HEP bir geçmiş zaman
hikâyesi vardır kulaklarımıza fısıldanan. Eski fakat eskitilmekten imtina
edinilmiş hatıralar, kaybedilmiş değerler, yitirilmiş servetler ve tarihin
acılarını taşır insan yaşadığı anın içine…
Ah!
Genelleme yapmadan evvel şu şerhi düşmek gerek belki de: Sadece bizim
coğrafyamızda mı böyledir, yoksa insanın olduğu her yerde ve her iklimde geçmişin
elleri bir ihanet masalı gibi gömlekleri arkadan mı yırtar?
Bilmiyorum…
Romanlardan, haberlerden, duyduğumdan, gördüğümden bildiğim odur ki, insan
yitiklerine yandığı kadar yanmıyor içinde bulunduğu zamanı fütursuzca harcarken.
“Var”larının, varlığının, varlık olduğunun ihmâlini kendine ihanet edercesine
yoka sayıp yoksulluğundan beslenmeye çalışıyor. Yitip gitmiş eski bayramlar
taht kuruyor bir bayram sabahı sofrasına. Kendi gençliğini ihtar veren bir
işaret parmağı hükmünde yeni neslin yüzüne yüzüne sallıyor.
“Bizim
zamanımızda…” diye başlayan ve saygıdan, sevgiden, edepten, erdemlerden dem
vurmalarla devam eden bir küçümseme resitali sunmakla, yitip gitmiş zamanla
yaşanan an harcanıyor. Bitimsiz bir beğenmeme ve yetinememe ile kalite kontrol
memuru gibi dolaşıyor benzerlerinin arasında. Ve ne acıdır ki, hep
kaybettiğimizden söz ediyor!
Maziye
vefa güzeldir; hatıralara da… Fakat bir nostalji furyasına tutulmuşluğun dramı
“an”a gölgesini düşürüyor ve geleceği ipotekliyorsa durup bir düşünmek
gerekiyor. En önemlisi de, vicdan, merhamet, şefkat ve muhabbet gibi insanı
insan kılan hissiyatımızı kaybedişlerden söz etmeler çoğalıyor her geçen gün.
Ve insan, insanlığını kaybetmenin kederine düşmek yerine mazinin mirası ile
oyalandıkça geleceğin servetinden çaldığının ayırdına varamıyor. Kaybettiklerini
hatırlatmakla yeni neslin yüzüne bir işaret parmağı gibi kendi gençliğini
savurup ihtar ediyor.
Kendimi
tenzih ediyor değilim, yarım asrı aşmış yaşamışlığımda benim de özlemle ardıma
baktığım oluyor; hatıralarım anın içine düşüp zamanımı kâh çoğaltıyor, kâh
çalıyor… İş ki, daha fazla gecikmeden kaybettiklerimizden söz edişlerimiz kadar
kazanımlarımızdan söz etmeyi, yoklarımıza sızlandığımız kadar varlarımızın
farkına varabilmeyi pratik hâline getirmek için gayret kesilmemiz gerektiğini
düşünüyorum. Çünkü yeni neslin kulağına kaybettiklerimizi değil kazanımlarımızı
fısıldamakla güçleneceğimize, insan oluşumuza ve insanlığa böyle yatırım
yapabileceğimize inanıyorum.
Unutmayalım
ki, gençler çocukluklarından kalma ışıltılarla bakıyorlardı hayata dair
mesuliyetleri artmadan önce gözlerimizin içine. Kaybettiklerimizi duydukça,
kendi geçmişimizle kıyaslandıkça, o bakışlarına düşen gölgelerde payımız var.
Onlara umursamazlığı aşılayan ve rahatını bozmaktan alıkoyan da bizleriz.
Toplu
taşıma araçlarında büyüğüne yer vermeyen genci görünür görünmez, duyulur
duyulmaz ihtarlarla nasıl umursamazlaştırdığımızı ve dolaylı olarak umarsızlaştırdığımızı
görmeliyiz artık. O gencin vazgeçmiş aldırmazlığından pek çok yetişkinin pek
farkının olmadığını fark etmeli, yeni neslin elini kolunu bağlamaktan
vazgeçmeliyiz.
Şöyle
bakıyorum da, kimilerinin tıpkı büyüğüne yer vermemek için gözlerini kapatmayı,
kulaklarını kulaklığı ile tıkamayı, hayatın gürültüsünü dinlediği müzikle
bastırmayı çare edinişine benzer insan manzaraları görüyorum. Dünya
değişiyormuş, yeni bir düzen kuruluyormuş, teknoloji almış başını gitmiş de
uzaya fırlatılan uydularla mahremiyetimiz tehlikedeymiş, bir görünmez virüsle
dünya dize getirilmişse de umurunda olmayanların o gençten bir farkı var mı?
İnsan olmaklığın sınırını, hatta vatan sınırını ve tüm insanlığın sınırlarını
ihlâl edenlerin sayısı az mı? Anlık menfaatler için kötüyle yan yana durmak,
kötülüğe göz yummak, tüm eleştiri ve tavsiyelere kulak tıkamak, o gencin
oturduğu koltuk miktarı kadar kendine sağladığı alan ve mâkâm ile oyalanmak,
bir umursamazlık değil mi?
Biliriz
ki, kaybetmek bir süre sonra alışkanlık hâline gelebilir. Çünkü yeniye, iyiye
güç yetirecek takat bırakmaz çoğu zaman kaybedişler. Kaybettiklerimizden söz
ettikçe, kaybetmeyi vasıftan sayma ve bir alışkanlık hâline getirme
rahatsızlığını terk etmek gerek.
Rahatımızı
bozup bu ve benzer rahatsızlıklarımızı sahip olduğumuz kıymetler üzerinden yol
almak ve insan olmaklığımızın hakkını vermek için çaba sarf etmeyi tercih
etmeliyiz. Kanıksanmış kaybedişler yerine sahip olduğumuz akıl ve kalp gibi
varlıklarımızla nefsimizin hakkından gelmeyi başardığımızda, insanlığımızı
yitiklerimizle değil, kazanımlarla koruyacağımıza inandığımızda iki büyük
başarı bizim olacaktır: Hem şükrümüzü fiilî olarak eda etmek, hem de tekâmül ve
inkişaf için gayrete gelmek…
Bu
ay Kültür Ajanda’mızı ifade olarak iki kelimeyle, derinlik olarak külliyatlar
dolusu izaha muhtaç “insan olmak” teması ile hazırladık. Kendimizi kendimize ve
insanlığın saadeti için insan olmanın vasıflarını hatırlatırken, üzerimize
düşen mesuliyetlere değindik ve siz kıymetli okurlarımızın dikkatine sunduk.
Birbirimizin
kulağına kazanımlarımızı fısıldamak dileği ile huzurlu okumalar diliyoruz…
Hoşnut kalınız efendim!