Kavramlara “adil” bir bakış

Satırbaşı yaparken, düşüncelerimizi paçasından çekiştiren bir şeyler olduğunun farkındayım. Düzen diyelim, şartlar diyelim, iç âlem diyelim, ne dersek diyelim ama ne olur, sözü Mevlâna ile bitirelim: “Adalet, her şeyi yerli yerine koymak demektir. Ayakkabı ayağın, külâh başındır.”

İDEOLOJİLER ve kavramlar arasında, yanında yahut karşısında durduğumuz ömürler yaşıyoruz. Tüm izm’lerden uzak yahut kümeleştirme hâlinde bir toplama kampı yaşadığımız her bir alan. Dün neysek, bugün de o değiliz artık…

Tanımlarımız, kavramlarımız, kendimizi betimleme şeklimiz ve aidiyet duyduğumuz o şey her ne idiyse, değişime uğramadığını kimse iddia edemez şimdilerde. Kendi yağmurumuzdan doldurduğumuz sularımız, Batı’dan gelen soğuk hava dalgasıyla donmuş vaziyette. Uzun zamandır değil aba altından, açıktan açığa sopa gösterdiğimiz her ne varsa, aslında çok da uzak olmayan bir geçmişte tam da ait olduklarımızdı.

Yalnızca Müslüman olarak tanımlandığımız ve bu tarifin herkesçe yeterli olduğu dönemleri arkada bıraktık. Hayatın yön verici hangi alanı varsa, Müslüman kimliğimize “yakıştırmamız” gereken yeni kavramlarımız var. Demokratik devlet, milliyetçi zihniyet, lâik yönetim, hümanist Müslüman… Sıralamayı değiştirebilir, tamlamaları arttırabiliriz elbet… Kendimizi nasıl tanımladığımız ve hangi toplum düzenine aidiyet hissettiğimiz konusu, yaşadığımız düzeni toptan değiştirecek “kök zihniyet” aslında.

Bir yandan kendini oluşturmaya ve var etmeye çalışan insan, diğer yandan benimsediği her ne varsa -ki günümüz dünyasında bunların başında “izm”ler geliyor-, onu dış dünyada da gerçekleştirmeye çalışır. Böylece oluşan ve yayılan her kavram bir yandan kendi kutsî gelişimini sağlarken, diğer yandan yaşanmışlığa ve yaşanana temas ederek onu dönüştürür. Bu durumda, dünden bu yana cebimizde taşıdıklarımızı değersiz çakıl taşları gibi oraya buraya savurduğumuzdan, parçalanmış kimliklerimiz arasındaki bocalayışımız da bitmez tükenmez bir hâl almış durumda.

Yaşadığımız dünya düzeninin karmaşıklığı arasında katmanlaşmış -yahut “katranlaşmış” mı demeliydim- tanım ve kavramlardan birkaç tanesi, özellikle üstünde durulması gerektiğine inandıklarım arasında.

Elbet günlük hayatımızda bile hiç düşünmeksizin kullandığımız ve içini doldurmak için hiçbir çaba sarf etmediğimiz bu kavramlarımızın biri diğerinden değerli değil. Ancak “adil bakışların” hâkimiyeti altına girmesini istediğim tanımlardan günümüzde en yaygınlaşmış olan birkaç tanesini seçmek istedim.

Hümanizm… Sözü bu noktada tüm celâliyle Cemil Meriç başlatsın istiyorum: “Hümanizm, Avrupalı için kaybettiği dinlerin, yıktığı inançların yerini alan bir put…” Bembeyaz bakışlarıyla devam ediyor yazar: “İmanını kaybeden bir çağın dini… Kavramdan çok kılıf; kelime değil bukalemun…”

Yaşadığımız çağda bazı kavram ve kelimeleri hiç irdelemeden günlük hayatımıza yerleşmiş buluyoruz. Doğduktan hemen sonra ağlamadık da felsefî tartışmalara büründük; anne-baba değil, “komünizm” dedik gibi… Şeytan aldı götürdü değil de “getirdi” gibi… Çayın yanına yediğimiz bisküvi paketinin arkasında “Made in Turkey” yazıyor diye sevinirken, “Made in Batı” olan kavramlarla da susuzluğumuzu mu gideriyoruz?

Onların derdi Kiliseyleydi. Ne zaman ki bir şeylerin yolunda gitmediğini, kendilerinin yanlış usûl ve davranışlara maruz kaldıklarını fark ettiler, o an için yapmaları gerektiğine inandıkları şeyi yaptılar: Antik Roma’ya, Yunan’a dönüş… Köklerine, ait hissettikleri alana koşma hâli... Putların, antik yaşamın, binlerce tanrının içine yeniden döndüler ama aynı zamanda hayatlarından tek bir şeyi çıkardılar: Tanrı’yı…

İnsan aklını yücelten bir duruş, göğe meydan okudu. Doğaüstü saydıkları ne varsa üzeri örtüldü kumla toprakla. İnsanoğlu bir baksaydı aynaya o an için, büyük dağları da kendisinin yarattığına kesinlikle inanırdı. Kutsal olanın karşısına insanın kendi kendisini koyması, tanrısallık iddiası olağanüstü bir hızla yayıldı ve kabul gördü. Kavramın menşei hep yok sayıldı sonrasında. İnsanseverlik, herkese karşı kabul ve hoşgörü benimsendi benimsenmesine de, Cemil Meriç en başından haklıydı!

Yeniden hümanizm… Şimdi yıllardır okullarda, ders kitaplarında, küçükten büyüğe hepimizin ezbere bildiği bu “tanıdık” kavrama aslında ne kadar yabancı kaldığımızı tekrar etmek isterim. Biz Müslümanlar vahyin karşısında değil, yanında yer alacak kavramlara açık olmalı değil miyiz? Kendimizi tanımlarken zihnimizde insanın duruş noktası, dahası mihenk taşı Tîn Sûresi’nin kısa ama hayat dolu âyetlerinin canlanması gerekmez mi? Biz Müslümanlar, gerçekten hem Müslüman, hem de hümanist olabilir miyiz? Hem de imanımızı henüz tazelemişken…

Devam edebiliriz elbette. Hümanizm bahsi kapanmaz. Değil yalnız hümanizm, elimize aldığımız her kavramla sabaha kadar top sektirebiliriz. Ne diyorduk? “Adil bakışlar”...

Güneş gözlüklerini kutularından çıkarmanın vakti gelmiştir. Çünkü “demokrasi tutulması” çıplak gözlere geri dönüşü olmayan zararlar verebilir. Nitekim vermiştir de…

Cumhuriyet’ten günümüze uzanan yolda, özgürlük nâralarına karışan kelimelerin hep en başında geldi demokrasi. Yaşanılan dinle, İslâm’la kıyasa sokuldu, yarıştırıldı ama en çok da “yakıştırıldı”. “Hâkimiyet” denildi; icma da, içtihat da iç edildi. “Onların işleri de kendi aralarında şûrâ iledir.” (42:38) Kim bilir nerede Meclis’in başköşesinde duran âyet işlenmiş tabelâ? Hemen hepsi bir parmak bal misâli...

“İslâm kendi özgün yönetim biçiminde demokrasiden daha fazlasını vaat ediyor. Onun vaat ettiği noktaya hâlihazırda hiçbir demokrasi uygulaması ulaşamamıştır” diyor Rasim Özdenören bir yazısında. Eksiğimiz sandığımız, yine fazlamızmış aslında; hediyemiz, istikbâlimiz. Doğru okumayı da, inanmayı da âniden galeyana geldiğimiz o dönemlerde unuttuk haydi, iki sırmalı kapak arasından bağır bağır bağıran Asr Sûresi’nin azınlığı tasvir eden âyetlerini nasıl duymazdan gelebiliyoruz? “Asra yemin olsun ki, insan gerçekten ziyandadır. Ancak iman edip iyi işler yapanlar, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesna…”

Yazmak, anlatmak istediğim son kavram, “adalet”. Lâkin tam bu noktada kelimenin celâlinden kalemimin beli bükülüyor. İçinde taşıdığı mânâ, ruhlar âleminden üflenmiş dünyamıza. Kalbin yanı başına, vicdanın ses tellerine iliştirilmiş duyumu. Rahmâniyetin insanlık üzerindeki tecellisi ve dahası, “Ol” emri. “Allah size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Allah size ne güzel öğütler veriyor. Şüphesiz Allah her şeyi işitmekte, her şeyi görmektedir.” (4:58)

Tüm bunların yanında dağları devirir heybeti, adaletin yatay ve dikey boyutları… Ölçülü olmak da, Kelime-i Tevhid’in başında dilim döndüğünce söylediğim “Lâ” da ondan.

Yüzyıllardır başımızın üzerinde, kalbimizin derûnunda sakladığımız sözcüklerimiz… Üzerine yalnız biz İslâm toplumlarının değil, dünyanın gelmiş geçmiş tüm insan yığınlarının kitaplar dolusu satırı bir araya getirdiği kelime, “adalet”… Platon, Sokrates, Antik Yunan bununla çalkalandı. Site, yönetilenler ve adil yönetici/filozof… Sınıflı ama erdemli toplum, engelsiz ve eşit yurttaş… Sahifeler dolusu bilgi, tez, çıkarım… Tabiî, hukuk; doğumla insana bağıtlanmış devredilemez haklar… Üstün ve mükemmel… Olması gereken… Bugün değil, yarın değil; bir umut, belki bir gün… Ve nitekim, olması gerekenin çok zaman yasa kalabalığı arasında boğuluşuna şâhit oluyoruz. “Mâkâm, mevki mülkün temelidir.” Dur yahu, burada yanlış bir şeyler karalamışım! Çiziktir üstünü, görmez kimse be adam, tamam! Adalet? Olmadı, sumen altı ederiz… Silivri soğuktur şimdi.

Yasa kalabalığı... Hukuk her zaman adaletle bir tutulur. Adliye değil, adalet sarayı. Kanun hükmü, ıslahevleri, süresiz yargılama... Antik Yunan da, Kant da “aşkın evren” diyor. Sûr’a üfürülene kadar bulsak bari… Ve elbet ne zaman ki adaletten bahsedilir, eşitlik gelip oturur kucağımıza, sonra eklenir “eşitler arası bir eşitlik”. Aynılaştırma eğiliminden uzak olmak… Çünkü her maddî olay, kendi içinde değerlendirilmeli. İslâm hukuku deryâ deniz. Her ceza kendi adaletince tesis edilir. Şimdilerde yalnız yasa kalabalığı… Nesnellikten öyle çok uzaklaşamazsın. Alârmlar bu noktada “hukuk güvenliği” diye bağırıyor. Sistem, çıkmaz sokak!

Son olarak eklemek istediğim bir durum var: Vahyin muhatabına emredilen adaletin bulutlar üzerinde gezmediği gerçeği… O her zaman yanı başımızda, davranışlarımıza ve dahası içtimaî hayata aksettirebileceğimiz bir kavram olarak yer alıyor. Tartıda, parada, suçta ve cezada, toplum vicdanı denen o kavramda, kısacası hayatın her ânında hem İlâhî, hem insanî bir düşünce ve hareket mekanizması… İçsel olgunluk kadar, Rahmânî bir tecelli... Dünyevî olduğu kadar, yaratılışın temeli… Görmek için yalnız bakmak yetmiyor.

Satırbaşı yaparken, düşüncelerimizi paçasından çekiştiren bir şeyler olduğunun farkındayım. Düzen diyelim, şartlar diyelim, iç âlem diyelim, ne dersek diyelim ama ne olur, sözü Mevlâna ile bitirelim:

“Adalet, her şeyi yerli yerine koymak demektir. Ayakkabı ayağın, külâh başındır.”