
“İNSAN nedir?” diye kısa
bir araştırma yaptığımızda, karşımıza, birbirine benzeyen, aynı zamanda birbiri
ile çelişen onlarca tanım çıkıyor. Her kültür, inanç, felsefî akım ve öğretiye
göre farklı açıklamalar var.
Sözlükte,
“İnsan: Memelilerden iki eli, iki ayağı bulunan, iki ayak üzerinde dik bir
şekilde dolaşan, aklı ve düşünme yeteneği olan, dille, sözle anlaşan, en
gelişmiş canlı sayılan yaratık” diye ifade edilmiş. “Yaratılmış” kelimesini
dahi kullanmaktan imtina edilmiş bu ifadeler, ruhsuz ve mekanik bir tanımdan öteye
gitmiyor.
En
yaygın tanımları ise “Düşünen bir varlıktır”, “Ahsen-i takvîmdir”, “Eşref-i
mahlûkattır (yaratılmışların en şereflisi)” şeklinde... İnsan, aklı olan ve
düşünen özel bir varlıktır. Bu tanımları yapılan ve “eşref-i mahlûkat” olarak
tarif edilen muhteşem varlık insan, yapısı itibarı ile özgür iradeye sahip,
yaşamını idame ettiren, kendini üretebilen ve idare edebilen bir kahramandır. Hayatta
kalmak için en temel aracı, akıldır.
Düşünebilmesi,
yorumlaması ve mantığını en üst düzeyde kullanmasına, kendini idare
edebilmesine rağmen dıştan etkilere, yönlendirmelere ve yönetilmeye de oldukça
açıktır insan. Eşref-i mahlûkat olan insan, son yıllarda (çeşitli) entrika ve
şeytanî yöntemlerle dayatılan, bedensel arzuların tatminini önceleyen, tüketime
dayalı popülist kültürlerle mânâdan uzaklaştırılarak maddenin esiri hâline
getirildi.
Salt
beden olarak var olmak, cismânî bedenin hayvanî arzularını doyurmak amacıyla
sunulan dayatma ve sömürü karşısında tavır koyamaz, yorum yapamaz ve direnç
gösteremez durumdayız. Çünkü birileri insanın doğasını, psikolojisini, zihinsel
süreçlerini, yapısını, dirençlerinin kırılma ve zayıf noktalarını çözmeye
başladı ve bu bilgileri şeytanî ve şer amaçları doğrultusunda acımasızca kullanıyorlar.
Birilerinin belirlediği çizgi, sınır ve dayatmaları süzgeçsiz kabul ediyoruz. Onların
doğrularını, dayatmalarını ve belirledikleri söylemleri kabul edip inanır olduk.
Bu
şekilde pasif durdukça ve eylem olarak yetersiz kaldıkça, kendi değerlerimizden
ve kimliğimizden uzaklaştıkça, onların belirledikleri zindanlara çekilmeye
devam edeceğiz.
Bizler
bilgiye ulaşma, işleme, saklama ve kullanma noktasında etkili ve kalıcı
alternatifler üretmek mecburiyetindeyiz.
Düşünüyoruz,
öyleyse varız(!)
Dışarıdan
bakılınca bizler de çalışıyoruz. Tabiî adına “çalışma” denilirse... Bu “çalışma”
söylemini pesimist bir şekilde ifade edersek... Daha çok “kısıtlanmak,
sömürülmek, köleleşmek, birilerine itaat eden çağdaş köleler olarak daha çok
yok olmak” için...
Çalışıyoruz,
çabalıyoruz, didiniyoruz… Ne için? Yaşam kalitesini arttırmak için... Peki,
(gerçekten) yaşam kalitemizi arttırmak için mi çalışıyoruz?
Mantıklı
olarak baktığımızda, durumun hiç de öyle olmadığını görüyoruz. Güya yaşam
kalitesini yükseltme adına, “yaşam standardı” diye dayatılan masallarla eşyanın
ve maddenin kölesi olmak için didiniyoruz. Yaşamımızı kolaylaştırmak ve
güzelleştirmek adına, estetik, kültürel ve inançsal çerçeveden uzaklaşarak, ürettiğimiz
eşyanın ve kullandığımız teknolojik aletlerin köleleri hâle getirildik. Öyle
bir uyutulma ve uyuşturulma ki, yok oluşun farkına bile varamıyoruz. Cellâdına âşık
olan insanlar gibi olmaya başladık.
Bazı
şeyleri fark etsek de, etmesek de ailemizdeki, çevremizdeki ve çalışma
ortamlarındaki tükenişe seyirci kalmaktan başka çaremiz kalmamış. Müdahale
etmek bir yana, düşünme ve idrak kanallarımız dahi tıkanmış.
Descartes,
“Düşünüyorum, öyleyse varım” diyor. Salt bedensel olarak var olmak, yalnız
başına yeterli olur mu acaba? Berkeley ise, “Var olmak, algılanmaktır” diyor. Hepimiz düşünüyoruz ve bu dünyada varız. Peki,
gerçekten var mıyız?
Bugün
varız ve var olduğumuzu iddia edebiliyoruz. Yarın yok olmamak ve varlığımızı
iddia edebilmek için insanî, İslâmî, millî ve kültürel dinamiklerimizi iyi
tanıyıp geliştirmeliyiz. Gerçek anlamda var olmak ve varlığı hissetmek için çok
şeye ihtiyacımız var. Bilgiye, kültüre, eğitime, bilime, ihtiyacımız var. Peki, sadece bunların olması yeterli midir? Değildir,
ama bunlar olmadan diğer unsurları inşâ edemeyiz.
İnsanın
bedeni var ama ruhu yok ise, mekaniktir. Ruhu var ama aklî melekeleri yerinde
değilse, bilgiyi işleyecek inanç, insanî değerler, estetik ve sanatsal bakış
açısı yok ise, o kişinin gerçek anlamda varlığından bahsedemeyiz.
İnancı,
kültürü, estetiği, sanatı ve insanî değerleri göz önünde bulundurmadan yapılan
çalışmalar insanı mutsuzlaştırmaya ve sonunda yok olmaya mahkûm edecektir.
Eğitim, talim ve terbiyeyi içine almazsa ruhsuzlaşarak eksik kalacağından, ne
kadar uğraş verilirse verilsin, amaca ulaşılamayacaktır.