Katolik gelenek ve modern devlet

Katolik Kilisesi, eski dünya toplumuyla ilk defa iletişim kurmak için toplum ve din arasında 300-400 yıl süren büyük bir çaba sarf etti. İlk başlarda Kilise, gizli bir hayat sürmek zorundaydı. Yapılan eziyetler onu bastıracak kadar güçlü değildi, hatta kendisini izole ederek Roma İmparatorluğu’nun bütün güçlü yapıları tarafından sindirilmekten kendini korudu.

AVRUPA’da son yüzyılda meydana gelen değişimler gözardı edilemeyecek kadar büyük olsalar da, bunların çok yakınımızda olması, değişimin anlaşılmasını engellemiştir. Bu değişimlere insancıl milenyumun başlamasından ötürü ya coşkuyla ve körü körüne hayranlık duyulmuş ya da değişimler, gelenekçiler tarafından otorite ve düzenin altını oymakla itham edilmişlerdir. Ancak her iki tarafta da Yeniçağ’ın temel özelliği yanlış algılanmıştır.

Modern uygarlığımızı oluşturan asıl farklılık, özgürlük değil, güçtür. İnsanoğlu doğayı kontrol etmeyi başarmış, ancak kendi kişisel hayatı üzerindeki kontrolü kaybetmiştir. Bu durum, kendisini demokrasi ve liberalizmin üzerinde gören bir çağ için çelişkili gözükebilse de liberalizm, kralın yönetme hakkı ve otoritenin eski prensiplerinin yerine sosyal yükümlülüğün yeni idealinin geçmesi anlamına gelmektedir. Yönetici eski yönetim anlayışındaki keyfî yetkilerinin çoğunu kaybetmiş olsa da, birey üzerindeki toplum baskısında azalma olmamıştır. Şu anki savaş herkes tarafından anlaşılmalıdır; modern devletin muazzam bir şekilde güçlenmesi, gücün yalnızca maddî kaynaklarla ilgili bir mesele değil, ayrıca bireyin topluma tam olarak itaatinin muazzam şekilde artması sebebiyledir. Eski rejim zamanında pek çok insan, hayatlarını ilgilendiren gücü elinde bulunduran yöneticiler tarafından mağdur edildi.

Kilisenin bir kez daha dünyayı dönüştürmek için çalışacağı ve Antik Dünya’daki gibi bir zafer kazanacağını umduğumuz gizli ve belki de zulme uğrayacak eylemleri içeren bir dönemi, Yeniçağ’ın yeraltı mezarlıklarını kabullenmek zorundayız.

Soyulmaktan bıkan köylü, kiralık asker olarak hizmet ederdi. Hayatından memnun olmayan asker, Hıristiyanlığın anayurdu Avrupa ulusları için kendi ülkesinde başı belâda olan başka bir prensin hizmetine girebilecek “soylu St. John” veya “St. Ignatius” gibi dindar bir kişiye dönüşebilirdi.

Tersine, modern devlette her insanın kendisine tahsis edilmiş bir yeri vardır ve toplumun ona ihtiyacı olduğunda hayatını toplumun hizmetine sunmalıdır.

Bir yetkilinin makinenin koluna dokunmasıyla bir imparatorluğun her köşesinden milyonlarca insan, kişisel isteklerini bir kenara bırakarak, sıkıntı ve acı verecek, milyonlarca kişinin ölmesine ve yaralanmasına neden olacak büyük bir görevi yerine getirmek için kendi kendine harekete geçer. Bu durum, günümüzde özellikle Almanya’da ve diğer savaşçı ülkelerde garipsenen bir şeydir. Bize, başka hiçbir yerde bulamayacağımız şekilde Avrupa’daki değişimin gerçek anlamını göstermektedir; Avrupa’nın son 100 yıldaki ulusal organizasyonu ve ilerleyişinin ahlâkî ve maddî sonucudur. İnsanlar demokrasiden ve özgürlükten bahsederlerken, Roma İmparatorluğu’ndan beri benzeri görülmemiş seküler bir güç ortaya çıkmıştır. Bu güç, modern devlettir. Dinin, daha önce yalnızca etkileyebildiği insan ruhu üzerinde etkisi vardır ve talepleri neredeyse sınırsızdır. Bu güç, eski Hıristiyan devlet yönetimi şeklinin gelişmiş hâli olduğunu düşünmek mümkün müdür veya temelde Hıristiyanlığa aykırı ve modern dünyadaki din değiştirmenin bir sonucu mudur? Katolikler ona bir arkadaş ya da müttefik olarak mı, yoksa bir zalim ve düşman olarak mı bakıyorlar?

Bu sorulara Hıristiyan toplumunun geçmişte nasıl olduğuna bakarak ve yeni düzenin kökenlerine inerek cevap vermeye çalışalım.

Katolik Kilisesi, eski dünya toplumuyla ilk defa iletişim kurmak için toplum ve din arasında 300-400 yıl süren büyük bir çaba sarf etti. İlk başlarda Kilise, gizli bir hayat sürmek zorundaydı. Yapılan eziyetler onu bastıracak kadar güçlü değildi, hatta kendisini izole ederek Roma İmparatorluğu’nun bütün güçlü yapıları tarafından sindirilmekten kendini korudu. Sonunda Hıristiyanlık zafer kazandı ve devletin dini hâline geldi. Bütün sosyal kurumların yeni inanca ve hayatın kurallarına göre yeniden şekillendiği ve eski dünyanın kalıntıları üzerine Hıristiyan medeniyetinin inşa edildiği bir döneme geçildi. Bu, Ortaçağ medeniyetiydi. Hıristiyanlığa hayranlık duyanlar, Hıristiyan ideallerinin somut bir şekilde dışavurumunun tamamen farkındaydılar. Eleştirenler, onun ideallerine ve eksikliklerine saldırarak hayranlık duyanlara bunları fark ettirmeye çalıştılar.


Newman gibi bazı Katolikler, Hıristiyanlığın eksik yönlerine saldırmış fakat eleştirilen Hıristiyanlık kavramıyla Ortaçağ’ın somutlaştırmaya çalıştığı Katolik anlayışının çelişkili olmasından ötürü suçlanmıştırlar. Ortaçağ tam bir gelişmişliğe ulaşamamış, genç ve olgunlaşmamış bir medeniyetti; modern dünya ise farklı bir geleneğe sahip ve Ortaçağ geleneğine başkaldırarak gelişim göstermiştir. Ortaçağ, bize Hıristiyan toplumunun nasıl olabileceği ile ilgili kaba bir taslak sunmaktadır.

Yeni düzen

Toplumsal değişim iki nedenden kaynaklanmaktadır:

(1) Dinî: Toplumsal ideal ve hayat anlayışındaki değişim. (2) Ekonomik: Hayat koşullarındaki değişim.

İlkel bir insan, Hıristiyan olmakla köklü bir değişim geçirebilir. Ayrıca avcı kabilesi olmak yerine tarım toplumu olarak da değişim söz konusu olabilir.

Modern toplumun üzerinde kurulduğu değişimler her iki nedeni de kapsar. Birincisi, 15 ve 16. yüzyıllarda meydana gelen ekonomik ve politik değişimler, yüzlerce yıl süren hazırlığın sonucudur. Güçlü ulusal monarşilerin yükselişi bunun merkezi ve hepsinin bir toplamıdır. İkincisi, Yeni Dünya’nın keşfidir. Üçüncüsü, öğrenimin ve Antik Dünya sanatının iyileştirilmesi ve doğa bilimlerindeki ilerlemelerdir.

Sonuç, öz farkındalık ve ilerleme çağı olmuştur. İnsanoğlu, kendini çağa ait hissetmiş ve şimdiye kadar fark etmediği gücü ve bilgisiyle iftihar etmiştir. Her şeyi anlamayı ve tecrübe etmeyi isteyerek otoriteye karşı saygısız ve sabırsızdır. Hümanizmin tabiatı gereği insan, kendi krallığına giriş yapmış ve gözünü inanç ile doğaüstü olaylardan başka tarafa yöneltmiştir. Seküler Ortaçağ geleneğinden gelen, kendi toprakları üzerinde yaşayan her ulus ve ırk, bağımsızlığını korumak için Hıristiyan dünyasının geri kalanına karşı reaksiyon göstermiştir.

Eğer Kilise bin yıl önceki gibi fethetme anlayışıyla hareket etmiş olsaydı, bütün bu bilgi ve güç Hıristiyan ruhunun hizmetinde olabilecek ve Ortaçağ geleneğinde parçalanma yerine uyumlu bir gelişme oluşacak ve böylece Hıristiyan medeniyeti de rüştünü ispat etmiş olacaktı. Fakat tersine bir hizipleşme döneminden sonra zayıflamış ve seküler ruhun istilasına uğramıştı. Bu nedenle eski gelenekleri terk etme, Kiliseyi terk etme hâline gelmişti. Ortaçağ medeniyeti, “Daha Küçük İmparatorluk”la Kuzeyli barbarların kültürlerinin evliliğinin sonucuydu. Batı Avrupa büyürken ve bu kültürden vazgeçerken, Kuzeyli uluslar yalnızca Ortaçağ geleneğinden değil, aynı zamanda bu geleneğin getirdiği Hıristiyanlıktan da vazgeçmiş ve kendi Paganizm kökenlerine karşı gelmeleri mümkün olmadığından -bir geçiş dini-, kişisel muhakeme ve kanunlara saygı üzerine kurulu yeni bir Hıristiyanlık meydana getirmiştir.

Kilise artık bağımsız bir yapı değildir, ancak sosyalleşme ve ahlâk düzeltme yoluyla devletin ve Hıristiyanlığın bir unsuru hâline gelmiştir.

Kilise artık bağımsız bir yapı değildir, ancak sosyalleşme ve ahlâk düzeltme yoluyla devletin ve Hıristiyanlığın bir unsuru hâline gelmiştir.

Lâtin Avrupa’da böyle yeni bir Hıristiyanlık oluşumu mümkün değildir ve orada Paganizm ve naturalizme yönelmiş bir tepki vardır. 16. yüzyılda Hıristiyanlar, kaybettikleri toprakları yeniden fethetmek ve değişime uğramış Avrupa ülkelerinde Hıristiyanlığı devam ettirmek için kendilerini yenilemiş ve sürekli bir çaba göstermişlerdir. Gerçekten de Kilise’de reform yapılmış ve toplum, dikkat çekici derecede yeniden Hıristiyanlaştırılmıştır. Büyük ulus devletlerinin ikisinde yeni düzen Hıristiyan ruhuyla benimsetilmiş ve belki de Ortaçağ, 17. yüzyılda Quebec ve Paraguay gibi Hıristiyan toplumlarının gösterdiği böyle dikkat çekici aşamaları gösterememiş; gösterilen çabalar sosyal hayatın ötesine geçememiş, karşı-reformasyon, düşünceyi ve sanatı ele geçirmede başarılı olamamıştır. Dönemin sanat ve edebiyatını, 17. yüzılda Roma’nın yaptığı gibi Katolikliğin hizmetinde kullanabilirlerdi. Fakat geçmişte olduğu gibi bir etki söz konusu olmayacaktı. Toplumun hâlen Katolik olmasına ve Ortaçağ Kilisesiyle zıt bir şekilde Katolikliğin karanlık ve baskıcı yönüne rağmen hümanizm, düşünce ve bilimde ilerleme göstermiştir. Egemen toplumun büyük baskısı, entelektüel veya estetik yardım olmadan gerçekleşemezdi. Ancak İspanya ile İtalya’nın gerilemesinin izinden gitmek de hayâlperestlik değildi.

XIV. Louis’in ölümünden sonra karşı-reformasyon çökmüştü. İsa’nın kavminin yıkılması herkes tarafından anlaşılmıştı. 18. Yüzyıl, modern dünyanın başlangıcıdır. İlk olarak Büyük Frederick ve II. Joseph’in döneminde devlet mutlak güce sahiptir. Din veya herhangi bir şey üzerindeki otoritesi sınırsızdır.*

Sonuç olarak Ortaçağ Avrupası’nın Hıristiyan uluslarının son kalıntıları kaybolup gitmekteydi. Uluslar arasındaki adil yargının ve hakkın en üst derecedeki ihlâli, Polonya’nın bölünmesi ile gerçekleşmişti. Dahası, bütün Katolik ülkelerde Kilisenin hakları azaltılmıştı. El koyma çağı olarak anılan 19. yüzyılla yarışmış veya onu geride bırakmıştı. Her yerde Kilisenin devlete boyun eğmesi, yani Papa’ya ait hakların tanınmaması durumu söz konusuydu. Galikanlık ve Febroniyanizm her yerde galip gelmiş, 18. yüzyıl anti-Hıristiyan hümanizmin ortaya çıkışına tanıklık etmiştir. Özgür düşünceli ansiklopedistler, Avrupa’daki dominant entellektüel güç hâline gelmişlerdir. Hâkim olan ideal anlayış, her şeyi alaşağı etmek ve fayda prensibi üzerine yeni bir toplum inşa etmekti. İnanç alay konusu edilerek büyük bir etki yaratılmıştı.

Ayrıca Rousseau’nun elçiliğini yaptığı, sevgisini ve coşkusunu taşıyan yeni bir duygusal natüralizm hareketi vardı. Sonunda bu fikirlerden ilham alan devrim ortaya çıkmıştı. Eski düzenin bütün döküntülerini iyi ve kötü geleneklerinin hepsini süpürüp atmış ve de demokrasi ve düşünce özgürlüğü üzerine yeni bir toplam kurmuştur. Devrim savaşlarında Fransa, bu yeni düzenin önde gelen mücadelecisi olmuş ve aynı hareket 19. yüzyıl boyunca ulus ruhuyla birleşerek bütün kıtada ülke ülke kendini göstermişti. Bu hareket, hâlen “Avrupa liberalizmi” olarak mevcudiyetini sürdürmektedir. Bu hareketin öncelikli olarak popüler bir hareket olduğunu düşünmek elbette yanlıştır.

Asıl gücü her zaman burjuvazi olmuştur. 1799’da Fransız ordusuna karşı Napolili Lazzaronilerin gösterdiği sıradışı karşı koyma, eski düzenin halk üzerinde nasıl hâlâ güçlü bir etkisi olduğunu gösterir. Fransa’nın Brittany bölgesindeki La Vendee ve merkezdeki büyük bölgeler devrime karşı direnç göstermiş ve güçlü ile bağımsız Katolik köylü sınıfının olduğu her yerde devrim, silahlı direnişle karşılaşmıştır.

Devrimden önceki rejimin yöneticileri yeni fikirlerin tehlikeli olduğunu fark ettiklerinde, 18. yüzyılda yok etmek için ellerinden geleni yaptıkları gelenekleri yeniden desteklediler. Bu yeni anlayışın düşmanları Talleyrand ve Metternich değil, Basques ve Tyrolese idi. Modern tarihin yazılış şeklinden dolayı çok az insan, Avrupa ve Amerika’nın çeşitli bölgelerindeki Ortaçağ geleneğinin inatçı direnişinin farkındadır; devrim hareketinden daha az kahramana (örneğin Garcia Moreno, La Rochejacquelin, Andreas Hofer) sahip bir tepkidir. Ortaçağ geleneğini şekillendiren Don Carlos’un politik vasiyeti yirminci yüzyılın başlarında bile en katı formundaydı ve hâlâ önemli bir İspanyol partisi bu vasiyetin güdümündedir. Savaşçıların kendilerine kalsa, devrim ve kısmen diriltilmiş Ortaçağ geleneği arasındaki kavga tamamen eşitsiz olmayabilirdi. Aslında Devrim Protestan Avrupa’da olgunlaşmış, kendisinden daha güçlü bir müttefik kazanmıştır.

İngiltere’de yeni düzenin gelişmesi 16. yüzyıldan beri sürmekteydi ve sonuç olarak kaçınılmaz şekilde ilerlemekte olan devrimler, Fransa’daki büyük devrim gibi dehşetli değildi. Reformasyonda güç elde eden yeni feodal olmayan toprak sahibi sınıf, politik olarak üstünlüğü ele geçirmeyi kendine hedef seçmiş, 1688’e kadar eski geleneği, kralın devleti ve Kiliseyi yönetme hakkını ve oligarşik cumhuriyet altında kurulmuş olan monarşiyi mağlup etmeyi başarmıştır.


Fransa’da o zamandan beri yönetici sınıf ve onu takip eden yeni sınıflar çağdaş “liberal” harekete zarar vermemeye çalışmış ve ulusal yapıyla uyumlu olarak ülkenin zenginliği ve refahı, kaynakların geliştirilmesi için çaba sarf etmiştir. Kraliyete karşı savundukları özgürlük pek çok kişi tarafından bilinmiyor, zalim güce karşı güçsüz insanların bireysel özgürlükleri eski düzende daha iyi korunuyordu; ülke içindeki fiilî sosyal güçlerin güvenliği meşru bir otorite tarafından sağlanıyordu. Egemen olan çıkarın kendi serbest gelişimi içinde daha güçlü bir çıkarın baskısı hariç, herhangi bir şey tarafından sınırlandırılmaması gereklidir. Çünkü egemen toplumsal güçler kendi kendilerini sona erdirmiş ve toplum, farklı bir politikanın baskısından kurtulmuştu.

Bu sistemin dezavantajları da vardı. Devrim İngiliz çiftçi sınıfının sonunu getirdiğinden, fakirler yönetici sınıfların insafına kalmışlardı. Sanayi ve ticarette yeni fırsatlar ve büyüme dönemi İngiltere’ye müthiş bir maddî avantaj sağlamıştı. İngiliz ticareti dünyayı ele geçirmeye başlamış ve tarım, kapitalist temel üzerine yerleştirilmişti; hepsinin üstünde de sanayide devrim yaratılmış ve Demir Çağı başlamıştı. 18. yüzyılda, İngiltere’de modern kapitalizm ve sanayileşme doğmuştu. Whig oligarşisi, bütün bu değişimler karşısında yönetimini sürdürememişti. Bu durum, yeni çıkarların daha güçlü hâle gelmesiyle serbest gelişim iddialarını kanıtlamıştır. En başta Amerikan kolonileri, anavatanın çıkarları doğrultusunda yönetilmeyi reddetmiş ve İngilizlerle benzerlik gösteren gelenekler büyük bir gelişim göstermeye başlamıştır. Sonra kapitalistler ve sanayiciler İngiliz yönetiminden pay talep etmiş ve 19. yüzyılın büyük bir kısmı boyunca süren mücadeleden sonra tarımsal çıkarı yenilgiye uğratmıştır.

Köylülerin toprak sahiplerine ödün verdikleri gibi, esnaf da ekonomik güçlerini büyütmek adına hak talep eden fabrikatörlere ödün vermiştir. Sonuç olarak endüstriyel gelişim, Demir Çağı’na damgasını vuran Roma kapitalizmi gibi aynı umursamazlıkla insanları heba ederek yoluna devam etmiş ve İngiltere’deki değirmen kasabaları ile maden köyleri, sefalet ve perişanlıkla anılan yerler hâline gelmişlerdir. Toplumsal yaşamın giderek artan şekilde materyalistleştiği dönemde İngiliz Protestanlığı, Hıristiyanlığı yeniden canlandırmak için cesur bir gayret göstemiş, fakat toplumu dönüştürmek ve kendi anlayışlarını benimsetmek için herhangi bir çaba gösteremediklerinden ötürü başarısız olmuştur.

Wesley, ilerlemiş yaşlarında kendi ruhunu dünyanın ruhundan ayrı tutmanın imkânsızlığını itiraf etmiştir. Yaşamında doğru ve dürüst olmasının para kazanmasına yardımcı olduğu bu metodist, 17 ve 18. yüzyıl İngiltere’sinde yaygın bir karakterdir. Sonuçta Protestanlık toplumdaki insanları daha fazla dürüst ve vicdanlı olmaya -iyi vatandaş olmaya- teşvik etmiş ve dinin mucizevî karakteri kademe kademe ortadan kaybolmuştur.

Protestanlığa çok şey borçlu olan İngiliz liberalizmi, 19. yüzyılın sanayici İngiltere’sinin karakteristik düşünce biçimi olmuştur. Sanayi ve ticaretle maddî refahın sınırsız bir şekilde artması, toplumu ve insanlığı hedef alan bir inanç olarak damgasını vurmuştur.

19. yüzyılda ve özellikle 1870’den beri, anlattığımız bütün düşünce akımları birbirine akmaya ve modern medeniyetin görkemli nehrini oluşturmaya başlamışlardır. Büyük devletin, sanayileşme ve İngiltere’deki anarşik bireyselciliğin eşlik ettiği kapitalizm ile uzlaşması Alman İmparatorluğu için yararlı bir durum olmuşsa da Alman İmparatorluğu, kraliyetteki ve aristokratik hiyerarşideki eski rejimi sürdürmüştür.

Alman sisteminin sonuçları bütün modern büyük devletlerce, hatta İngiltere ve ABD tarafından benimsenmiş, 19. yüzyıl başlarındaki sınırsız bireycilik, toplumun parçalanmasına yol açmadan gelişmesini sürdüremez olmuştu.

Aynı şekilde Devrim ruhunun mirasçısı Fransa’nın entelektüel ve demokratik liberalizmi, Kıta Avrupası, İngiltere ve ABD üzerinden kapitalizmle ve büyük devlet fikriyle birleşmiş ve hümanizm ruhu ile bilime olan inanç, bütün karmaşıklığa kendi kültürünü ve dinini aşılamıştır. Birleşme hiçbir şekilde tamamlanmış değildir. Kapitalist plütokrasi ile devrimci demokrasi ve ayrıca milliyetçilik ile kozmopolitanizm arasında karşıtlık devam etmektedir. Son yüzyılda Almanya’da üretilen sosyalizm bu tutarsızlıkların üstesinden gelebilmek için çaba göstermiş; sosyalizm, inatçı bir biçimde seküler ruhu ve herkesi kapsayan ve herkesin güçlü olduğu büyük devlet fikrini esas almıştır.

Fakat sosyalizm, amaçlarının ve umutlarının ütopik karakterli olmasından dolayı zayıflamış; 19. yüzyıl devrimlerinin büyük yaratıcısı olan temsilî hükûmet sistemi plütokrasiyi önemsiz görmüş ve yasama organını ele geçirmeye çalışmış, buna rağmen o çağın düşünce dünyasında çok güçlü etki yaratmıştı. Oysa plütokrasinin yok edilmesi ile sermaye ve sanayiyi organize edebilecek gerçek demokrasinin ortaya çıkması veya şu an İngiltere’de olduğu gibi plütokrasinin kendini bürokrasiye dönüştürmesi ve böylece kendisini büyük devletin gerekli bir parçası yapması gibi Sosyalist Parti, Filistinlilerin mısırlarını öğüten bir Samson olabilir, fikrin uygulanmasında olayların gelişimi başarısızlıkla sonuçlanmayabilir.

Milliyetçilik ile kozmopolitanizm arasındaki karşıtlık konusunda yazdığım üzere, güç dengesinin ölmekte olan çabasına yardımcı olmak için er ya da geç günümüz dünya uygarlığının kendi politik düzenlemesini yapabilecek uluslararası bir organizasyon oluşturması olasıdır.

Modern tarihin yazılış şeklinden dolayı çok az insan, Avrupa ve Amerika’nın çeşitli bölgelerindeki Ortaçağ geleneğinin inatçı direnişinin farkındadır.

Gelecekte hangi gelişmeler olursa olsun, uygarlığımızın karakteri şimdi bile yeterince açıktır. Geçmişteki Roma İmparatorluğu dönemiyle karşılaştırdığımızda, bugün her ülkede, büyük ölçüde aynı toplumla karşılaşıyoruz. Dünyanın daha önce gördüğünden farklı bir şekilde, merkezî yönetimde, refahta, ekonomik ve malî organizasyonda benzerlikler yaşıyoruz. Dışarıdan bakan biri, çağımızın kıyaslanamaz olduğuna ve insan için gerekli tek aklın kendi aklı olduğuna inanır. Bu toplumun ruhu ve iradesi, hiç kimsenin sorgulamaya cesaret edemeyeceği bir tanrı hâline gelecektir. Hangi toplum bu dünyaya karşı gelmeye cesaret edebilir? Eğer bu uygarlığın ruhunun İsa’nın ve onun kilisesinin ruhu olduğuna inanmazsak, Kilisenin zafer kazanacağını bilmek zorundayız!

Şu bir gerçek ki, bu toplum eski dünyanın yaptığı gibi yanlış bir dine veya doğaüstü yanlış görüşlere sahip değil. Fakat doğaüstü şeylere karşı olumsuz ve hatta düşmanca bir düşünceye sahip! Toplum, insanlara sosyal görev emreden bir dini kabul edecek; fakat toplum, bu dünyayı ve onun zenginliğini öbür dünyadan daha az önemli saymayacaktır. Şimdiki düzenin sonu kendi içindedir; şimdiki düzene yardımcı olan şey iyi, engelleyen şey ise kötüdür. Bu, sosyal inancın özüdür. Sonuç olarak başarıya ve paraya tapmak, hemen hemen kutsal sayılabilecek önemdedir. Bu, idealize edilmesi gereken bir inançtır ve engellenmediği sürece dünya, gerçek erdem ve fedakârlıktan faydalanacaktır.

Eğer karamsarlığa kapılırsak, gelecek, gerçekten karanlıktır. Çünkü öyle görünüyor ki, eğer Katolikler Kilisenin ruhuna sadık kalırlarsa gitgide küçülecek ve sayıca azalacaklardır. Eğer belli bir sayıyı korur ve dünyevî güçlerini sürdürürlerse, egemen toplum ruhu tarafından bastırılacak ve zayıflatılacaklardır. Fakat biliyoruz ki Tanrı, kendi kilisesine insanları terk etmiş gibi göründüğü zamandakinden asla daha yakın değildir ve böylece insan olarak yapabileceğimiz şeyleri yaptıktan sonra gerisini Tanrı’ya bırakarak inançlı bir şekilde devam edebiliriz.

Çağın ruhunda mucizevî bir dönüşüm yaşanmadıkça, Kilise, Pagan Roma İmparatorluğu döneminde sahip olduğu pozisyona benzer şekilde uzunca süre varlığını sürdürecektir. Kilisenin bir kez daha dünyayı dönüştürmek için çalışacağı ve Antik Dünya’daki gibi bir zafer kazanacağını umduğumuz gizli ve belki de zulme uğrayacak eylemleri içeren bir dönemi, Yeniçağ’ın yeraltı mezarlıklarını kabullenmek zorundayız.

Görünüşte sonuç ne olursa olsun, İlâhî etki işe yarayacaktır. Toplum güçlü olsa da, bireysel ruhun ihtiyaçları vardır ve büyük maddeci bir medeniyet bunları karşılamakta yetersizdir. Bu dünyada ruhsal tatmini yakalamış olan başarılı, güçlü ve akıllı kimselerin Kiliseye döneceğini umut etmemeliyiz; fakat Tanrı’nın Krallığı, fakirlere ve dünyanın bir işe yaramadığını ve de köle gibi kullanıldığını düşünen tatmin olmamış kişilere vazedecektir. Bu medeniyet ne kadar çok maddî başarı kazanırsa, o kadar az umut olacak ve insanların ruhlarında da daha büyük boşluk oluşacaktır.


Gerçek karşı-reformasyon, monarşinin ruhuyla kıyaslama yapmak için İspanyol II. Charles’in politik vasiyetinde şu şekilde gösterilmiştir:

“Devlet ve politikayı göz önünde bulundurarak yönetme yerine dinsel güdülerle yönetme, kendi çıkarları için Tanrı’nın ve inancın hizmetini tercih etme! (…) Katolik dinini korumak, devam ettirmek ve savunmak için dinin azizleri görev aldılar ve kendi geçici çıkarları için Tanrı’nın kutsal kanununu ve Tanrı’yı kullandılar. Varislerine şu tavsiyede bulunurlar: ‘İnançlı olmak ve Papa’ya tam olarak itaat etmek için her zaman bir Katolik prens olarak hareket et ve yaşa!’ Bourbonlar Fransa ve İspanya’da, Kilisedeki Gallikan Partisi’ne benzer bir pozisyona sahiptiler.”


*“The Catholic Tradition and The Modern State” başlıklı bu makele, İngiliz tarihçi ve tanrıbilimci Christopher Dawson’ın 1915 yılında yayımlanan ilk makalesidir.

https://stormfields.files.wordpress.com/2014/12/cd-first-article-1915.pdf

**Zehra Ulucak, Tez Ödevi