DÜNYA, ilân edilmemiş
üçüncü büyük savaşını yaşıyor. Yeni nesil, devam etmekte olan bu savaşın
farkında değil. Garip olansa, farkında olmayacağı… Önceki iki büyük harpte
olduğu gibi bu harbin de iki kanadı bulunuyor: “Hak” ve “bâtıl”…
Savaş
evrensel boyutta olmasına rağmen, Ortadoğu merkezli ve özellikle Anadolu
coğrafyası çevresinde cereyan etmektedir. Doksanlı yıllarda büyük sömürgeci baş
terörist ABD’nin Irak’ı işgaliyle şiddetlenen savaş, tüm hızıyla sürmektedir.
Bu
üçüncü dünya savaşında göz ardı edilen ama bilinmesi gereken en öncelikli vasıf,
henüz kendisine bir ad konulmamış olması. İsterlerse tarihçiler “Modern Haçlı Savaşı”
adını verebilirler. Savaşın mazlum ve mağduru Müslümanlar “hak”, Hıristiyanlar
ise “bâtıl” taraftarıdırlar. Zulme maruz kalan ve sürekli ezilen Müslümanlar, yeryüzünde
dağınık ve perişan hâldeler. Bir asır önce en büyük dayanak ve koruyucusu olan
“Hilâfet” makâmı ellerinden alındıktan sonra imamesi kopmuş tespih taneleri
gibi yeryüzü coğrafyasına saçıldılar. Küfür diyarında sığınak arayan ve Akdeniz’in
sularında hayatlarını boğularak kaybeden milyonlarca Müslümanın hesabı bile
verilmiyor.
Gelinen
bu noktada tüm dünya, özellikle Türkiye Müslümanları ne durumda ve ne istemektedirler?
Haklı, ana hatları belli ama açığa vurulmayan istekleri nelerdir? Tek kelime
ile özetlemek mümkün mü? Bu zor, ama ifade etmekte fayda var…
Tarihçiler
her yirmi beş yılı bir nesil kabul etmektedirler. Dört nesilden beri sürmekte
olan ıstırap ve çok boyutlu meselelerin kaynağında Müslümanlar, ellerinden
alınan, kaybettikleri kurumlarını ve değerlerini aramaktadırlar.
Müslüman
ne kaybetti, ne arıyor?
Dünya
Müslümanları öncelikle evrensel ve siyâsî bir makam olan “Hilâfet”i aramakta ve
yeniden kavuşacakları günün özlemini duymaktadırlar. Çünkü emperyalizm, İslâm’ın
gücünü kırmak ve sömürmek için önce bu makamı yıkmıştır. Adil bir dünyada
sadece Müslümanlar değil, ehl-i küfür dahi su ve ekmek kadar Hilâfet’e ihtiyaç duymaktadır.
Yeniden diriliş için atılacak öncelikli adım, Hilâfet’in ihyâsı ve dirilişidir.
Bir
konunun altını çizmekte yarar var: İslâm dinini öteki dinlerden ayıran en
önemli fark, onun, bizzat hayatın tüm alanlarını kapsayan ekonomik, sosyal ve
siyâsî evrensel bir din olmasıdır. Beşikten mezara, insan hayatının tüm
ayrıntılarına dair İslâm, bir kurallar manzumesi va’z etmiştir. Daha açık bir
deyimle, “İslâm, sosyal ve medenî bir dindir”.
Bu
sebeple İslâm, büyük bir medeniyetin doğuşunu ve hayata geçmesini sağlamıştır.
İslâm Medeniyeti, sadece Müslümanları değil, insanlığı tümüyle kucaklamaktadır.
İnsanlığa hediye ettiği önemli kaynaklardan biri olan alfabesini kaybetmiştir.
Bu alfabe, aynı zamanda medeniyetin başlı başına yazılı belgesidir. Öyle bir
darbe vurulmuştur ki, yeni nesiller bırakın kütüphane raflarını dolduran
ciltlerle kitabı, dedelerinin mezar taşlarını bile okuyamamaktadır. Günlük ve
sosyal hayatın vazgeçilmezlerinden olan haftalık Cuma gününü ve Cuma etrafında oluşturulan
kutsal kavramları kaybedilmiştir. Altı yüz yıllık bir deneyim sonunda oluşan ve
ortaya çıkan “Mecelle” gibi muhteşem bir kanun âbidesi çöpe atılmış, yerine İsviçre
Medenî Kanunu ikâme edilmiştir.
Bakırköy
Akıl ve Ruh Hastalıkları Hastanesi’nin kurucusu rahmetli Prof. Dr. Mazhar Osman,
Medenî Kanun’a âdeta isyan etmiştir. İsviçre’den tercüme edilerek TBMM’ye sevk
edildiği günlerde bu kanun için TBMM’ye gelmiş ve söz konusu kanunun
yasalaşmaması için teşebbüste bulunmuştur. Netice alamayınca, çıkarmakta olduğu
“Sıhhî Sahifeler” dergisinde şiddetli bir eleştiride bulunmuştur: “Bir Şarklı,
eşinin sesini bile başkasının işitmesine tahammül edemez. Bir Batılı, eşine
gözü önünde yapılan şakalaşmalara lakayt kalır.” (Sıhhî Sahifeler, 15 Şubat
1340, Sene: 2, Sayı: 2.)
Gönüllerinde
hâlâ acısını duydukları vahim kayıplardan biri de söz konusu yasa uygulaması
ile Müslümanların evlenme, boşanma ve miras hukuku alanında yaşanmaktadır.
Eşini seçme hakkına sahip olan Müslüman bir erkek, ne yazık ve ne hazindir ki,
boşama hakkına sahip değildir. Boşanmaya hâkim karar vermektedir. Ne hukuk, ne sosyal
anlayış olarak bu fahiş çelişkiyi açıklamak mümkündür. Çünkü evlilik, kutsal
bir kurumdur. Kur’ân-ı Kerîm, evliliği “Hududullah” (Allah’ın sınırı) olarak
tavsif etmektedir.
Sosyoloji,
tarih ve ilâhiyatın ilgi alanlarına giren yukarıdaki her bir konu, incelenmesi
ve üzerinde düşünülmesi gereken önemli mevzulardır. Kısa bir yazı çerçevesinde
değinilerek geçiştirilecek konular değildirler. Çünkü her bir konu etrafında
gösterilen reaksiyonlar binlerce cana mâl olmuştur. Yeni nesillerin bu
gerçekleri bilmelerinde mutlak bir zaruret vardır.
Hıristiyan
Batı neyi plânladı ve ne elde etti?
Biraz
düşünmek ve tarihin yazdıklarına kulak vermek zarureti bulunmaktadır. Hıristiyan
Batı, öncelikle İslâm’ın Tevhîd akîdesine düşmandır. Tevhîd merkezli tüm
değerlere tarih boyunca savaş açmıştır. En çarpıcı örneği de Haçlı Seferleridir.
Haçlı
Batı, Hilâfet’in düşmanıdır. İstediğini elde etmiş ve bu makâmı kaldırtmıştır. Medeniyetin
yazılı belgesi olan alfabeye karşı düşmanca tavır almış ve nesillerin medeniyet
ve mâzisiyle bağını koparmıştır. Haçlı, İslâm’ın temel değerlerinden olan aile
ve evlilik kurumunu ithâl kanunlar ikâme ederek örselerken, hakkında müstakil
bir sûre olan Cuma imkânı ellerinden alınarak Cumartesi gününü Yahudi, Pazar’ı
da Hıristiyanlara ait iken Müslümanları Yahudi ve Hıristiyan kutsallarına
mecbur ve mahkûm etmiştir.
Demokrasi
ve lâiklik gibi sadece Hıristiyanlara ait kavramları Müslümanların zihinlerine
sokarak kendi kutsallarından uzaklaştırdığı gibi, Nasranî kavramlara kutsallık
izafe edilmiştir. Büyük fethin sembolü Ayasofya Camii müzeye çevrilerek fethin
izleri silinirken, Hıristiyan Avrupa’ya şirin görünmeye çalışılmıştır. Bir asır
sonra, on yedi yıl önce Hilal ile Haç çatışması arenasında yakalanan siyâsî imkân
sayesinde Müslümanlar, kaybettiklerine kavuşmak için büyük ümîde
kapılmışlardır. Ama gelinen noktada ne yazık ki umulan bulunamamıştır. Ne Cuma’nın
kutsalına ermişler, ne Ayasofya açılmış, ne Hilâfet gündeme taşınmıştır.
Ümitler bir başka bahara kalmıştır.
Özellikle
eğitim, taammüden Kemâlist ve anti-İslâmcı bir zihniyete ihale edilip minik
tesellilerle avutulan Müslümanların beklentileri yarınlara saklanmışken, Hıristiyan
Batı ise başta Türkiye olmak üzere Ortadoğu’da, Dâru’l-İslâm’da amacına dev
adımlarla ilerlemektedir.
Osmanlı’ya
karşı açılan cephelerde akan kan, Haçlı Batı’yı doyurmamıştır. Sadece Balkanlardan
atılırken beş milyon insan katledilmiştir. Haçlıların günümüzde devam eden Irak
işgali ve Suriye olayları bile milyonlarca insanın canına mâl olmuştur.
Büyük
bir medeniyetin vârisi olan yeni nesiller, sahip oldukları topraklarda göçebe
hâlinde horlanmakta, aşağılanmakta, yarınlarını kaybetmenin bedbahtlığındadırlar.
Başta Türkiye olmak üzere tüm yeryüzü Müslümanları, tarihteki eski ihtişamlı ve
azâmetli günlerine kavuşmak için yeni bir yol haritasına ihtiyaç
duymaktadırlar.