Kaybolan kimliğimiz ve tükenen biz

İnancı, kültürü, estetiği, sanatı ve insanî değerleri göz önünde bulundurmadan yapılan çalışmalar, insanı mutsuzlaştırmaya ve sonunda yok olmaya mahkûm edecektir. Eğitim, talim ve terbiyeyi içine almazsa ruhsuzlaşarak eksik kalacağından, ne kadar uğraş verilirse verilsin, amaca ulaşılamayacaktır.

“İNSAN nedir?” diye kısa bir araştırma yaptığımızda, karşımıza, birbirine benzeyen, aynı zamanda birbiri ile çelişen onlarca tanım çıkıyor. Her kültür, inanç, felsefî akım ve öğretiye göre farklı açıklamalar var.

Sözlükte, “İnsan: Memelilerden iki eli, iki ayağı bulunan, iki ayak üzerinde dik bir şekilde dolaşan, aklı ve düşünme yeteneği olan, dille, sözle anlaşan, en gelişmiş canlı sayılan yaratık” diye ifade edilmiş. “Yaratılmış” kelimesini dahi kullanmaktan imtina edilmiş bu ifadeler, ruhsuz ve mekanik bir tanımdan öteye gitmiyor.

En yaygın tanımları ise “Düşünen bir varlıktır”, “Ahsen-i takvîmdir”, “Eşref-i mahlûkattır (yaratılmışların en şereflisi)” şeklinde... İnsan, aklı olan ve düşünen özel bir varlıktır. Bu tanımları yapılan ve “eşref-i mahlûkat” olarak tarif edilen muhteşem varlık insan, yapısı itibarı ile özgür iradeye sahip, yaşamını idame ettiren, kendini üretebilen ve idare edebilen bir kahramandır. Hayatta kalmak için en temel aracı, akıldır.

Düşünebilmesi, yorumlaması ve mantığını en üst düzeyde kullanmasına, kendini idare edebilmesine rağmen dıştan etkilere, yönlendirmelere ve yönetilmeye de oldukça açıktır insan. Eşref-i mahlûkat olan insan, son yıllarda (çeşitli) entrika ve şeytanî yöntemlerle dayatılan, bedensel arzuların tatminini önceleyen, tüketime dayalı popülist kültürlerle mânâdan uzaklaştırılarak maddenin esiri hâline getirildi.

Salt beden olarak var olmak, cismânî bedenin hayvanî arzularını doyurmak amacıyla sunulan dayatma ve sömürü karşısında tavır koyamaz, yorum yapamaz ve direnç gösteremez durumdayız. Çünkü birileri insanın doğasını, psikolojisini, zihinsel süreçlerini, yapısını, dirençlerinin kırılma ve zayıf noktalarını çözmeye başladı ve bu bilgileri şeytanî ve şer amaçları doğrultusunda acımasızca kullanıyorlar. Birilerinin belirlediği çizgi, sınır ve dayatmaları süzgeçsiz kabul ediyoruz. Onların doğrularını, dayatmalarını ve belirledikleri söylemleri kabul edip inanır olduk.

Bu şekilde pasif durdukça ve eylem olarak yetersiz kaldıkça, kendi değerlerimizden ve kimliğimizden uzaklaştıkça, onların belirledikleri zindanlara çekilmeye devam edeceğiz.

Bizler bilgiye ulaşma, işleme, saklama ve kullanma noktasında etkili ve kalıcı alternatifler üretmek mecburiyetindeyiz.

Düşünüyoruz, öyleyse varız(!)

Dışarıdan bakılınca bizler de çalışıyoruz. Tabiî adına “çalışma” denilirse... Bu “çalışma” söylemini pesimist bir şekilde ifade edersek... Daha çok “kısıtlanmak, sömürülmek, köleleşmek, birilerine itaat eden çağdaş köleler olarak daha çok yok olmak” için...

Çalışıyoruz, çabalıyoruz, didiniyoruz… Ne için? Yaşam kalitesini arttırmak için... Peki, (gerçekten) yaşam kalitemizi arttırmak için mi çalışıyoruz?

Mantıklı olarak baktığımızda, durumun hiç de öyle olmadığını görüyoruz. Güya yaşam kalitesini yükseltme adına, “yaşam standardı” diye dayatılan masallarla eşyanın ve maddenin kölesi olmak için didiniyoruz. Yaşamımızı kolaylaştırmak ve güzelleştirmek adına, estetik, kültürel ve inançsal çerçeveden uzaklaşarak, ürettiğimiz eşyanın ve kullandığımız teknolojik aletlerin köleleri hâle getirildik. Öyle bir uyutulma ve uyuşturulma ki, yok oluşun farkına bile varamıyoruz. Cellâdına âşık olan insanlar gibi olmaya başladık.

Bazı şeyleri fark etsek de, etmesek de ailemizdeki, çevremizdeki ve çalışma ortamlarındaki tükenişe seyirci kalmaktan başka çaremiz kalmamış. Müdahale etmek bir yana, düşünme ve idrak kanallarımız dahi tıkanmış.

Descartes, “Düşünüyorum, öyleyse varım” diyor. Salt bedensel olarak var olmak, yalnız başına yeterli olur mu acaba? Berkeley ise, “Var olmak, algılanmaktır” diyor.  Hepimiz düşünüyoruz ve bu dünyada varız. Peki, gerçekten var mıyız?

Bugün varız ve var olduğumuzu iddia edebiliyoruz. Yarın yok olmamak ve varlığımızı iddia edebilmek için insanî, İslâmî, millî ve kültürel dinamiklerimizi iyi tanıyıp geliştirmeliyiz. Gerçek anlamda var olmak ve varlığı hissetmek için çok şeye ihtiyacımız var. Bilgiye, kültüre, eğitime, bilime, ihtiyacımız var. Peki, sadece bunların olması yeterli midir? Değildir, ama bunlar olmadan diğer unsurları inşâ edemeyiz.

İnsanın bedeni var ama ruhu yok ise, mekaniktir. Ruhu var ama aklî melekeleri yerinde değilse, bilgiyi işleyecek inanç, insanî değerler, estetik ve sanatsal bakış açısı yok ise, o kişinin gerçek anlamda varlığından bahsedemeyiz.

İnancı, kültürü, estetiği, sanatı ve insanî değerleri göz önünde bulundurmadan yapılan çalışmalar insanı mutsuzlaştırmaya ve sonunda yok olmaya mahkûm edecektir. Eğitim, talim ve terbiyeyi içine almazsa ruhsuzlaşarak eksik kalacağından, ne kadar uğraş verilirse verilsin, amaca ulaşılamayacaktır.