Kaygı denilen organ

Kaygısızlık hâline terfi edebilmek için sanırım çokça gayret etmek gerekiyor. Ya da en azından tüm duyguları ölçülü yaşayabilmek ve ister olumlu ister olumsuz olsun, her duyguyu belli bir mizanda var edebilmek için ruhumuzu ve maneviyatımızı beslememiz gerekiyor. Reçete: 1. Tevekkül… 2. Tefekkür… 3. Hamd… 4. Zikrullah… 5. Kıraat… 6. Hayırlı amel… Bu reçete, gayret üzerine maddelere sahip…

BİYOLOJİ, anatomi, fen falan çok güzide bilimler… Fakat bazı eksikleri de yok değil. Meselâ tıp da dâhil, bize iç organlarımızdan birinin “kaygı” olduğunu söylemez. Belki de bizi kaygılandırmak(!) istemiyorlardır. Hattâ bu yüzden röntgen gibi görüntüleme sistemlerinde bile, film üzerinde bir oynama yaptıklarından kaygılıyım. Sanırsam bu laboratuvar filmlerinde sanki organ yokmuş gibi karaltı olarak görünen kısımda, gizlenen bu “kaygı” organı bulunuyor. Israrla bizden saklıyorlar.  
Fakat “kaygı”nın bir organ olduğunu bu kısa tezimde ispat yoluna gideceğim.
Müsaadenizle…
İç organlar ne işe yarar? Elbette hepsinin bir görevi ve kendine has bir çalışma sistematiği var.  Fakat görevden ziyâde, bir yetkinlik alanı var. 
Meselâ beynin yetki alanı çok geniş! Vücudun her bir iç-dış bloğuna etki edebiliyor. Ama beyne etki eden de kalp… Hem kalp de sadece beyinle kalmıyor, garibim, bütün vücudun kan ihtiyacını gidereceğim diye gece-gündüz, durmaksınız çalışıyor. Hattâ arada öyle yoruluyor ki, bağırıp-çağırıyor içeride… Ben duyuyorum sesini… Alttan alıyorum, kızmıyorum. Sakinleşene kadar iyi davranıyorum ona… 
Meselâ bilimde ayıp olmaz; bağırsak denilen organ, yaptığı görevi diğerlerinden daha değerli kılabilmek adına arada beyin gibi rol çalıyor. Vücudun ikinci beyni tamlamasını bu yolla kazandı. Halk arasında çok rağbet görmese de o, bilimsel anlamda önemini koruyor.
Sonra ne mühimdir akciğerler… Sanırız ki nefes alıp verir. Sanki cânım organ yaşayabilmek için orada nefes alıp veriyor da, biz ve diğer saygıdeğer organlarımız, akciğerler yaşasın diye yardımcı oluyoruz. Yok işte! Akciğer, vücuda oksijen taşımak için var. Oksijeni kana transfer ediyor, kan damarlarda dolaşırken kapı kapı oksijen dağıtıyor organlara… Sonrasını biliyorsunuz, oksijeni kullanıp kirleten bir savrukluk var içeride, akciğerler bir de kirlenen ve karbondioksite dönüşen havayı dışarı atmakta görevli. 
Daha nice organ, organlar arası bağlantı yolları ve hücre denilen askerlerden müteşekkil muazzam bir iç organizmamız var. Allah, öyle bir sistem yaratmış ki, her şey birbirine bağlı ve kusursuz bir mesai ile yaşamın sürekliliğini sağlamaya odaklı. 
Buraya kadar hatırlatmak istediğim şey, tüm organların bir şekilde vücudumuzda hükümdar olduğu. Taşikardi dedikleri şey, kalbin bağırması işte… Yani bunu bağırmak gibi bir fiille açıklıyor olmam da öylesine değil. Sevdiğiniz birinin bağırması nasıl bir ruh hâli meydana getiriyorsa, kalbin hızlı atması da öyle bir etki bırakıyor. O hızlandıkça insanın hayata bakışı ve olayları algılayışı değişiyor. Meselâ yine çok sevdiğiniz birinin suskunluğu da derinden etki bırakmaz mı? İşte nabzın yavaşlaması da öyle bir hüzün ve durgunluk hâli…
Akciğerlerin yetersiz soluma eylemi yapması hâlinde ya da vücutta kan miktarının, olması gereken referans aralığının altına düşmesi hâlinde beynin de bu eksilmeden etkilendiği aşikâr… Böyle bir tabloda beyin, düşünme, hatırlama, anlama ve öğrenme gibi alanlarda bizi yalnız bırakıyor. Nereden nereye?... İç organlarımız arasında hep birbirini destekleme ve beraber tavır alma gibi bir teşkilâtlanma var. Birinin aksayıp da içlerinden birkaçının da bu görev yavaşlatma eylemine dâhil olmadığı neredeyse yoktur. 
Peki, neden kaygıyı bu organların çalışmasına göre şekillenen bir duygu olarak ele almıyor da illâ onu da bir iç organ statüsüne yükseltme derdine düşüyorum? Şimdi oraya geleyim… 
Kaygı, bir durumun sonucu değil de ondan... Kaygı, pek çok durumun sebebi… Tıpkı kalp gibi, akciğer gibi, beyin gibi… Yani içeride bir organ biraz işini aksattı diye kaygı oluşmuyor. Kaygı oluştuğu için içeride bazı organlar da bundan etkileniyor…
Niye kaygılanırız?
Niyesi mi var canım!? Çünkü bu kaçınılmazdır. Kaygı ve endişe, çok zaman, olmayan ama olmasından korkulan durumlara karşı şekilleniyor. Meselâ bir kaza geçirdiğimizde hissettiğimiz şey kaygı değildir. Öncelikle acıdır. Sonra olası ihtimaller karşısında tedirginliktir. Buna kaygı demiyorum; çünkü sebebe bağlanmış bir tedirginlik, kaygı kadar boş bir devinim olamaz. Meselâ işten atılırız. Bu kaygı değil, bu olmuş bir duruma maneviyatımızın verdiği dönemsel bir tepkimedir. Çok ileriyi düşünerek yine senaryolar üretiyor ve ürettiğimiz senaryoların hepsine birden hayıflanıyorsak, yine kaygı organı iş başında demektir. Ama bu bir kazanın, işten atılmanın, yani kısaca olan bir durumun sebep olduğu bir hissediş değildir. Çünkü istenmeyen bir şey başa geldiğinde üzüntü, keder, can acısı gibi reel duygulara sebep olabilir. Ama birden fazla seçeneğin başa gelmesi ihtimaline takıldıysak, bunun mevcut durumla pek alakası yoktur.
Kaygı nasıl etki eder?
Meselâ kaygı, akciğerlerin vücuda taşıdığı oksijene dâhil oluyor; onunla birlikte alınan verilen nefeslerin niteliğini değiştiriyor. Kaygılıyken kesik kesik ve hızlı nefes alıyoruz ya, işte sebebi bu. Sonra kalbe etki ediyor. Kalpte fiziksel bir sebep yokken, kalp krizini taklit eden ağrı ve sancıların sebebi bu kaygı organı işte… Beyne de etki ediyor. Bir konu üzerine kaygılanmaya başlayan insan, bütün düşünce yapısındaki intizamı kaybediyor. Artık her şey ve her olgu, beyinde karşı konulmaz bir çarpıklığa dönüşüyor. Sonrası korkunç bir baş ağrısı… 
Bazen insanın ellerinin titrediğini görürsünüz. Bunun psikolojik ya da fiziksel olup olmadığını anlamalı ilk önce… Sorarsınız: “Kötü bir şey mi oldu?” “Hayır!” diye cevap verir. O zaman dersiniz ki bu fiziksel bir durum. Hâlbuki ne parkinsonu vardır ne de başka bir fiziksel sebep.  İşte o sakladıkları kaygı organı iş başındadır… Bu defa kaslara kadar etki etmiş ve dışa vuran bir görünüme kavuşmuştur.
Hangi doneleri biriktirdik şu ana kadar, ona bakmalı… Kaygı, tıpkı bir organ gibi etkilenen olma sıfatı ikinci plandayken; etki eden sıfatı daha baskın… Yine tıpkı bir organ gibi sürekli faaliyette ve vücudun diğer organlarıyla birlik içinde çalışıyor. Elbette kendi de bir diğer organın etki alanına giriyor. Ama daha ziyade organların çalışma düzenini bozacak düzeyde yetkinliğe sahip. Bir diğer veri ise kaygının belirtilerinin de fiziksel olması… Tamam, birçok duygunun fiziksel etkileri vardır. Ama bu kaygı, yaptığı fiziksel etkilerle tıp literatüründe yer alan birtakım sonuçları doğurabiliyor. Meselâ mutlu olduğumuz zaman da kalbimiz, beynimiz ve bilumum organlarımız bir iyileşme ile takdirini belli ediyor. Fakat kaygı, enstantane etkilerden ziyade, kalıcı hasarlara bile sebep olabiliyor. Ya hu, bu kaygı denilen şey, midede asit oranını artırıp mide duvarında aşınmaya ve sonunda ülsere kadar varan yaralar açılmasına bile sebep olabiliyor.
Kaygılı bir insanın kalp krizi geçirdiği de biliniyor hem… 
Bence bu kadar bilgi yeter de artar bile… Bu kaygı bir iç organ ve aramızda kalsın, tıp dünyası bunu henüz ifşâ etmedi.
Kaygısızlığa terfi 
Şaka bir yana…
Bilimsel verilerle desteklenmiş bir mübalağa ve teşbih yöntemiyle, kaygının vücut ve zihin üzerindeki belirgin etkilerine vurgu yapmak istedim. 
Elbette kaygı bir duygudur; ama organizma üzerinde bu kadar yetkin oluşu, tıpkı bir iç organ kadar düzenli çalıştığının kanıtı…
Kaygısızlığa terfi etmek için de yine teşbihlerden faydalanarak size naçizane bir reçete sunmak isterim. Madem konu tıbbî literatür üzerinden şeklini aldı, sonucu da öyle bağlamalı. 
Hem kaygı denilen hissedişi bir organ gibi nitelememden de anlaşılacağı üzere bu, birebir yaşadığım durumlardan biri… Empati yeteneğimin bir yansıması değil yani… Direk tecrübe edilmiş bir gerçeklik!
Fakat öyle bir hâl almıştı ki bu durum bende, kaygılanmak âdeta günlük bir mesai gibi akıcı ve sürekliydi. Bütün organlarıma etki ettiği gibi, ruh hâlime ve davranış şekillerime kadar sirayet ediyordu. O hâl üzereyken doğru düşünemiyor, karar verme ve çözümleme yetilerimi yitiriyordum. Aklın ve onu besleyen bilginin bile yetersiz kaldığı bir durumdu. Çünkü kaygı anında bilgi ve mantık gibi argümanlar işe yaramıyor. Olması gerekeni bildiğime yemin edebileceğim pek çok an, kaygının yarattığı etkilerden ne kendimi ne organlarımı kurtarabildim. Erdemi, insanlığı, âdil olabilme şerefini, huzuru, dinginliği ve hattâ güzel ve bereketli geçirilebilecek zaman dilimlerini bile hiç edebilen bu kaygıyı organizmadan kusursuz işleyen bir organ hâline dönüştüren yine biziz.
Bazı hâller, bilgi ve kabiliyet üstünlüğü ile bertaraf edilemez. Kaygı başladığında, o an ne yapmamız gerektiğini ya da neyin doğru olduğunu bilmemizle ilgilenmiyor. O sadece olmayan ve belki de hiç olmayacak felaketler üzerine çeşitli senaryolar üretiyor. O kadar çok kötü senaryo üretiyor ki, kısacık bir zaman diliminde zihni birbirinden felaket olasılıklarla dolduruyor. Zihin, içlerinden birini ekarte edebilse, diğerleri baskınlığını koruyor. Bir noktadan sonra zihinsel melekelerle doğru bir analiz yapabilmek de mümkün olmuyor. Çünkü o kadar çok senaryoyu aynı anda analiz edip tekzip edecek bir beynimiz yok. Ağır geliyor. İnsana da sadece o hissedişe teslim olmak kalıyor. 
O hâlde bugün dünden daha az kaygılı oluşumu neye bağladığıma geleyim. Fakat ben bu alt başlıktaki kaygısızlık hâline erişmiş falan değilim. Daha çok yolum var oraya. Sadece ömrümün bir dönemindeki kadar kaygı ile dolu değilim. Ama her gün yine az bir ve daha fazla olacak şekilde kaygılı anlara uğruyorum. Elbette bunun da faydaları var. Fakat aşırısı sadece zarar…
Kaygısızlık hâline terfi edebilmek için sanırım çokça gayret etmek gerekiyor. Ya da en azından tüm duyguları ölçülü yaşayabilmek ve ister olumlu ister olumsuz olsun, her duyguyu belli bir mizanda var edebilmek için ruhumuzu ve maneviyatımızı beslememiz gerekiyor. 
Reçete: 1. Tevekkül… 2. Tefekkür… 3. Hamd… 4. Zikrullah… 5. Kıraat… 6. Hayırlı amel…
Bu reçete, gayret üzerine maddelere sahip. Yani tevekkül, bir gayrettir. Sonsuz ve kusursuz bir tevekkül, herhâlde biz zât-ı muhteremler için çok yakın bir kavram değil. Ama gayret, Allah’ın lütfuna sebep olur. Gayretle her şeye gücümüz yettiğinden değil, Allah gayreti takdir ettiğinden nail oluruz. Tefekkür de ruhu besleyen ve imanı güçlendiren bir eylem değil mi? İnsan âlemin güzelliklerini keşfe çıktıkça Yaradan’a olan muhabbete kavuşur. Bu muhabbet, insanın ruhunu ve maneviyatını besler. Beslenen ve doyan bir ruh, kaygıdan ancak nasibi kadar alacaktır. Fazlasıyla zamanı tüketmeyecek ve kendini zayi etmeyecektir. Hamd: Bulunulan hâlin bilsek de bilmesek de bir hayrı olduğunu idrak etmektir. Bu da bir gayret ve iman göstergesi değil mi? İşte bu gayret, elbet Allah katından insana bir dinginlik olarak tezahür eder. Zikrullah: Allah’ı anmak, hatırlamak… Bundan daha evlâ ne vardır ki insanın ruhî hastalıklarını gidecek? Hani tespih çekeriz, belli sözleri sıralı olarak tekrarlarız. Bunu sadece bir görev olarak yapmamalı işte! Bu nasıl bir mucizedir oysa! Siz “Allahuekber” dedikçe o nefesle birlikte zikir yayılır evinize… Her yerde dolaşırlar. Evin simasına siner zikirler. Eşine, çocuklarına hatta komşularına kadar yayılır. Öyle yayılır yayılır ki, bu evdeki huzur ve dinginlik nereden geliyor, dersin! Orada zikrullah her metrekareye yayılmıştır. Kıraat: Önce Allah’ın kelâmı olmak üzere her faydalı bilgiyi okumak, öğrendikçe zamanı ve hayatı keşfetmek, insanı gereksiz kaygılarından alır, gerçekliğin ve hayatın bu dengeli akışının varlığını kabule davet eder. Başa gelecekleri kaygılanmakla önleyemeyeceğini, ona dua ve gayretle mani olabileceğini ve bunlara rağmen başa gelenlere sabırla meydan okuyacağını öğrenir insan. Hayırlı amel… Bunun alt başlıkları sınırsız. İnsana, hayvana, doğaya, kendine, ailene, çocuklara, ne kadar yaratılmış varsa hepsine bir fayda ile insan Allah’ı razı edebilecek mertebeye erişebilir. Bunlar döner dolaşır insanın kendini bulur, onda bir huzur ve dinginlik olarak yaşar. İşte bu reçete, kaygının insana vereceği zararları yok eder; ancak ona faydalı olacak kadar var olmaya devam eder.