“Kaybettik, çünkü bize kaybettiğimiz söylendi!”

Bu ay Kültür Ajanda’mızı ifade olarak iki kelimeyle, derinlik olarak külliyatlar dolusu izaha muhtaç “insan olmak” teması ile hazırladık. Kendimizi kendimize ve insanlığın saadeti için insan olmanın vasıflarını hatırlatırken, üzerimize düşen mesuliyetlere değindik ve siz kıymetli okurlarımızın dikkatine sunduk.

HEP bir geçmiş zaman hikâyesi vardır kulaklarımıza fısıldanan. Eski fakat eskitilmekten imtina edinilmiş hatıralar, kaybedilmiş değerler, yitirilmiş servetler ve tarihin acılarını taşır insan yaşadığı anın içine…

Ah! Genelleme yapmadan evvel şu şerhi düşmek gerek belki de: Sadece bizim coğrafyamızda mı böyledir, yoksa insanın olduğu her yerde ve her iklimde geçmişin elleri bir ihanet masalı gibi gömlekleri arkadan mı yırtar?

Bilmiyorum… Romanlardan, haberlerden, duyduğumdan, gördüğümden bildiğim odur ki, insan yitiklerine yandığı kadar yanmıyor içinde bulunduğu zamanı fütursuzca harcarken. “Var”larının, varlığının, varlık olduğunun ihmâlini kendine ihanet edercesine yoka sayıp yoksulluğundan beslenmeye çalışıyor. Yitip gitmiş eski bayramlar taht kuruyor bir bayram sabahı sofrasına. Kendi gençliğini ihtar veren bir işaret parmağı hükmünde yeni neslin yüzüne yüzüne sallıyor.

“Bizim zamanımızda…” diye başlayan ve saygıdan, sevgiden, edepten, erdemlerden dem vurmalarla devam eden bir küçümseme resitali sunmakla, yitip gitmiş zamanla yaşanan an harcanıyor. Bitimsiz bir beğenmeme ve yetinememe ile kalite kontrol memuru gibi dolaşıyor benzerlerinin arasında. Ve ne acıdır ki, hep kaybettiğimizden söz ediyor!

Maziye vefa güzeldir; hatıralara da… Fakat bir nostalji furyasına tutulmuşluğun dramı “an”a gölgesini düşürüyor ve geleceği ipotekliyorsa durup bir düşünmek gerekiyor. En önemlisi de, vicdan, merhamet, şefkat ve muhabbet gibi insanı insan kılan hissiyatımızı kaybedişlerden söz etmeler çoğalıyor her geçen gün. Ve insan, insanlığını kaybetmenin kederine düşmek yerine mazinin mirası ile oyalandıkça geleceğin servetinden çaldığının ayırdına varamıyor. Kaybettiklerini hatırlatmakla yeni neslin yüzüne bir işaret parmağı gibi kendi gençliğini savurup ihtar ediyor.

Kendimi tenzih ediyor değilim, yarım asrı aşmış yaşamışlığımda benim de özlemle ardıma baktığım oluyor; hatıralarım anın içine düşüp zamanımı kâh çoğaltıyor, kâh çalıyor… İş ki, daha fazla gecikmeden kaybettiklerimizden söz edişlerimiz kadar kazanımlarımızdan söz etmeyi, yoklarımıza sızlandığımız kadar varlarımızın farkına varabilmeyi pratik hâline getirmek için gayret kesilmemiz gerektiğini düşünüyorum. Çünkü yeni neslin kulağına kaybettiklerimizi değil kazanımlarımızı fısıldamakla güçleneceğimize, insan oluşumuza ve insanlığa böyle yatırım yapabileceğimize inanıyorum.

Unutmayalım ki, gençler çocukluklarından kalma ışıltılarla bakıyorlardı hayata dair mesuliyetleri artmadan önce gözlerimizin içine. Kaybettiklerimizi duydukça, kendi geçmişimizle kıyaslandıkça, o bakışlarına düşen gölgelerde payımız var. Onlara umursamazlığı aşılayan ve rahatını bozmaktan alıkoyan da bizleriz.

Toplu taşıma araçlarında büyüğüne yer vermeyen genci görünür görünmez, duyulur duyulmaz ihtarlarla nasıl umursamazlaştırdığımızı ve dolaylı olarak umarsızlaştırdığımızı görmeliyiz artık. O gencin vazgeçmiş aldırmazlığından pek çok yetişkinin pek farkının olmadığını fark etmeli, yeni neslin elini kolunu bağlamaktan vazgeçmeliyiz.

Şöyle bakıyorum da, kimilerinin tıpkı büyüğüne yer vermemek için gözlerini kapatmayı, kulaklarını kulaklığı ile tıkamayı, hayatın gürültüsünü dinlediği müzikle bastırmayı çare edinişine benzer insan manzaraları görüyorum. Dünya değişiyormuş, yeni bir düzen kuruluyormuş, teknoloji almış başını gitmiş de uzaya fırlatılan uydularla mahremiyetimiz tehlikedeymiş, bir görünmez virüsle dünya dize getirilmişse de umurunda olmayanların o gençten bir farkı var mı? İnsan olmaklığın sınırını, hatta vatan sınırını ve tüm insanlığın sınırlarını ihlâl edenlerin sayısı az mı? Anlık menfaatler için kötüyle yan yana durmak, kötülüğe göz yummak, tüm eleştiri ve tavsiyelere kulak tıkamak, o gencin oturduğu koltuk miktarı kadar kendine sağladığı alan ve mâkâm ile oyalanmak, bir umursamazlık değil mi?

Biliriz ki, kaybetmek bir süre sonra alışkanlık hâline gelebilir. Çünkü yeniye, iyiye güç yetirecek takat bırakmaz çoğu zaman kaybedişler. Kaybettiklerimizden söz ettikçe, kaybetmeyi vasıftan sayma ve bir alışkanlık hâline getirme rahatsızlığını terk etmek gerek.

Rahatımızı bozup bu ve benzer rahatsızlıklarımızı sahip olduğumuz kıymetler üzerinden yol almak ve insan olmaklığımızın hakkını vermek için çaba sarf etmeyi tercih etmeliyiz. Kanıksanmış kaybedişler yerine sahip olduğumuz akıl ve kalp gibi varlıklarımızla nefsimizin hakkından gelmeyi başardığımızda, insanlığımızı yitiklerimizle değil, kazanımlarla koruyacağımıza inandığımızda iki büyük başarı bizim olacaktır: Hem şükrümüzü fiilî olarak eda etmek, hem de tekâmül ve inkişaf için gayrete gelmek…

Bu ay Kültür Ajanda’mızı ifade olarak iki kelimeyle, derinlik olarak külliyatlar dolusu izaha muhtaç “insan olmak” teması ile hazırladık. Kendimizi kendimize ve insanlığın saadeti için insan olmanın vasıflarını hatırlatırken, üzerimize düşen mesuliyetlere değindik ve siz kıymetli okurlarımızın dikkatine sunduk.

Birbirimizin kulağına kazanımlarımızı fısıldamak dileği ile huzurlu okumalar diliyoruz…

Hoşnut kalınız efendim!