyetini hatırlayacak. Ki sessiz bir kabul ve olması gereken imanî bir vakar olarak düşünülse de, bu ne yabana atılır, ne de önem dışı bırakabilir bir dirayettir. Bu ahvâl, toplum inşâsına mahâl tanıyan, içinde yaşadığı coğrafyanın hürriyetinde payı olma durumudur. İşte sadece böylesi bir konum bile kadının “şehit annesi” olma makamıyla ukbaya, kederine rağmen hürriyeti tesisteki iradesiyle dünyaya yatırım yapma melekesinden söz eden muazzam bir varoluş şifresidir.

“Her kadın şehit annesi unvanına mazhar olamaz ki” denirse eğer, sair ülke kadınları hakkında yorum yapamasam da, ülkemizdeki kadınların adı farklı, tahammülü denk acılarına, kederlerine, zorluk ve zahmetlere sabredişleriyle ya sabrederek yahut şükrederek benzer makamlara erişmek gibi kaderî yatırımları vardır.

Yine beklentisiz yardımlaşmasında, komşuluk iletişiminde aktif rol oynayışındaki faydayı okuduğunda kadın, kopuk halkaları birbirine ekleyerek zarif bir zincir oluşturan sarrafa benzetecektir kendini.

Bağ kurucu vasfıyla evinden akrabalarına, mahallesinden sivil toplum kurumlarına, şehirlerden vatanının tüm sınırlarına erişecek ve bu güçlü yetisiyle halkasını genişleteceğine inandığında başaracaktır kedere değil, kadere imza olmayı.

“Neden kadın olduğu” sorusunun cevabını inandığı dinde ve hayatın içinde bulmayı başardığında “zavallılık” kostümünden sıyrılıp şefkatten ve zarafetten mülhem bir gücün kisvesine bürünecektir.

Peygamberlerin, ashabın, İslâm âlimlerinin, sultanların, başarılı yöneticilerin, güçlü kimliklerin saçına illâki bir el değdiğini ve o elin bir kadın eli olduğunu sıklıkla hatırladığında çözecektir “kadın olmanın” ehemmiyetini.

Yitikler üzerinden değil, başarı ve kazanım üzerinden yol aldıkça aşacaktır barikatları.

Azlıktan şikâyetle değil, yokluğa isyanla değil, sunulanın hikmet barındıran varlığına göz koyacaktır meselâ. Hayâl ürünü yahut ütopik örneklerle değil, Batılı gelişim metotlarıyla değil, öz kültüründeki rol modellerden ilham aldığında başarının “zor” ile ilişkisini çözümleyecektir.

Meselâ, yemek kültürümüzden pay çıkardığında şaşıracaktır kendi zekâsına, şefkatine, pratik çözüm üretme kabiliyetine ve elindeki lezzetin tarife dönüşmüş izahına.

Yokluk zamanlarında iki kaşık mısır ununa biraz yağ, biraz peynir katarak kavuran Karadenizli kadının mıhlama (kuymak) tarifinde saklı varlığını keşfettiğinde, eylediğinin bir gün bir marka gibi kabul gördüğünü fark ettiğinde, kendi varlığındaki zaman aşırı yeteneğin gücüne inanacaktır. (Her yöreden örnek verilebilir.)

Farkındalığı gerçekleştiğinde fark ettirebilecektir kadın kendini. “Kadını anlamak”, kendisinden kendisine ulaşacak bir yola çıkmakla başarılacak bir yolculuktur çünkü.

Kadın, varlığını ilkin kendi anlayacak ki kendini anlatmakta zorlanmasın. Yaratılış gayesinden uzaklaştırılarak düşürüldüğü durumlara bu farkındalıkla refleks geliştirebilsin ve varlığına saygısızlığı, ruhuna zulmü reva görmesin!