TALİBAN’ı dize getirmek
için Afganistan’a giren ABD, yirmi yıl sonra arzusunu gerçekleştirmeden
çekilmek zorunda kaldı. Hem de ne çekilme! Kaçarken arkasını sağlama almak için
Taliban’la anlaştı. Yardımına mukabil, milyarlarca dolar değerinde silah araç
ve gereçlerini düşmanına bıraktı. ABD Genelkurmay Başkanı Mark Milley, “Taliban’ın
eline geçen askerî teçhizatı isteseydik imha edebilirdik” şeklinde demeçler
verdi. Bu yüzden bir kısım yazarlar ABD’nin taktik icabı silahları bıraktığına
dair komplolar geliştirdiler.
Silahları
beraberinde götürmek zor ve zahmetli ise, ABD hepsini imha edebilirdi. Geri
götürmek olacak iş değil zaten. Çünkü küresel silah şirketleri, tüketilsin diye
harpler icat ediyorlar. Ancak imha etmek de faydasızdı. Emniyet içinde
kaçabilmek için düşmanlarına harp ganimeti bırakmalıydılar. Anlaşmadan memnun
kalan Taliban, iktidara yürümek için hem savaşmak zorunda kalmıyor, hem de bir
devleti donatacak miktarda silah ve ekipmana sahip oluyordu. İlişikteki tablo
incelendiğinde, söylediklerimizin ciddiyeti ortaya çıkar.
Silah
mühimmatı bir yana, helikopter ve uçak gibi ağır araçlar da Taliban’a
bırakılmıştır. Bunlar hâricinde, bir oda dolusu doların da verildiği basında
yayınlandı.
Bu
silah ve mühimmatı üreten küresel sermaye
çetesi için savaşı kimin kazandığı veya kaybettiği önemli değil. Onlar için
önemli olan, harcanan silahların ve mühimmatın yerine yenilerini imâl ederek kârlarını
arttırmalarıdır. Ölenler, yaralananlar, sakat kalanlar, acı ve ıstırap çekenler
hiç umurlarında değildir. Kim kazanmış, kim kaybetmiş; boş işler! Her millette
kiralık adamları olduğundan, devletler arasında ihtilaflar çıkarmak çok kolay.
“Gözünün üstünde kaşın var” kabilinden basit sebeplerle…
Küresel
sermaye çetesinin tek derdi, yeni ihtilaflarla yeni savaşlar plânlayarak, hangi
silahların ve bombaların ne miktar imâl edilebileceğidir. Bu bakımdan yeryüzünün
herhangi bir yerinde beklenmeyen bir çatışma olursa, savaşın gerçek galibi küresel sermaye çetesidir!
“İkiz
Kulelerin vurulması” bahanesiyle müsebbibi gördüğü Taliban ve El-Kaide’yi yok
etmek için Afganistan, ABD tarafından işgal edilmişti. Hâlbuki Taliban’ı ve
içindeki El-Kaide grubunu Ruslara karşı örgütleyen kendisiydi. ABD hem silah ve
teçhizat yardımı yaptı, hem de askerî destek verdi. Ruslar yenilip çekildikten
sonra meydan boş kaldı. Afganistan gibi Orta Asya’nın en stratejik bölgesini
almayı hedefleyen Amerika’nın işgal için geçerli sebepler ve yeni düşmanlar
üretmesi gerekiyordu. “Pearl Harbor”da olduğu gibi, Kulelerin vurulmasına da göz
yumdu. Mazlum (!) ABD hazırdı artık: Düşman Taliban ve El-Kaide, hedef ise Afganistan...
“Dünyayı
teröristlerden kurtarmak” mesajı dört bir yanda yankılandı. 11 Eylül Hâdisesi’nden
sonra “terörle mücadele” sloganıyla Afganistan’ı işgal eden ABD, Taliban’ı
bitireceğini söylüyordu. Bunun mümkün olmadığını kısa zamanda anlayan Coniler,
hedeflerine ulaşmak için iş başına getirdikleri Kâbil hükûmetini kullanmaya
karar verdiler. Yetkililerin açıklamalarına göre Afgan hükûmetinin güvenlik
güçlerinin eğitim ve teçhizatına yirmi yılda 83 milyar dolar harcandı. Yaklaşık
300 bin kişilik bir ordu teçhiz edildi. Edildi de ne oldu? İlerlemekte olan 70
bin kişilik Taliban kuvveti karşısında mücadeleden imtina edip dağıldılar. Bu
da Amerikalıların eğitiminin kalitesi hakkında gösterge oldu.
Taliban’ın
(Afgan hak taliplerinin) az sayılabilecek bir kuvvetle yurt genelinde söz
sahibi olabilmesi, bir halk hareketinin temsilcisi olduklarının ispatıdır.
Emperyal niyetlerle vatanlarını işgal edenlere karşı kıyasıya savaşmışlar ve
sonunda muzaffer olmuşlardır. Hangi inanca, hangi ideolojiye sahip olursa
olsunlar, bu mücadeleleri takdirle karşılanmalıdır.
Orta
Asya’nın coğrafî stratejik konumunda olan Afganistan, emperyal devletlerin göz
diktiği bölge olmuştur hep. Önce İngilizler, sonra da Ruslar şanslarını
denediler. Bunların ağır yenilgilerinden ders almamış görünen ABD, kendinden
emin ve kararlı şekilde içeri daldı.
Anadolu Ajansı’nın haberine göre ABD’nin, savaş bölgesinde, 2001-2021 tarihleri arasında yaptığı operasyonlarının tahminî bedelinin 2 trilyon dolar olduğu belirtilmektedir. İngiltere 30 milyar dolar, Almanya da 19 milyar dolar harcadı. ABD’nin yirmi yıl sonra edindiği tecrübe, kendisine pahalıya mâl oldu. Ağır malî kaybının yanında daha önemlisini, “itibarını” yitirdi! Bu, Vietnam bozgunundan da ileri prestij kaybıydı. Kulakları düşmüş, kuyrukları kısılmış vaziyette eve dönen Coniler, sağ kaldıkları için yine de mutluydular.
Yirmi
yıllık işgaldeki insan kayıpları
Associated
Press, 31 Ağustos’ta tahliyelerin tamamlanmasıyla geçen yirmi yıllık süre
zarfında yaşanan kayıplar hakkında bilgi verdi. Buna göre 2 bin 448 Amerikan
askeri hayatını kaybetti. ABD’nin yanında yer alarak Taliban’a karşı savaşan
Afgan hükûmetinin asker kaybı ise 66 bin civarında. Afganistan’da NATO
bünyesinde görev yapan muhtelif ülkelerin kaybı ise bin 144 asker.
Rakiplerine
karşı mücadele veren Taliban mücahitleri (ki ABD, Ruslarla savaşırken bunları “Mücahit”
olarak anarken, durum tersine döndüğünde adları “terörist” olmuştu) 51 bin 191
savaşçısını yitirdi. Savaşta en fazla etkilenense -her savaş bölgesinde olduğu
gibi- Afgan sivillerdir. Bildirilen rakam 47 bin 225 Afgan vatandaşı ise de
gerçek sayının bunun çok çok üstünde olduğu bir gerçektir. Anadolu Ajansı’na
göre 71 bini sivil olmak üzere 241 bin kişi hayatını kaybetmiştir.
Sarp
dağlarda Afgan savaşçılarıyla yüz yüze savaşı göze alamayan ABD ve NATO
kuvvetleri, daha çok hava taarruzlarıyla bombalamayı yeğliyorlardı. Çünkü Mücahitlerin
hava gücü yoktu. Karşı duracak silahları da… Havadan bombalama kolaydı ve risk
taşımıyordu. Yerde görülen her kalabalık, savaşçı olup olmadıklarına aldırış
edilmeden imha edilmekteydi. Kayıtlara “Terörist öldürüldü” diye geçilmesi
yeterliydi. Birleşmiş Milletler’in Afganistan temsilcilik bürosu UNAMA, 2008
yılındaki Amerikan hava saldırıları sonucunda 828 Afgan sivilin öldürüldüğünü
raporunda bildirmiştir.
Afganistan
eski Cumhurbaşkanı Hamid Karzai döneminde, Amerika ile Afganistan arasında imzalanan
askerî anlaşma gereğince Amerikan Hava Kuvvetleri’nin gece operasyon
yapamayacağı kararının yanı sıra ayrıca evlere baskın olmayacağına dair karar
alınmasına rağmen, yasaklar hep ihlâle uğramıştır.
Meselâ
3 Ekim 2015 tarihinde, Afganistan’daki Sınır Tanımayan Doktorlar (MSF) teşkilâtına
ait Kunduz şehrindeki bir hastane, bir saat boyunca hedef alınmış ve hastaların
da aralarında bulunduğu 42 kişi hayatını kaybetmiş, 65 kişi de yaralanmıştı.
Amerika Merkez Kuvvetler Komutanlığı (CENTCOM), hastanenin “vurulmayacak
yerler” listesinde olduğunu bildirirken, mazeretleri art arda sıralamıştı: “Askerlerin
bu listeye ulaşımı olmadığı, bazı askerlerin angajman kurallarına uymadıkları,
insan hatası ve ekipmanların arızalanması nedeniyle bu katliamın savaş suçu
kapsamına girmeyeceği” gibi sudan bahaneler…
Şubat
2012 tarihinde NATO’nun Begram Üssü’nde Kur’ân-ı Kerim’in yakılması haberini
duyan Afgan halkı, yurt genelinde protesto gösterileri yaparak tepkisini dile
getirmişti. NATO askerlerinin halkı dağıtmak için açtıkları ateş sonucu otuz
Afgan da bu olaylarda şehit olmuştu.
11
Mart 2012’de Amerikalı asker Robert Bales, Kandahar’daki birliğinden ayrılarak çevredeki
Pençvai köyüne gidip evlere baskın yapmış, dokuzu çocuk olmak üzere 17 sivili
öldürmüştü. Öldürmekle yetinmemiş, cesetleri yakarak imha etmişti. Batılı medya,
hâdiseyi hafifletmek için askerin cinnet geçirdiğine dair yazılar yazdı. Karzai
hükûmeti, askerin Afganistan’da mahkeme edilmesini istese de Amerikan askerî
yetkililer askerin Afganistan’da sorgulanamayacağını söyleyerek önce Kuveyt’e,
ardından da Amerika’ya kaçırdılar. Köy halkı, mütecaviz askerin yalnız
olmadığını, en az 15 sarhoş
Amerikalı
askerin köye baskın yaparak evleri ateşe verdiğini, sağa sola kurşun
yağdırdıklarını söylemişse de Amerikalı yetkililer şahitlerin ifadelerini kâle
almadılar. Suç bir askerin üzerine kaldı ama onu da bulana aşk olsun!
Yirmi
yıllık süre zarfında Afganistan’da bunlara benzer birçok baskın, tecavüz ve
katliam hâdisesi yaşandı. Çoğunun üzeri örtüldü, kamuya yansımadı. Afgan
dağlarındaki uzak köylerde vuku bulan vahşetlerin duyulmasının imkânı yoktu
zaten.
Amerikalı
askerlerin, bombardımanlarda kimyasal nitelikli silah kullandıkları da vahşetin
bir başka boyutu. Radyoaktif maddelerin solunmasıyla iç organların bozulduğu,
insan DNA’sının menfi yönde etkilenerek genetik bozukluklara yol açtığı uzmanlarca
belirtilmektedir. Afgan fen âlimi Dr. Muhammed Davut Mirki, “Demokrasi Sonrası
Afganistan” adlı kitabında, Amerikalıların uranyumlu bomba ve roket kullandıklarının
tespit edildiğini, insanlarda genetik bozuklukların görüldüğünü, birçok bebeğin
sakat doğduğunu, kanserlerin çoğaldığını, uranyum parçacığı soluyan kuşların
ağaç dallarında eridiğini, suların ve çevrenin uzun müddet kalıcı şekilde
kirletildiğini yazmaktadır.
Şimdi haklı olarak soruyoruz: Ey Amerika ve ey Batılı müttefikleri, övüne övüne bitiremediğiniz, geri kalmışlıkla suçlayarak üçüncü dünya ülkelerine getirmeye çalıştığınız demokrasi bu mu?
Tarihin
tekrarı mı?
2001’de
Afganistan’daki senaryonun benzeri, Suriye’de tezgâhlandı. Ay’ı fetheden
astronotların çekimini yapan “Hollywood”, bu sefer DAEŞ militanlarının “kafa
kesme” sahnelerini imâl ediyordu. Orta Doğu’yu vahşi DAEŞ teröristlerinden
kurtarmak işi de fedakâr (!) ABD’ye düşüyordu. Amaç, “Siyonizm”in derin
plânlarına hizmetti. Amaç, Irak ve Suriye’de küçük küçük devletçikler
oluşturularak, bu iki ülkeyi ileride yutulması kolay lokmalar hâline
getirmekti. Böylelikle Nil’den Fırat’a kadar “Arz-ı Mev’ud” hikâyesi de
gerçekleşecekti.
Her
fırsatta terörizmden hiç hoşlanmadıklarını beyan eden ABD başkanları, diğer bir
terörist örgüt olan YPG’ye dört elle sarıldılar. Güya DAEŞ terörünü bitirmek
için YPG’den yararlanıyorlardı. Siyonizm’in küresel silah şirketlerinin fabrikaları
yoğun faaliyetteydi. 2018 yılına gelindiğinde 22 bin tır dolusu silah ve
mühimmat YPG’ye aktarılmıştı.
Anglosakson
kafalar, işlerinde genellikle maşa kullanmayı severler. Güneşi batmayan
imparatorluğun devlet adamları, Osmanlı güneşinin batmak üzere olduğu demlerde
menfur plânlarını tatbikata koyuyorlardı. Yunanistan’ı çeşitli vaatler ve
yardımlarla Anadolu’ya saldırttılar. Avrupa’nın şımarık veletlerinin de “Megola
İdea” hikâyesi vardı. “Hasta adam” olarak nitelenen Türk milletine son darbeyi
vurmak için Ege sahillerine akın ettiler. Ankara’nın bozkırlarına doğru
ilerlerken, sergiledikleri vahşetlerle, Yunan medeniyetinin ne menem bir şey
olduğunu ispatlıyorlardı. Güya kendileri Helen hümanizmasının temsilcileri,
bizlerse barbardık. Hiç düşünmediler mi ki, dört yüz küsur sene idaremiz
altında refah yaşadılar da, eğer isteseydik, bir tekinin bile o gün hayatta
kalma şansı olmazdı. Ama onlar nasıl davrandılar? Osmanlı Devleti’nin
zafiyetinden istifade ederek Avrupalıların kışkırtmasıyla… 1821’de Mora’da isyan
çıkararak, bir günde on binlerce Türk sivili kanlı şekilde katlettiler. Kim
medenî? Kim barbar?
“Mahvoldu”
sandıkları Türk milleti, ayağa kalkıyor ve Yunan zalimlerini gerisin geriye, Ege
sahillerine kadar kovalıyordu. Sağ kalanları, İngiliz gemilerinin sayesinde
soluğu Atina’da aldılar.
Tarih
tekerrür mü ediyor, ne? Yunanistan Cumhurbaşkanı, 13 Eylül 2020 tarihinde,
Antalya’nın Kaş ilçesine bir atımlık mesafede olan “Göz” (Meis) adasına geldi.
Adadaki askerlerini ziyaretiyle bir şeyler ima ediyordu. Aynı gün, Millî
Savunma Bakanımız Hulusi Akar, “Kaş” ilçesine hareket etti. Topçu subayımız
Mustafa Ertuğrul’un kabrini ziyareti ise anlamlı mesajlar içeriyordu. Mustafa
Ertuğrul, 1893, Girit adası doğumlu ve 1961 yılında da Antalya’da vefat etmiş
bir isimdir. Dört adet 7.7’lik top bataryası bulunan birliğiyle 9 Ocak 1917
tarihinde, Kaş’ta yaptığı atışla İngiliz uçak gemisini (Ben My Chree) vuran ve
batıran bir Türk subayıdır Mustafa Ertuğrul. Dünya tarihine, “ilk uçak gemisini
batıran Türk subayı” olarak adını yazdırmıştır. Daha sonraları yine karadan yaptığı
atışlarla Fransız “Paris2” ve “Alexandra” adlı savaş gemilerini de deniz dibine
boylatmıştır. (Geniş malûmat için Haber Ajanda dergimizin 169’uncu sayısındaki
“Kaş ile Göz-2: Örtülen Zaferler” başlıklı yazımızı lütfen okuyunuz.)
Türkiye’nin
son yıllarda savunma sanayiinde yapmış olduğu atılımlardan endişe duyan ve
panikleyen Yunanistan, AB ve ABD’ye SOS sinyalleri yollamıştı. Fırsatı
kaçırmayan ABD ise Girit’e, Stefanovic’e, Larisa’ya, Selânik’e ve Dedeağaç’a
yeni üsler kurdu. Güney Kıbrıs’ı ve Yunanistan’ı silahlandırmaya başladı.
Ekonomisi dibe vuran, AB’ye olan borcunu ağlamaklı dille ödeyemeyeceğini
söyleyen Yunanistan da Fransa’dan gemi ve uçaklar satın alarak borçlanmış,
ABD’den ise F-35 için talepte bulunmuştu. Sırtını sağlama aldığını sandı, eline
yeni silahlar geçti ya, “Palikaryalığı” tuttu. Türkiye’ye meydan okur demeçler
verme cüretinde ve gafletinde bulunmaya ise devam ediyor.
Tarihten ders almak lâzım. Hafızası zayıf milletler, tarihin tekrarına neden olurlar. Türk milleti, tarihten ders almayanlara yeni dersler vermeye her zaman hazırdır!