ZAMANINDA büyük
şehirlerimizden birinin kadılığına atanan Karakuş, işe başlamak için mahkeme
yolundaydı. Yolu mahalle fırınının önünden geçerken mis gibi bir koku duydu.
Havayı koklayınca iştahı kabardı. Hemen içeri daldı. Fırıncıyı çevirdi, “Bak a
adam, ne var fırınında?” diye sordu. “Kaz kızartması vardır efendim” dedi
fırıncı, “Az evvel bir müşteri, kızartılması için getirmişti”.
Kadı
Karakuş, fırıncının açıklamasına aldırmadı, “Pişince bizim eve gönder o kaz
kızartmasını” dedi. Bu direktif karşısında şaşıran fırıncıya bir hâl oldu,
“Aman yapmayın efendim!” diye karşılık verdi, “Hiç olur mu böyle bir şey? Hem kazın
sahibi belâlı bir adamdır, sonra başım derde girer”.
“Uzun
etme be adam!” diye kestirip attı Karakuş, “Sonunda bana gelecek değil misiniz?
Sen gönder kazı pişince eve, gerisine karışma!”. Fırıncı sordu: “Sahibi gelince
ne diyeyim peki?” Karakuş ise, “‘Uçtu’ dersin!” deyip mahkemesinin yolunu
tuttu.
Fırıncı,
bir süre sonra pişmiş olan kazı çıkardı ve çırağıyla Karakuş’un evine gönderdi.
Derken, aradan çok geçmedi ya, belâlı müşteri kazını almaya geldi. Ancak
ortalıkta kaz maz göremeyince merak etti, “Bizim kaz nerede?” diye sordu
fırıncıya. Karakuş’tan uyarılı olan fırıncı, kadıdan aldığı talimattan şaşmadı,
konuşmasına gayet ciddî bir sesle devam etti:
“Maalesef sizin kaz uçtu efendim!”
Fırıncının yalanını işiten
belâlı kaz sahibinin gözleri şaşkınlıktan tay nalı kadar büyüdü, “Ne?” diye
bağırdı, “Kesilip yolunarak temizlemiş ve fırına verilmiş bir kaz uçar mı hiç?”.
Bir
gözü kör olan kaz sahibi belâlı müşteri, anlaşılan o ki çok kızmıştı. Hemen
kuşağının arasından palasını çektiği gibi fırıncının üstüne yürüdü. Fırıncı,
kapıdan fırlayıp kaçmaya başladı. Belâlı adam da palası elinde, onun peşinden
koşuyordu. Hem de “Vay kazım, vay kazım!” diye bağıra bağıra...
Fırıncı
can havliyle bir evin bahçesine dalmıştı. Bu sırada bahçede bir genç kadın
çamaşır yıkıyordu. Üstelik hamileydi. Hamile kadın, karşısında fırıncı ve onun
peşindeki palalı adamı görünce dayanamadı, korkudan düşüp bayıldı, bu arada da
çocuğunu düşürdü. Bu üzüntülü olayın ardından kızın babası da kızmış ve belâlı
adamın arkasından fırıncının peşine takılmıştı. Hem de “Vay kızım, vay kızım!”
diyerek...
Bu
sırada fırıncı, Karakuş’un mahkemesine doğru koşuyordu. Peşinde de elindeki
palasını sallaya sallaya “Vay kazım, vay kazım!” diye kendisini kovalayan, bir
gözü kör belâlı adam ile onun peşindeki “Vay kızım, vay kızım!” diye koşan
baba...
Bu
sırada belâlı adamın palası, yoldan geçen bir adamın gözüne girmesin mi? Pala
uzun ve sivri olunca yapacağını yapmış ve yolcunun gözünü çıkarmıştı. Böylece
gözü çıkan yolcu da katıldı fırıncının peşindeki kafileye “Vay gözüm, vay
gözüm!” diyerek.
Sonunda
fırıncı nefes nefese mahkeme kapısına dayandı ve Kadı Karakuş’un karşısına
çıktı. Peşinden de eli palalı belâlı adam, öfkeli yaşlı baba ve gözü çıkmış bir
başka kişi... Karakuş, karşısındaki safta yer alan ve kendisine laf
yetiştirmeye çalışan adamlara baktı, “Hele biraz durun bakalım!” dedi,
“Soluklanın ve birer birer anlatın aranızdaki meselenin ne olduğunu”.
Bunun
üzerine ilk önce belâlı kaz sahibi başladı anlatmaya: “Kadı Efendi! Ben
fırıncıya kızartması için yolunmuş bir kaz getirmiştim. Onu almaya gittiğimde, fırıncı
bana ‘Kaz uçtu’ dedi. Bu nasıl iştir?”
Karakuş
düşünceli bir ifadeyle sakalını kaşıdı, “Hemen kara kaplı kitaba bakalım” dedi
ve yanındaki kara kaplı kitabın sayfalarını bir süre çevirdikten sonra, “Bak a
adam! Kara kaplı kitap ne yazıyor? ‘Kaz, uçan bir hayvandır.’ Demek ki kaz
uçabilir. Seninki de uçmuştur zâhir. Bu durumda çekil bakayım sen kenara!” dedi.
Ardından yaşlı babaya döndü: “Senin derdin ne baba?”
Yaşlı
baba bir adım öne çıktı, oldukça öfkeliydi: “Efendim! Hamile olan zavallı kızım
bahçede çamaşır yıkıyordu. Bu adamlar destursuz bahçeme girdiler, onları gören
kızım korkup bayıldı. Zavallı, çocuğunu düşürdü...”
Ünlü
kadı, yaşlı adama sordu: “Kaç aylık hamileydi kızın?” Yaşlı baba “Üç aylık”
diye cevap verince, Kadı Karakuş çekip kısa bir süre başını sallaya sallaya
düşündü, sonunda kararını verdi: “Kısasa kısas… Şöyle yapacağız: Sen, yaşlı
baba, şimdi kızını fırıncıya vereceksin, fırıncı onu gebe bırakacak. Çocuk üç
aylık oluncaya kadar da kendisine bakacak, sonra sana geri verecek. Nasıl,
böylece adalet yerini bulmuş olur, değil mi?”
Bu
akıl almaz öneri üzerine yaşlı baba şaşkına dönmüştü. Mahkemeyi kaçar gibi terk
ederken bir yandan avaz avaz bağırıyor, diğer yandan “Aman kadı efendi aman!”
diyordu, “Vallahi, billahi, tallahi vazgeçtim davamdan!”.
Yaşlı
babadan sonra, ifade sırası palayla bir gözü çıkan yolcuya gelmişti. O da bir
adım öne çıkıp olup biteni bir bir anlattı. Sabırla yolcuyu dinleyen Karakuş,
kısa sürede ona da bir çözüm bulmuştu: “Kısasa kısas... Sen de palalı adamın
bir gözünü çıkaracaksın. Ancak onun zaten bir gözü kör. Bu nedenle o senin bir
gözünü daha çıkarsın, sen de onun bir gözünü çıkar, olup bitsin...”
Bu
durumda ne yapsın, gözü çıkan adam da davasını geri almış. Böylece kızarmış kaz,
kadıya kalmış...
***
Sabıka
kaydı
Eskiden
mahkemelerde görev yapan kadılar devletten maaş almazlardı. Geçimleri için
gereken parayı, gördükleri davanın harcı olarak davalı ve davacıdan alır, böyle
geçinirlerdi. Ünlü kadılardan Karakuş, mesleğinin ilk yıllarında kavgasız
gürültüsüz bir kasabaya atanmıştı. Bu kasabanın halkı dövüş kavga bilmiyordu.
Dolayısıyla mahkemeye müracaat eden de yoktu, davasının görülmesini isteyen de.
Bu durumda kendisine hiç iş düşmediği için zavallı kadı, beş parasız yaşamak
zorunda kalmıştı. Bir süre sonra dayanacak gücü kalmadı. Neredeyse ekmeğe
muhtaç hâle geldi. Bir çözüm yolu bulmalıydı ama nasıl? Mübaşiri gönderip
yoldan geçen iki kişiyi zorla huzûruna getirtti. Çok sinirli bir görünüşü
vardı. O sinirle adamlardan birine, “Senin şu adamdan bir davan var mı?” diye
sordu.
Zavallı
adam neler olduğunu anlamaya çalışarak “Yok!” dedi, “O benim komşumdur”. Bunun
üzerine kadı diğer adama döndü, “Ya senin? Bu adamla bir davam var mı?” diye
sordu. İkinci adam da şaşkın hâldeydi: “Ne münasebet efendim? Benim de bu
komşumla herhangi bir davam yoktur.”
Bu
sorgulamanın sonunda kadı sakinleşmişti. Hemen mübaşire seslendi: “O hâlde derhâl
bir sabıka kaydı yazalım, bakarsın bu şahıslara ileride lâzım olur.” Ardından da
tekrar adamlara döndü ve “Sizler de verin beşer kuruş” dedi, “Sabıka kaydı
bedeli beş kuruştur”.
***
Aksakallı
adam kıtlığı
Osmanlı Devleti’nin ilk dönem padişahlarından biri de İkinci Murat’tı. Sultan Murat’ın hayatı savaş meydanlarında geçmişti. Yaptığı savaşlardan biri de ünlü Varna Savaşı’ydı. Bu savaşta Sultan Murat, birleşik Avrupa devletleri ordusunu yerle bir etmişti. Savaşın sonunda Avrupalı asilzadeler, ölülerini ve yaralılarını savaş meydanında bırakarak arkalarına bakmadan kaçmışlardı. Bu durumda onlarınki tam bir bozgundu.
Sultan
Murat, savaş alanını geziyordu. Bu arada Padişah’ın dikkatini bir şey çekmişti.
Düşman askerlerinin hepsi genç yaşlardaydı. Aralarında hemen hemen hiç yaşlı
adam yoktu. Bu, şaşkınlık verici bir şeydi. Bu şaşkınlıkla bir süre daha baktı etrafa,
bu sefer daha da genç insanlarla karşılaşmıştı. Bunun üzerine Sultan Murat,
kendisine eşlik eden komutanlarından birine döndü ve “Garip değil mi?” diye
sordu, “Bu kadar ölünün içinde hiç aksakallı adam göremedim. Hepsi genç, hepsi
taze”.
Sultan
Murat’ın bu tespitini komutan da fark etmiş olmalıydı ki ikrarla kafasını
salladı ve “Belî Padişahım!” diye karşılık verdi, “Zaten bunca Avrupalının
içinde bir aksakallı bilge olsaydı, başlarına bu felâket gelir miydi? Onların
probleminin kâht-ı ricâl, yani adam kıtlığı olduğu anlaşılıyor”.
***
Rüşvetlik
balta
Yine komik bir mahkeme hikâyesi ve ünlü
kadılardan biri; ya Karakuş ya da İvaz…
Bir beldede zanaatını icra eden
demircinin biri, haklı olduğunu bildiği bir davayı beldenin mahkemesine
götürmüştü. Ancak delilleri pek güçlü değildi. Bu yüzden davacı olarak mahkemenin
kararını şansa bırakmak istemiyordu. Bunun için ne yapması gerektiğini uzun
uzun düşünmüş ve sonunda bir çıkar yol bulmuştu: Rüşvet...
Evet, rüşvet vermeliydi. Bunun üzerine demirci ustası,
rüşvet olarak usta işi bir balta yaptı. Götürüp rüşvetlik baltayı kadıya verdi.
Ancak bu davadaki suçlu taraf çok daha zengin biriydi. O da aynen demirci gibi
düşünmüş ve davayı kendi lehine sonuçlandırmayı sağlayacak yollar aramış, neticede
o da işini rüşvetle çözebileceğine karar vermişti. Bu kararla birlikte kadıya
semiz bir dana hediye etti.
Birkaç
gün sonra karar duruşması başlamıştı. Dava sırasında demirci, rüşvet olarak
aldığını verdiğini unutmuş gibi görünen kadıya söz arasında baltayı hatırlatmak
istedi: “E kadı efendi, benim yerden göğe kadar haklı olduğumu anladığınızı
sanıyorum. Ancak gele gide çok masrafa girdim. Ne olur, davayı daha fazla
uzatma, şunu balta ile keser gibi kesip at!"
Pişkin
kadı ellerini iki yana açtı, boynunu büktü. Bu hareketiyle çaresizliğini
anlatmak ister gibiydi. Kafasını iki yana sallamaya başladı ve “Güzel
söylüyorsun evladım” diye karşılık verdi, “Çok haklısın! Ama o dediğin baltanın sapına
dana pisledi, vallahi el tutacak yeri kalmadı!”.
***
“Sen
tanısaydın”
Geçmiş
zamanın nüktecilerinden biri de ünlü İzzet Molla'ydı. Hazırcevaplığı ile ünlü
olan Molla, hiçbir sözün altında kalmaz, cevabı hemen yapıştırırdı.
Bir
gün bizim ünlü nükteci evindeki sedirinde sıkıntılı bir biçimde oturuyordu.
Böyle sakin sakin pineklemek ona hiç yakışmıyordu. Çünkü o sohbet ve muhabbet
adamıydı. Yalnızlık çok canını sıkardı. Gerçi bu sırada eve gelip gidenler de
oluyordu ama bu gelenlerden hiçbiri Molla’nın damağına tat vermiyordu. Dişine
göre birini bekliyordu.
Bir
süre sonra yine kapı açıldı. Gelen kimdi acaba? Meğer bu gelen, o zamanki
İstanbul’un bir başka ünlü şakacısı Nahit Bey’di. Çok geçmeden kapı girişinde
bulunan görevliler koşa koşa Molla’nın yanına gelip nükteci Nahit Bey'in
geldiğini söylemişlerdi. İzzet Molla, Nahit Bey’le ta gençliğinden beri
arkadaştı. Yıllardan bu yana bu iki arkadaşın sohbetine doyum olmazdı. Onların
bulunduğu toplantılarda zaman su gibi akar, vaktin nasıl geçtiği anlaşılmazdı.
Bu iki şakacı adam birbirlerini o kadar çok severlerdi ki görüşmeden geçirdikleri
zamanı yok sayarlardı.
Nahit
Bey’in geldiğini duyan Molla, üzerine bir şeyler giyinip kuşanmadan, günlük ev
kılığıyla selâmlığa doğru koşmaya başladı. Molla’yı böyle palas pandıras
koşarken gören evin hanımı Mesude şaşırmıştı, kocasının arkasından bağırıyor,
“Aman efendi, ne oluyorsun, nedir bu hâlin?” diyordu, “Ayağına çorabını,
sırtına kürkünü bile giymemişsin”.
Molla, koridordaki
koşuşuna ara vermeden dönüp hanımına seslendi: “Ah hanım ah! Sen böyle bir
adamı tanımış olsaydın, değil kürk ya da börk, vallahi donsuz koşardın!”
***
Kaçak
tatlı
İzzet
Molla'nın yaptığı şakalar zamanında çok meşhur olmuş, günümüze kadar anlatıla
anlatıla gelmiştir.
Bir
Ramazan ayında, bir dostunun konağına davetli olan İzzet Molla, diğer
davetliler arasında iftar yemeği yiyordu. Olacak ya, Molla’nın karşısında
şehrin oburlarından biri yer tutmuştu. Obur adam önüne gelen her şeye hırsla
saldırıyor, tabakta ne varsa silip süpürüp mideye indiriyordu. Son olarak tatlı
gelmişti, bizim obur hırsından bir şey eksiltecek değildi ya, ona da iştahla
saldırmıştı. Tam bu sırada tatlıdan bir parça koptu ve sapandan çıkmış taş gibi
fırlayıp Molla’nın yakasına kondu. İzzet Molla yakasındaki tatlı parçasına
baktı ve parçaya “A mübarek!” diye seslendi, “Vallahi seni bu adamın elinden
ben değil, ancak Allah kurtarabilir!”.
***
Hızlı
imam
Osmanlı
Devleti’nin Batılılaşma yanlısı padişahlarından İkinci Mahmut devrinde bir Ramazan
ayıydı. Hemen her oruç ayında olduğu gibi bu Ramazan’da da her akşam,
İstanbul'un zengin konaklarında iftar davetleri veriliyordu. Davetler, şehrin
ileri gelenleri arasında gelenek olmuştu. Bu nedenle eşraftan biri de bu
geleneğe katılmış ve tanıdıklarına bir iftar yemeği tertip etmişti.
Davetliler
arasında hemen hemen kentin tüm ünlüleri vardı. Bunların arasında devrin meşhur
şâiri İzzet Molla da bulunuyordu. Bir süre sonra ezan okundu, günü oruçlu
geçiren davetliler iştahla yemeklerini yediler, ardından akşam namazlarını
kıldılar. Bir süre yapılan sohbetin peşinden yatsı namazı vakti geldi. Serilen
seccadelerin üzerinde namaza duruldu. Yatsıdan sonra da Terâvih’e kalkıldı.
İmam oldukça hızlıydı;
namazı, iki secdeyi bir edecek kadar süratli kıldırıyordu. Daha beş dakika
olmadan onuncu rekât bitmişti bile. Bu sırada konağa dışarıdan bir adam
gelmişti. Adam orada bulunanların namaz kıldıklarını gördü, “Hazır abdestim
varken ben de cemaate yetişeyim” diye düşünmüş olmalı ki koşup safa gireceği
sırada anladı: Cemaat namazı bitirmiş, selâm vermişti. Adam yüzüne, "Tüh,
yetişemedim!" der gibi bir ifade takınmıştı. Hayıfla kafasını sallıyordu.
Adamın
yüzündeki bu ifadeyi gören İzzet Molla dayanamadı, “Hayıflanma be adam!” dedi, “Biz
namaza içindeyken yetişemedik, sen dışarıdan geldiğin hâlde nasıl yetişecektin?”.
Ölüm
fetvasını kendi veren çelebi
Yavuz Sultan Selim zamanında, saray
çevresinde Cafer Çelebi adında bir adam vardı. Ordunun ileri gelenlerinden olan
Çelebi, devrinin ünlü nişancılarındandı. Attığı ok asla hedefini şaşırmazdı. Bu
mahareti sebebiyle Sultan Yavuz, yaşlı nişancıyı sever ve hürmet ederdi.
Yavuz
Sultan Selim, daha padişahlığının ilk yıllarında bazı sebeplerden ötürü İran Şahı
İsmail’e kızmış ve ordusunun başına geçtiği gibi yola çıkmıştı. Uzun bir
yürüyüşün arkasından İran sınırına dayanıldı. Ancak ortada Şah İsmail yoktu.
Osmanlı ordusu İran toprakları içerisinde ilerliyor ama İran ordusunun izine
rastlanmıyordu. Bir bakıma günler boşu boşuna gelip geçiyordu. Bu yüzden asker
huzursuzdu. Zaten haftalarca süren yolculuğun sonunda yorgunluk hâd safhaya
ulaşmıştı. Madem İran Şahı ortada yoktu, en iyisi geri dönüp sınırlara
çekilmekti.
Ancak
Padişah bu fikirde değildi. O sonuna kadar gitmek niyetindeydi. Ordu içerisinde
Padişah’ın bu fikrine karşı çıkanlar vardı. Bunlar, zaman içerisinde asker
arasında fitne fesat çıkarmaya girişmişlerdi. Hatta açık açık isyana teşvîk
ediyorlardı. Neyse ki sonunda Padişah’ın dediği oldu ve iki ordu karşılaştı.
Yapılan Çaldıran Savaşı’nı Osmanlı ordusu kazanmıştı.
Askerler
şimdi dönüş yolundaydılar. Ancak Padişah, Çaldıran Zaferi öncesinde askerleri
isyana teşvîk edenleri hiç unutmamıştı. Hatta bu arada yakın adamlarına gizlice
istihbarat yaptırmış ve bozguncuların kimler olduğunun listesini çıkartmıştı.
Bu listeye göre Cafer Çelebi'nin de askeri isyana teşvîk edenler arasında
olduğu anlaşılıyordu.
Dönüş
yolunda isyancılara karşı sesini çıkarmayan Padişah, İstanbul'a gelince Cafer
Çelebi'yi huzûruna çağırdı ve elindeki listeyi göstermeden, “Askeri isyana teşvîk
edenlere ne gibi bir ceza verilir Çelebi?” diye sordu.
Başına
gelecekten haberi olmayan Cafer Çelebi rahattı: “Eğer suçu sabitse, o kimsenin
derhâl idamı gerekir Sultanım!”
Bunun
üzerine Sultan Yavuz, elindeki listeyi uzattı ve nişancı Cafer Ağa’ya gösterdi:
“Bre Çelebi, işte şimdi kendi fetvanı kendin verdin! Bu durumda bizden kabahat
gitti…”
Bunun üzerine taht odasının kapısında hazır bulunan cellâtlar içeri girip Cafer Çelebi'yi teslim aldılar.