Katili affetmek

“Türkiye’de ise halkın gelenekleri (İslâm ile ilgili olsun ya da olmasın) İslâm’ın etkisindedir” yaklaşımı ile halk daima hukukun dışında tutulmuş, buna karşılık Batı hukuku, adaleti temin etsin ya da etmesin, “Madem Batı’da vardır, o hâlde iyidir/üstündür” diye alınarak uygulanmıştır.

CEMAL Kaşıkçı’nın İstanbul’da 2 Ekim 2018 günü Suudi Arabistan Konsolosluğu’nda katledilmesinden sonra güya başlamış olan dâvâ, nihâyet Kaşıkçı’nın büyük oğlu Salah’ın olayın failleri olarak yargılananları affettiklerini açıklaması ile düşmüş oldu.

Salah Kaşıkçı ve ailesine nelerin verildiği, kabul etmemesi hâlinde nelerle tehdit edildiği haber olmadı. Ancak Salah Kaşıkçı’nın, af açıklamasını yaparken Şûrâ Sûresi’nin 40’ncı âyetini, “Bir kötülüğün karşılığı, aynı şekilde bir kötülüktür. Ama kim affeder ve barışırsa onun ecri Allah’a aittir. Doğrusu O, zulmedenleri sevmez” eklemiş olmasının üzerine, katledilen bir kişinin ailesine katilleri affetme yetkisinin verilmiş olması kuralını tartışma konusu yapan yazılar yayınlandı.

Bu yazıların temel vurgusu elbette ailenin aldığı af kararında tehdidin/devlet terörünün belirleyici olduğu ama ailenin böyle bir af yetkisine sahip olmasının da kamu dâvâsının olmayışından dolayı katiller için bir çeşit ödüle dönüştüğünün vurgulanmasıdır. (Taha Akyol, 24 Mayıs 2020, Karar Gazetesi)

İslâm hukuku içinde kamu dâvâsının olmadığı, bu yüzden otoriteyi elinde tutanların keyfîliklerine bir hukukî zemin oluştuğu iddiasını ispatlamak mümkün değildir. Elbette fıkıh kitaplarında şimdi olduğu türden sulh hukuk, asliye ceza, asliye hukuk ve ağır ceza gibi başlıklar yoktur. Ancak işlenen suçların karşılığı olarak “şahsî” ve “Hukukullah” deyimlerinin olduğu bilinmektedir.

Hukukullah deyimi; “Allah’ın hakkı, toplumun hakkı” diye açıklanarak doğrudan, bir şahsa karşı işlenmiş suçların dışında kalan suçları kapsar. (Cevdet Yavuz, “Dava”, DİA, C.9, İstanbul 2001, s.12-16)

Kişilere karşı işlenmiş suçların dışında doğrudan toplum düzenine ve topluma karşı işlenmiş olan suçların “kamu dâvâsı” başlığı altında ele alınması, Osmanlı hukuk mevzuatında “Mecelle” ile birlikte yer alması, önceden hiç olmadığı anlamına gelmez. Mecelle’de böyle bir adlandırmanın yapılmış olmasının da Fransız hukukundan alınmış olduğu iddiasının mesnedini bulmak zordur.

Tartışmanın odağında yer alan asıl husus ise, kişilere karşı işlenmiş olan suçlarda, mağdurun ailesine bir af hakkının verilip verilmeyeceğidir. Genel olarak Batı hukukunda mağdurun ailesine böyle bir hak verilmemiştir. Buna karşılık İslâm hukukunda, kısas hakkındaki âyetlerde (Bakara, 178; Mâide, 45; İsra, 33) mağdurun ailesine böyle bir hakkın öngörüldüğü bilinmektedir.

Türkiye’deki hukuk mevzuatı da bütünüyle İslâm dışılığı ve ona benzememeyi esas aldığından dolayı mağdurun ailesine böyle bir hakkı vermemiştir.

Kısas dâvâlarında, maktülün velisinin bulunmadığı durumlarda doğrudan kamu otoritesinin, maktülün velisi sayılması ve cezayı takip etmesi, dâvâya taraf sayılması da başından beri İslâm hukuku içinde bir kamu dâvâsının/kamu hukukunun varlığına örnek olarak gösterilmektedir.

İşlenen suçların çoğu kez “kişiye karşı” ve “topluma karşı” olmak gibi iki hususu aynı anda kapsadığı bilinmektedir. Kişiye karşı işlenmiş olan suçların bile cezalandırılmasının bir kamu otoritesi ile tahkim edilmezse sonuçsuz kalacağı açıktır. Kamu otoritesinin verilen cezanın uygulayıcısı ve takipçisi olması da hem cezanın işlerliği, hem de adaletin tecellisi için kaçınılmazdır.

Ancak maktülün/mağdurun ailesine verilen bu hakkın bir istismar konusu hâline gelmesi, suçluların sığındığı, cezadan korunduğu bir kayrılma aracına dönüşüp dönüşmemesi de son derece önemlidir. Adnan Kaşıkçı olayında görüldüğü gibi, katiller (Salman ve suç ortakları), maktülün ailesini tehditle, hileyle korkutarak kendilerinin affedildiğini ilân ettirmiş ve İslam hukuku içinde artık sanık/suçlu durumundan kurtulmuşluklarını göstermeye çalışmışlardır. Maktülün ailesi affettiğine göre, artık sanıkların yargılandığı dâvâ düşmüştür.

Böyle bir görüntünün hile-i şer’iyye olduğu açıktır.

Türkiye’de hukuk ve af kurumu

Tarihte “hile-i şer’iyye” denilen örnekler çoktur. Böyle hilelerin varlığının şer’î kuralların (hukukun/şeriatın) işe yaramaz, sadece güçlülerin, iktidar sahiplerinin korunup kollandığı, onların iktidarını tahkim ettiği bir istismar mevzuatı anlamına gelmediğini teslim etmek icap eder.

Maktülün/mağdurun hakkını en iyi koruyacak olan, ona mîrasçı olacak olan, elbette onun kendisi ve ailesidir. Maktülün haklarında onun ailesini taraf kabul etmeyen bir hukuk düzenlemesi, o haklar için doğrudan bir tehdit kaynağı olmaktadır. Üstelik kamu hukuku adına, maktül/mağdur için onun ailesini taraf kabul etmeyen, ona af yetkisi vermeyen kamu otoritesi, Türkiye gibi ülkelerde çıkardığı aflar ile doğrudan suçluları ödüllendirici, buna karşılık mağduru ve ailesini ise cezalandırıcı sonuçlara yol açmaktadır.

Maktülün ailesine böyle bir hakkın verilmiş olmasını, kamu otoritesinin aileyi tehditle istediği af kararını ilân ettirebileceği örneklerini sıralayanların, kamu otoritesinin çıkardığı aflar için bir eleştiri yapmamaları adalet duygularının varlığını şüpheli hâle getirmektedir.

Üstelik Türkiye’de son Ceza İnfaz Yasası’nda değişiklik örneğinde görüldüğü gibi, doğrudan affetmeden, “af” kelimesini dahi kullanmadan, suçlulukları daha önce mahkeme kararları ile tescillenmiş olan kimselerin salıverildiği bilinmektedir. Kamu otoritesi/devlet, hemen her konuda düzenleme yapmayı doğrudan kendisinin bir hakkı, yetkisi gibi görmektedir. Böyle bir otoritenin varlığı ya da kullanılması, haklar için bir tehdit kaynağı hâlini almaktadır.

Oysa maktülün dâvâsını en iyi takip edecek (ve etme hakkı) olan, ailesidir. Onun mîrasçısı olduğu gibi onun katillerini af edip etmeme hakkı da öncelikle onundur. Kamu otoritesinin aileyi bir tehditten, etkileme ve yönlendirmeden koruyup karar alma hakkını ona tanıması, muhtemelen maktülün de son arzusudur. Katilleri af edip etmeme konusunda aileyi yok sayan, taraf kabul etmeyen bir hukuk düzenlemesinin insanî ve vicdanî olmadığı açıktır.

Türkiye’deki hukuk mevzuatının “halka rağmen” özelliğine sahip olması, adaletten de uzaklaşmasına yol açmıştır. Elbette hukukun evrensel ilkeleri olacaktır, insanî tarafları da. Ama aynı zamanda halkın yapısı ve gelenekleriyle de uyumlu bir tarafı olmalıdır. Geleneklerde adaleti engelleyen özelliklerin göz ardı edilmesi kaçınılmazdır.

“Türkiye’de ise halkın gelenekleri (İslâm ile ilgili olsun ya da olmasın) İslâm’ın etkisindedir” yaklaşımı ile halk daima hukukun dışında tutulmuş, buna karşılık Batı hukuku, adaleti temin etsin ya da etmesin, “Madem Batı’da vardır, o hâlde iyidir/üstündür” diye alınarak uygulanmıştır.

Tanzimat ile başlamış olan Batı hukukunu alma (Nizâmî Hukuk) uygulaması Cumhuriyet döneminde artarak hemen her konuyu yalnızca Batı hukukuna göre çözme isteği, bir asabiyeye dönüşmüştür. Türkiye’nin AB’ye üye olma isteği de bir kara sevdâya bürünmüş, AB’de olan hemen her şeyi alma kararı 1920’lerin, 1930’ların Türkiye’sini tekrarlamıştır. AB’nin hukuk mevzuatı (AB Müktesebatı) en üst norm sayılmış, Türkiye’nin bütün hukuku ona uydurulmaya çalışılmıştır. Şaşırtıcı olan husus ise şu ki, bu dönemde hukuka duyulan güven ve bağlılık artmamış, aksine azalmıştır.

Türkiye’nin AB’yi de, başka bir topluluğu da hukuk veya değişik konularda dikkate alması, günün şartlarına göre gerekli olabilir. Ancak Türkiye’de halkın yapısına ve ihtiyaçlarına göre bir elekten geçirme düzeni olmaksızın, sadece “Orada var” diye almak sorun çözmüyor, aksine yeni sorunlara yol açıyor. Yazı konusu olan maktülün/mağdurun ailesinin af yetkisinin olması da bu tür örnekler arasında sayılabilir.

“Batı hukukunda yok” diye böyle bir yetkinin aileye verilmesini yadırgayanların, şahıslara karşı işlenmiş olan suçların o şahıslar ile belki ömründe hiç görüşmemiş ve yakınlığı da olmayan TBMM üyelerinin kararı ile affedilmelerini doğal ve meşru saymaları da vicdanlar için bir yüktür. Meşruiyetin ölçüsünü Batı hukuk mevzuatına göre ayarlama ısrarı, Türkiye’de hukukun ve adaletin önünde bir engel olarak durmaktadır.