Kaz kızartması

Yaşlı babadan sonra, ifade sırası palayla bir gözü çıkan yolcuya gelmişti. O da bir adım öne çıkıp olup biteni bir bir anlattı. Sabırla yolcuyu dinleyen Karakuş, kısa sürede ona da bir çözüm bulmuştu: “Kısasa kısas... Sen de palalı adamın bir gözünü çıkaracaksın. Ancak onun zaten bir gözü kör. Bu nedenle o senin bir gözünü daha çıkarsın, sen de onun bir gözünü çıkar, olup bitsin...”

ZAMANINDA büyük şehirlerimizden birinin kadılığına atanan Karakuş, işe başlamak için mahkeme yolundaydı. Yolu mahalle fırınının önünden geçerken mis gibi bir koku duydu. Havayı koklayınca iştahı kabardı. Hemen içeri daldı. Fırıncıyı çevirdi, “Bak a adam, ne var fırınında?” diye sordu. “Kaz kızartması vardır efendim” dedi fırıncı, “Az evvel bir müşteri, kızartılması için getirmişti”.

Kadı Karakuş, fırıncının açıklamasına aldırmadı, “Pişince bizim eve gönder o kaz kızartmasını” dedi. Bu direktif karşısında şaşıran fırıncıya bir hâl oldu, “Aman yapmayın efendim!” diye karşılık verdi, “Hiç olur mu böyle bir şey? Hem kazın sahibi belâlı bir adamdır, sonra başım derde girer”.

“Uzun etme be adam!” diye kestirip attı Karakuş, “Sonunda bana gelecek değil misiniz? Sen gönder kazı pişince eve, gerisine karışma!”. Fırıncı sordu: “Sahibi gelince ne diyeyim peki?” Karakuş ise, “‘Uçtu’ dersin!” deyip mahkemesinin yolunu tuttu.

Fırıncı, bir süre sonra pişmiş olan kazı çıkardı ve çırağıyla Karakuş’un evine gönderdi. Derken, aradan çok geçmedi ya, belâlı müşteri kazını almaya geldi. Ancak ortalıkta kaz maz göremeyince merak etti, “Bizim kaz nerede?” diye sordu fırıncıya. Karakuş’tan uyarılı olan fırıncı, kadıdan aldığı talimattan şaşmadı, konuşmasına gayet ciddî bir sesle devam etti:  “Maalesef sizin kaz uçtu efendim!”

Fırıncının yalanını işiten belâlı kaz sahibinin gözleri şaşkınlıktan tay nalı kadar büyüdü, “Ne?” diye bağırdı, “Kesilip yolunarak temizlemiş ve fırına verilmiş bir kaz uçar mı hiç?”.

Bir gözü kör olan kaz sahibi belâlı müşteri, anlaşılan o ki çok kızmıştı. Hemen kuşağının arasından palasını çektiği gibi fırıncının üstüne yürüdü. Fırıncı, kapıdan fırlayıp kaçmaya başladı. Belâlı adam da palası elinde, onun peşinden koşuyordu. Hem de “Vay kazım, vay kazım!” diye bağıra bağıra...

Fırıncı can havliyle bir evin bahçesine dalmıştı. Bu sırada bahçede bir genç kadın çamaşır yıkıyordu. Üstelik hamileydi. Hamile kadın, karşısında fırıncı ve onun peşindeki palalı adamı görünce dayanamadı, korkudan düşüp bayıldı, bu arada da çocuğunu düşürdü. Bu üzüntülü olayın ardından kızın babası da kızmış ve belâlı adamın arkasından fırıncının peşine takılmıştı. Hem de “Vay kızım, vay kızım!” diyerek...

Bu sırada fırıncı, Karakuş’un mahkemesine doğru koşuyordu. Peşinde de elindeki palasını sallaya sallaya “Vay kazım, vay kazım!” diye kendisini kovalayan, bir gözü kör belâlı adam ile onun peşindeki “Vay kızım, vay kızım!” diye koşan baba...

Bu sırada belâlı adamın palası, yoldan geçen bir adamın gözüne girmesin mi? Pala uzun ve sivri olunca yapacağını yapmış ve yolcunun gözünü çıkarmıştı. Böylece gözü çıkan yolcu da katıldı fırıncının peşindeki kafileye “Vay gözüm, vay gözüm!” diyerek.

Sonunda fırıncı nefes nefese mahkeme kapısına dayandı ve Kadı Karakuş’un karşısına çıktı. Peşinden de eli palalı belâlı adam, öfkeli yaşlı baba ve gözü çıkmış bir başka kişi... Karakuş, karşısındaki safta yer alan ve kendisine laf yetiştirmeye çalışan adamlara baktı, “Hele biraz durun bakalım!” dedi, “Soluklanın ve birer birer anlatın aranızdaki meselenin ne olduğunu”.  

Bunun üzerine ilk önce belâlı kaz sahibi başladı anlatmaya: “Kadı Efendi! Ben fırıncıya kızartması için yolunmuş bir kaz getirmiştim. Onu almaya gittiğimde, fırıncı bana ‘Kaz uçtu’ dedi. Bu nasıl iştir?”

Karakuş düşünceli bir ifadeyle sakalını kaşıdı, “Hemen kara kaplı kitaba bakalım” dedi ve yanındaki kara kaplı kitabın sayfalarını bir süre çevirdikten sonra, “Bak a adam! Kara kaplı kitap ne yazıyor? ‘Kaz, uçan bir hayvandır.’ Demek ki kaz uçabilir. Seninki de uçmuştur zâhir. Bu durumda çekil bakayım sen kenara!” dedi. Ardından yaşlı babaya döndü: “Senin derdin ne baba?” 

Yaşlı baba bir adım öne çıktı, oldukça öfkeliydi: “Efendim! Hamile olan zavallı kızım bahçede çamaşır yıkıyordu. Bu adamlar destursuz bahçeme girdiler, onları gören kızım korkup bayıldı. Zavallı, çocuğunu düşürdü...”

Ünlü kadı, yaşlı adama sordu: “Kaç aylık hamileydi kızın?” Yaşlı baba “Üç aylık” diye cevap verince, Kadı Karakuş çekip kısa bir süre başını sallaya sallaya düşündü, sonunda kararını verdi: “Kısasa kısas… Şöyle yapacağız: Sen, yaşlı baba, şimdi kızını fırıncıya vereceksin, fırıncı onu gebe bırakacak. Çocuk üç aylık oluncaya kadar da kendisine bakacak, sonra sana geri verecek. Nasıl, böylece adalet yerini bulmuş olur, değil mi?”

Bu akıl almaz öneri üzerine yaşlı baba şaşkına dönmüştü. Mahkemeyi kaçar gibi terk ederken bir yandan avaz avaz bağırıyor, diğer yandan “Aman kadı efendi aman!” diyordu, “Vallahi, billahi, tallahi vazgeçtim davamdan!”. 

Yaşlı babadan sonra, ifade sırası palayla bir gözü çıkan yolcuya gelmişti. O da bir adım öne çıkıp olup biteni bir bir anlattı. Sabırla yolcuyu dinleyen Karakuş, kısa sürede ona da bir çözüm bulmuştu: “Kısasa kısas... Sen de palalı adamın bir gözünü çıkaracaksın. Ancak onun zaten bir gözü kör. Bu nedenle o senin bir gözünü daha çıkarsın, sen de onun bir gözünü çıkar, olup bitsin...”

Bu durumda ne yapsın, gözü çıkan adam da davasını geri almış. Böylece kızarmış kaz, kadıya kalmış...

***

Sabıka kaydı

Eskiden mahkemelerde görev yapan kadılar devletten maaş almazlardı. Geçimleri için gereken parayı, gördükleri davanın harcı olarak davalı ve davacıdan alır, böyle geçinirlerdi. Ünlü kadılardan Karakuş, mesleğinin ilk yıllarında kavgasız gürültüsüz bir kasabaya atanmıştı. Bu kasabanın halkı dövüş kavga bilmiyordu. Dolayısıyla mahkemeye müracaat eden de yoktu, davasının görülmesini isteyen de. Bu durumda kendisine hiç iş düşmediği için zavallı kadı, beş parasız yaşamak zorunda kalmıştı. Bir süre sonra dayanacak gücü kalmadı. Neredeyse ekmeğe muhtaç hâle geldi. Bir çözüm yolu bulmalıydı ama nasıl? Mübaşiri gönderip yoldan geçen iki kişiyi zorla huzûruna getirtti. Çok sinirli bir görünüşü vardı. O sinirle adamlardan birine, “Senin şu adamdan bir davan var mı?” diye sordu.

Zavallı adam neler olduğunu anlamaya çalışarak “Yok!” dedi, “O benim komşumdur”. Bunun üzerine kadı diğer adama döndü, “Ya senin? Bu adamla bir davam var mı?” diye sordu. İkinci adam da şaşkın hâldeydi: “Ne münasebet efendim? Benim de bu komşumla herhangi bir davam yoktur.”

Bu sorgulamanın sonunda kadı sakinleşmişti. Hemen mübaşire seslendi: “O hâlde derhâl bir sabıka kaydı yazalım, bakarsın bu şahıslara ileride lâzım olur.” Ardından da tekrar adamlara döndü ve “Sizler de verin beşer kuruş” dedi, “Sabıka kaydı bedeli beş kuruştur”.

***

Aksakallı adam kıtlığı

Osmanlı Devleti’nin ilk dönem padişahlarından biri de İkinci Murat’tı. Sultan Murat’ın hayatı savaş meydanlarında geçmişti. Yaptığı savaşlardan biri de ünlü Varna Savaşı’ydı. Bu savaşta Sultan Murat, birleşik Avrupa devletleri ordusunu yerle bir etmişti. Savaşın sonunda Avrupalı asilzadeler, ölülerini ve yaralılarını savaş meydanında bırakarak arkalarına bakmadan kaçmışlardı. Bu durumda onlarınki tam bir bozgundu.

Sultan Murat, savaş alanını geziyordu. Bu arada Padişah’ın dikkatini bir şey çekmişti. Düşman askerlerinin hepsi genç yaşlardaydı. Aralarında hemen hemen hiç yaşlı adam yoktu. Bu, şaşkınlık verici bir şeydi. Bu şaşkınlıkla bir süre daha baktı etrafa, bu sefer daha da genç insanlarla karşılaşmıştı. Bunun üzerine Sultan Murat, kendisine eşlik eden komutanlarından birine döndü ve “Garip değil mi?” diye sordu, “Bu kadar ölünün içinde hiç aksakallı adam göremedim. Hepsi genç, hepsi taze”.

Sultan Murat’ın bu tespitini komutan da fark etmiş olmalıydı ki ikrarla kafasını salladı ve “Belî Padişahım!” diye karşılık verdi, “Zaten bunca Avrupalının içinde bir aksakallı bilge olsaydı, başlarına bu felâket gelir miydi? Onların probleminin kâht-ı ricâl, yani adam kıtlığı olduğu anlaşılıyor”.

***

Rüşvetlik balta

Yine komik bir mahkeme hikâyesi ve ünlü kadılardan biri; ya Karakuş ya da İvaz…

Bir beldede zanaatını icra eden demircinin biri, haklı olduğunu bildiği bir davayı beldenin mahkemesine götürmüştü. Ancak delilleri pek güçlü değildi. Bu yüzden davacı olarak mahkemenin kararını şansa bırakmak istemiyordu. Bunun için ne yapması gerektiğini uzun uzun düşünmüş ve sonunda bir çıkar yol bulmuştu: Rüşvet... 

Evet, rüşvet vermeliydi. Bunun üzerine demirci ustası, rüşvet olarak usta işi bir balta yaptı. Götürüp rüşvetlik baltayı kadıya verdi. Ancak bu davadaki suçlu taraf çok daha zengin biriydi. O da aynen demirci gibi düşünmüş ve davayı kendi lehine sonuçlandırmayı sağlayacak yollar aramış, neticede o da işini rüşvetle çözebileceğine karar vermişti. Bu kararla birlikte kadıya semiz bir dana hediye etti.

Birkaç gün sonra karar duruşması başlamıştı. Dava sırasında demirci, rüşvet olarak aldığını verdiğini unutmuş gibi görünen kadıya söz arasında baltayı hatırlatmak istedi: “E kadı efendi, benim yerden göğe kadar haklı olduğumu anladığınızı sanıyorum. Ancak gele gide çok masrafa girdim. Ne olur, davayı daha fazla uzatma, şunu balta ile keser gibi kesip at!"

Pişkin kadı ellerini iki yana açtı, boynunu büktü. Bu hareketiyle çaresizliğini anlatmak ister gibiydi. Kafasını iki yana sallamaya başladı ve “Güzel söylüyorsun evladım” diye karşılık verdi,  “Çok haklısın! Ama o dediğin baltanın sapına dana pisledi, vallahi el tutacak yeri kalmadı!”.

***

“Sen tanısaydın”

Geçmiş zamanın nüktecilerinden biri de ünlü İzzet Molla'ydı. Hazırcevaplığı ile ünlü olan Molla, hiçbir sözün altında kalmaz, cevabı hemen yapıştırırdı.

Bir gün bizim ünlü nükteci evindeki sedirinde sıkıntılı bir biçimde oturuyordu. Böyle  sakin sakin pineklemek ona hiç yakışmıyordu. Çünkü o sohbet ve muhabbet adamıydı. Yalnızlık çok canını sıkardı. Gerçi bu sırada eve gelip gidenler de oluyordu ama bu gelenlerden hiçbiri Molla’nın damağına tat vermiyordu. Dişine göre birini bekliyordu.

Bir süre sonra yine kapı açıldı. Gelen kimdi acaba? Meğer bu gelen, o zamanki İstanbul’un bir başka ünlü şakacısı Nahit Bey’di. Çok geçmeden kapı girişinde bulunan görevliler koşa koşa Molla’nın yanına gelip nükteci Nahit Bey'in geldiğini söylemişlerdi. İzzet Molla, Nahit Bey’le ta gençliğinden beri arkadaştı. Yıllardan bu yana bu iki arkadaşın sohbetine doyum olmazdı. Onların bulunduğu toplantılarda zaman su gibi akar, vaktin nasıl geçtiği anlaşılmazdı. Bu iki şakacı adam birbirlerini o kadar çok severlerdi ki görüşmeden geçirdikleri zamanı yok sayarlardı.

Nahit Bey’in geldiğini duyan Molla, üzerine bir şeyler giyinip kuşanmadan, günlük ev kılığıyla selâmlığa doğru koşmaya başladı. Molla’yı böyle palas pandıras koşarken gören evin hanımı Mesude şaşırmıştı, kocasının arkasından bağırıyor, “Aman efendi, ne oluyorsun, nedir bu hâlin?” diyordu, “Ayağına çorabını, sırtına kürkünü bile giymemişsin”.

Molla, koridordaki koşuşuna ara vermeden dönüp hanımına seslendi: “Ah hanım ah! Sen böyle bir adamı tanımış olsaydın, değil kürk ya da börk, vallahi donsuz koşardın!”

***

Kaçak tatlı

İzzet Molla'nın yaptığı şakalar zamanında çok meşhur olmuş, günümüze kadar anlatıla anlatıla gelmiştir.

Bir Ramazan ayında, bir dostunun konağına davetli olan İzzet Molla, diğer davetliler arasında iftar yemeği yiyordu. Olacak ya, Molla’nın karşısında şehrin oburlarından biri yer tutmuştu. Obur adam önüne gelen her şeye hırsla saldırıyor, tabakta ne varsa silip süpürüp mideye indiriyordu. Son olarak tatlı gelmişti, bizim obur hırsından bir şey eksiltecek değildi ya, ona da iştahla saldırmıştı. Tam bu sırada tatlıdan bir parça koptu ve sapandan çıkmış taş gibi fırlayıp Molla’nın yakasına kondu. İzzet Molla yakasındaki tatlı parçasına baktı ve parçaya “A mübarek!” diye seslendi, “Vallahi seni bu adamın elinden ben değil, ancak Allah kurtarabilir!”.

***

Hızlı imam

Osmanlı Devleti’nin Batılılaşma yanlısı padişahlarından İkinci Mahmut devrinde bir Ramazan ayıydı. Hemen her oruç ayında olduğu gibi bu Ramazan’da da her akşam, İstanbul'un zengin konaklarında iftar davetleri veriliyordu. Davetler, şehrin ileri gelenleri arasında gelenek olmuştu. Bu nedenle eşraftan biri de bu geleneğe katılmış ve tanıdıklarına bir iftar yemeği tertip etmişti.

Davetliler arasında hemen hemen kentin tüm ünlüleri vardı. Bunların arasında devrin meşhur şâiri İzzet Molla da bulunuyordu. Bir süre sonra ezan okundu, günü oruçlu geçiren davetliler iştahla yemeklerini yediler, ardından akşam namazlarını kıldılar. Bir süre yapılan sohbetin peşinden yatsı namazı vakti geldi. Serilen seccadelerin üzerinde namaza duruldu. Yatsıdan sonra da Terâvih’e kalkıldı.

İmam oldukça hızlıydı; namazı, iki secdeyi bir edecek kadar süratli kıldırıyordu. Daha beş dakika olmadan onuncu rekât bitmişti bile. Bu sırada konağa dışarıdan bir adam gelmişti. Adam orada bulunanların namaz kıldıklarını gördü, “Hazır abdestim varken ben de cemaate yetişeyim” diye düşünmüş olmalı ki koşup safa gireceği sırada anladı: Cemaat namazı bitirmiş, selâm vermişti. Adam yüzüne, "Tüh, yetişemedim!" der gibi bir ifade takınmıştı. Hayıfla kafasını sallıyordu.

Adamın yüzündeki bu ifadeyi gören İzzet Molla dayanamadı, “Hayıflanma be adam!” dedi, “Biz namaza içindeyken yetişemedik, sen dışarıdan geldiğin hâlde nasıl yetişecektin?”.


Ölüm fetvasını kendi veren çelebi

Yavuz Sultan Selim zamanında, saray çevresinde Cafer Çelebi adında bir adam vardı. Ordunun ileri gelenlerinden olan Çelebi, devrinin ünlü nişancılarındandı. Attığı ok asla hedefini şaşırmazdı. Bu mahareti sebebiyle Sultan Yavuz, yaşlı nişancıyı sever ve hürmet ederdi.

Yavuz Sultan Selim, daha padişahlığının ilk yıllarında bazı sebeplerden ötürü İran Şahı İsmail’e kızmış ve ordusunun başına geçtiği gibi yola çıkmıştı. Uzun bir yürüyüşün arkasından İran sınırına dayanıldı. Ancak ortada Şah İsmail yoktu. Osmanlı ordusu İran toprakları içerisinde ilerliyor ama İran ordusunun izine rastlanmıyordu. Bir bakıma günler boşu boşuna gelip geçiyordu. Bu yüzden asker huzursuzdu. Zaten haftalarca süren yolculuğun sonunda yorgunluk hâd safhaya ulaşmıştı. Madem İran Şahı ortada yoktu, en iyisi geri dönüp sınırlara çekilmekti.

Ancak Padişah bu fikirde değildi. O sonuna kadar gitmek niyetindeydi. Ordu içerisinde Padişah’ın bu fikrine karşı çıkanlar vardı. Bunlar, zaman içerisinde asker arasında fitne fesat çıkarmaya girişmişlerdi. Hatta açık açık isyana teşvîk ediyorlardı. Neyse ki sonunda Padişah’ın dediği oldu ve iki ordu karşılaştı. Yapılan Çaldıran Savaşı’nı Osmanlı ordusu kazanmıştı.

Askerler şimdi dönüş yolundaydılar. Ancak Padişah, Çaldıran Zaferi öncesinde askerleri isyana teşvîk edenleri hiç unutmamıştı. Hatta bu arada yakın adamlarına gizlice istihbarat yaptırmış ve bozguncuların kimler olduğunun listesini çıkartmıştı. Bu listeye göre Cafer Çelebi'nin de askeri isyana teşvîk edenler arasında olduğu anlaşılıyordu.

Dönüş yolunda isyancılara karşı sesini çıkarmayan Padişah, İstanbul'a gelince Cafer Çelebi'yi huzûruna çağırdı ve elindeki listeyi göstermeden, “Askeri isyana teşvîk edenlere ne gibi bir ceza verilir Çelebi?” diye sordu.

Başına gelecekten haberi olmayan Cafer Çelebi rahattı: “Eğer suçu sabitse, o kimsenin derhâl idamı gerekir Sultanım!”

Bunun üzerine Sultan Yavuz, elindeki listeyi uzattı ve nişancı Cafer Ağa’ya gösterdi: “Bre Çelebi, işte şimdi kendi fetvanı kendin verdin! Bu durumda bizden kabahat gitti…”

Bunun üzerine taht odasının kapısında hazır bulunan cellâtlar içeri girip Cafer Çelebi'yi teslim aldılar.