Kaş ile Göz (8): Dünyayı saran ahtapot

İdealist Yahudiler büyük hayâl kırıklığına uğradılar. Siyonist Küreselci Yahudiler ise plânlarının akamete uğramasından kızgın ve öfkelilerdi. İkinci Cihan Harbi’nden önce ve sonra, Amerika’ya veya diğer Avrupa ülkelerine göç etmek isteyen Yahudiler, Siyonist teşkilâtlar tarafından engelleniyordu. Çünkü rota Filistin olmalıydı.

“BİR memleketi helâk etmek dilediğimiz vakit, onun nimet ve refahtan şımarmış elebaşlarına emrederiz de orada (bu emre rağmen) itaatten çıkarlar. Artık o (memlekete) karşı söz (azap) hak olmuştur. İşte Biz, onu artık kökünden mahv-ü helâk etmişizdir.” (İsra, 161)

***

Mevcut hayat düzeninden alışık olunmayan yeni bir sisteme geçerken, düzenin ana vasıflarının (faktörlerin) değişime uğrayacağı tabiîdir. Önemli olan, bu değişimin insanlığın hayrına olup olmayacağıdır. Hayat şartlarındaki farklılığın kültür, ahlâk ve inanç yani dine olan etkisi ne olacaktır? Sadece hayat ve sosyal yapıdaki olumlu (pozitif) kazanım yeterli olabilir mi? Din alanındaki durum göz ardı edilebilir mi? Yoksa bu vasıflar, birbirinden ayrılmaz bir bütün olarak değerlendirmemizi mi icap ettiriyor?

Her biri derinlemesine tahlil ihtiva eden sorulara cevaplar vermeden önce, yeni dünya düzeninin ne olduğu, nasıl oluştuğu, kimlerin böyle bir değişimi istediği, amaçlarının ne olduğu, kullandıkları usulün (metot) çeşitliliği ve yeni düzenin insanlığa olan etkilerini izah etmeye çalışacağız. Meseleye küresel (yeryüzünün tamamı ölçeğinde) bakacağız. Yakın tarihte, Osmanlı’nın yıkılışının ardından “şoklanmış” bir milletin bireyi olarak bunun değerlendirmesini (diğer milletler nezdinde) en iyi biz yapabiliriz.

Bize göre küresel değişim, (a) mevcut akışın sürecinde tabiî olarak ve (b) kişi ya da grupların müdahalesiyle suni olarak meydana gelmektedir, gelecektir.

A) Tabiî olarak değişen dünya düzeni

Bu düzen, kendi içinde iki ayrı dalda mütalâa edilebilir.

A1) Zamanla çevre şartlarının değişmesiyle oluşan dünya düzeni:

Âdem (aleyhisselâm) Cennet’ten indirildiğinde, bitki ve hayvanlarla donanmış, alışık olmadığı bir dünya mekânında buldu kendini. Tepesindeki Güneş’in sıcaklığıyla irkildi. Cennet’te ne Güneş vardı, ne de kavurucu etkisi. Ama ortalık yine de aydınlıktı. Güneş batıp ortalık karardığında, şaşkınlığından ne yapacağını bilemedi. Çünkü daha önce hiç karanlıkta kalmamıştı. Nasıl şeydi bu karanlık?

Acıktığında yemeklerin önüne gelmesini bekledi ama nafile. Cennet’te uçan bir kuş gördüğünde, canı et çekerse, kuş pişmiş hâlde önüne düşerdi. Yemek ortasında balık etine özlem duysa, elindeki, lezzetli balık etine dönüşüverirdi. Sağına ve soluna tekrar tekrar baktı ama karanlıkta rüzgârın soğuk sesinden başka bir şey yoktu.

Sabah olduğunda karnında acayip gürültülerle uyandı. Önce dışarıdan geliyor sandı ama etrafta kimseleri bulamadı. Ta içinden geliyordu sesler. Boş midesi, “Nerede benim gıdam?” der gibi isyanlardaydı. Açlık böyle bir şeydi anlaşılan. Açlığın hasret yüklü yakarışına şahit oluyordu Âdem. Kalktı, çevrede gezinmeye başladı. Yakınındaki ağaçta, kuşlar ağacın meyvelerini yemekteydiler. “Onlar üşüştüğüne göre yenecek bir gıda olmalı” diye düşündü. Uzandı, tam alacakken avucundan kayıp gidiyordu sanki. Cennet’teki hâlini hatırladı Âdem o an. “Bismillah” dedi, yakaladı ve ağzına attı. Lezzeti oradaki gibi olmasa bile fena değildi. Yemeye devam etti. Çok fazla yememişti ama karnı doymuştu. Rabbine şükretti, “Elhamdülillah” dedi.

Düşündü Âdem. Bunda bir tuhaflık vardı. Cennet’te bunun yüz mislini yediği hâlde böyle doymuyordu. Yeryüzü gıdaları bir başkaydı anlaşılan…

Bunun açıklaması elbette var. Cennet’te ne Güneş, ne yakıcı sıcaklığı, ne de gecenin karanlığı ve soğuğu var. Her yer, her zaman nuranî bir aydınlıkta. Meltem misâli esintiler, çeşitli misk kokuları

etrafa yayıyor. Cennet’te lüzumsuz, faydasız hiçbir madde yok. Cennet gıdalarının tamamı yararlıdır, hazmetmeye gerek yoktur. Mideye indiğinde tamamıyla enerjiye dönüşürler. Kızgın tavaya atılan bir avuç karın ânında buharlaşması misâli…

Yeryüzü gıdaları böyle değil. Az bir kısmı faydalı, çoğunluğu faydasız, posa. Mideye indiğinde faydalı kısımlar mide ve bağırsaklardaki işlem sonucunda alınıp faydasız posa kısmı anüsten dışarı atılır. Tıp ilminin son senelerde “ikinci beyin” diye adlandırdığı bağırsaklarda, çeşitli enzimler ve salgılarla karışık kimyasal işlemler vuku bulur. İnsan bedenini adım adım yaşlanmaya götüren de bu tür faaliyetlerdir. Cennet’te ise böyle zorlu girişimlere ihtiyaç olmadığından, vücut hücreleri her zaman canlı ve diridir. Yani yaşlanma yoktur.

“Âdem (aleyhisselâm) ne kadar yaşadı?” sorusu, eksik ve belirsiz bir sorudur. Çünkü yeryüzüne inmeden önce de hayattaydı Âdem. Cennet’te belki binlerce (belki de milyonlarca) yıl yaşadı. Net bilgi yok. Doğrusunu Allah-u Teâlâ bilir. Yere inişi “doğum” olarak kabul edilirse, sonrakiler yaşı olarak değerlendirilebilir. Doğru soru, “Yeryüzünde ne kadar yaşadı?” olmalıdır. Bunu da tam olarak bilmiyoruz. Ama binler mertebesinde olduğuna dair çeşitli rivayetler var. Günümüzün ömrüne göre çok çok fazla görülebilir fakat mükemmel bir bedenle yere inen bir insanın vücut hücrelerinin çok uzun süre fonksiyonunu devam ettireceği idrak edilebilir. Sonraki nesillerle ömür ortalaması zamanla ters orantılı olarak azalacaktır. Nuh Nebî’nin 950 sene yaşadığını katiyetle biliyoruz. Rivayetler İbrahim’in (aleyhisselâm) 175 yıl yaşadığını söylüyor. Günümüzde ise ortalama 60-70 yıl gibidir. Tıbbî müdahaleler ve bazı etkilerle ortalama aşılsa bile bunlar istisnadır.

Âdem (aleyhisselâm) ile Nuh (aleyhisselâm) arasındaki zaman aralığını bilmediğimiz gibi, bu süreç içinde bütün coğrafyayı etkileyecek hâdiseler oldu mu, bunu da bilmiyoruz. Fakat Nuh’un (aleyhisselâm) yeryüzündeki bütün canlıları etkileyen Tufan mucizesine muhatap olduğunu kesin biliyoruz. Bilgimizin kaynağı, “Vahy ilmidir”. İnsanların Yaratan’ından uzaklaştığı, beyinlerinden akıl melekesinin uçup gittiği bir dönem… Aslî değerlerini kaybeden insanların hayvanlaştığı, hayvanların irileşerek canavarlaştığı bir devir... İlâhî emir ile harekete geçen tufan suları, “dezenfekte” görevi ile yeryüzünü yeni sakinlerine temiz olarak teslim edecekti.

Nuh (aleyhisselâm), ailesi ve birkaç kişilik cemaati ile insan neslinin -maddî ve manevî- sosyal düzenini yeniden tesis etmeye çalışacaktı. Bunun için ona “İkinci Âdem” de denilmektedir. Bize göre 65 milyon yıl önce gerçekleşen Tufan (mevzu hakkında Kültür Ajanda dergimizin önceki sayılarında yayınlamış, Nuh -aleyhisselâm- ile alâkalı seri yazılarımıza geniş malûmat için bakılabilir) hâdisesinden sonra değişik tufanlar yaşandı mı? Allah-u Teâlâ bilir. Eldeki verilerden, üstün vasıflarla donanmış olarak yaratılmış insanın, aşağının aşağısı, dibe vurduğu durumlarda yeryüzünün yeni bir temizlik hareketine maruz kalabileceğini söyleyebiliriz.

Bu safhada pek bilinmeyen bir “püf” noktası var. Önemli olan, insanın doyum bilmez nefsine uyarak günahlarla iç içe bir hayat tarzını sürdürmesi değil. Önemli olan, yaptıklarından nedamet duyup pişman olarak, Rabbine sığınıp mağfiret için el açabilmesidir. Feci olansa, affa sebep olan “Esma-ı Hüsna”nın sahibi Allah-u Teâlâ’ya ilticaya tenezzül etmemesidir. Felâket ve kıyamet burada başlar.

A2) İlim ve tekniğin inkişafıyla oluşan yeni dünya düzeni:

İlim, kısaca “bilmek” demektir. “Bilenlerle bilmeyenler hiç bir olur mu?” (Zümer, 9) diyor Kur’ân-ı Kerîm. Hadîs-i şerîfte ise, “Beşikten mezara kadar ilim öğreniniz, çalışınız” buyurulmaktadır. Mutlak Kitapta ve hadîs-i şerîflerde ilim o kadar metihle tavsiye edilmiş ki tafsilatı başlı başına bir kitap mevzuudur.

İlk insan, Âdem (aleyhisselâm), bilen bir insan olarak yeryüzünde ikâmet etmiştir. Soyunun devamı olanlar mağaraya kapanmış, birbirlerini yemeye başlamışlarsa, bu onun suçu değildir. Beşerin hakikatten ayrılıp cehaleti tercih ettiği her dönemde, Rahmân ve Rahîm olan Allah-u Teâlâ, insan olmanın hikmetini öğretecek vazifeliler (peygamberler) tayin etti. Her peygamber insanlara aslî vazifesi olan iman ve ahlâk bilgileri yanında, dünya işlerini kolaylaştıracak ve arttıracak tali bilgiler de verdi. Âdem (aleyhisselâm), toprağın işlenmesini yani ziraat ve tarımı öğretmişti. Az bir nüfus için bu yeterliydi. Ama insanlar çoğaldıkça yeni ihtiyaçlar çıkacak, yeni bilgilere gerek duyulacaktı. Giyimi ve sosyal münasebetleri İdris’ten (aleyhisselâm), gemiciliği yani ulaşımı Nuh’tan (aleyhisselâm), madenlerin işlenmesini Davut’tan (aleyhisselâm) aldılar. Süleyman (aleyhisselâm) uçakla kısa zamanda uzak diyarlara gidebiliyor, mahiyetindekiler denizaltı kullanarak deryadaki mahsullerden faydalanabiliyorlardı. Daha anlatmadıklarımız ve bilmediklerimiz neler neler var!

Buhar gücünün keşfi ve motor sanayiinde gelişmeler, lokomotifler ve gemilerle uzaklara kolaylıkla ulaşılmayı sağladı. Rutherford’un 1911’de maddenin en küçük bireyi olan atomu deney yolu ile ispatlaması, kimya ve nükleer fizik alanında yepyeni ufuklar açıyordu. Yirminci yüzyılda, bir neslin şahit olabileceği kısa zaman diliminde çok köklü değişimler oldu. Hayatın dinamikleri açısından… İmparatorluklar devrildi, önceden devrik olanlar ayağa kalktı. Yer altında yatan madenler yer üstüne aktarılarak hayatımızın ayrılmaz bir parçası olarak dünyamıza taht kurdu. Veya kurduruldu.

Düzce’de, çocukluğumuzda İstanbul’daki bir tanıdığımızla telefon görüşmesi yapmak için PTT’ye giderdik. Mutat sıra kuyruğuna girilir, beklenirdi. Bazen birkaç saat beklenir, “Hatlar kapalı!” cevabından sonra geri dönülürdü. Yarın tekrar aynı işleri yapardınız. Beklemekten usandığınızda, “Gelin, görüşebilirsiniz” hitabıyla bir sevinç, bir sevinç... Dünyalar sizin olurdu. Şimdi öyle mi ya? Aldın mı “Android”i eline, bütün yeryüzü coğrafyasındakilerle şakır şakır konuşabilirsin. Karşınızdakini görmeniz de cabası...

Tıpta esaslı gelişmeler oldu. Hayatî öneme haiz uzuvlar sökülüp takılabilmektedir. Parayı bastıranlar, eskimiş yüreklerini ameliyatla değiştirebiliyorlar. Zarurete sığınanlar bir yana, keyfî olarak şekil değiştirenler var. Kulağını, burnunu, dudağını, göbeğini operasyona sokanlar... Bülent’in kulakları çınlasın, cinsiyet değiştirenler de oluyor. Baylar ve bayanlar, çıkıntı ve girintilerle insan olunmuyor. Hayvanlarda da olan özellikleri geçiniz. İnsan olmanın daha ulvî vasıfları var! Diğer önemli husus şu ki, Rabbinin kaderini beğenmeyenler, yarın istemedikleri bir kadere sonsuz olarak katlanmak zorunda kalacaklar.

Aylarca süren yolculuklar uçaklarla günlük hâline geldi. Sabah Avrupa’ya uzananlar, işlerini bitirdikten sonra akşam geri dönebiliyorlar. Yeryüzü dar gelmeye başladı âdemoğluna. Sanki bütün bir coğrafyayı hâlletmiş gibi. Ya da Âdem’in inişinin rövanşını alıyormuşçasına gözünü gökyüzüne dikti.

Günümüzde Ay’a ve Merih’e (Mars’a) gidilmesi, oralarda yapılan araştırmalar, istikbâlde nelerle karşılaşacağımız hakkında ipuçları vermektedir. “Yeryüzü” kelimesinin anlamı, Güneş Sistemi’ni içine alacak şekilde genişliyor, tebdile uğruyor. Gezegenler ya da Jüpiter ve Satürn gibi büyük gezegenlerin aylarındaki kolonileşme, oralarda doğanların kimlik hakları gibi esrarengiz (enteresan) soruları gündeme taşıyor. Ferdî ve sosyal münasebetlerin getireceği hukuka ait meseleler bir yana, din açısından da yeni tanımlamalara ve içtihatlara ihtiyaç duyacağımız muhakkaktır. Muharref dinler ve basit inançlar belki gerek duymaz ama son ve gerçek din olan İslâm’da bu yolda çaba sarf edileceği kaçınılmazdır. Farz olan muamelâtın hükümleri nasıl olacaktır? Meselâ uzayda ve gezegenlerde, namaz ve oruç gibi temel ibadetler ne şekilde tatbik edilecektir? Bu ve benzeri sorular, müçtehidlerin aşması gerekli manialar olarak karşımızda durmaktadır.

B) Kişi ya da grupların müdahalesiyle oluşan dünya düzeni

Bizi yakînen etkileyecek ve asıl üzerinde duracağımız mevzu, önümüze dayatılmakta olan yeni dünya düzenidir. Bu düzenin sahipleri ve yapımcıları, “küresel sermaye çetesi” olarak adlandırdığımız, yeryüzü sermayesinin hâkim patronlarıdır. Kimdir bu sermaye çetesi? Ne yapmak istiyor?


Küresel sermaye çetesi

Yeryüzündeki sermayenin yekûnu “küresel sermaye” olarak ifade ediliyor. Sanayinin inkişafıyla üretimin artması sermaye artışına da neden olmakta, bu da beraberinde bazı problemlere yol açmaktadır. Yapılan bazı araştırmalar, en zengin 42 kişinin mal varlığının dünya nüfusunun yarısından fazlasının mal varlığına tekabül ettiğini söylüyor. Bu değer kendi beyanlarına yani buzdağının görünen yüzüne göredir. Bilinmeyenler göz önüne alındığında, sermaye ağırlığının mahdut ellerde toplandığı ve dünya finansal hareketliliğinin bunlar tarafından yönlendirildiği hakikati ortaya çıkar.

Günümüzde küresel sermayenin tepesinde beş büyük ailenin yer aldığı biliniyor: Rothschild, Rockefeller, Morgan, DuPont ve Bundy Aileleri.

Küresel sermaye gücünün varlığını ve hâkimiyetini devam ettirebilmesi için birtakım kuruluşları ve aktörleri devreye sokacağı tabiîdir. Kimse ateşi eliyle tutmak istemez. Üç önemli yapılanma öne çıkıyor: CFR-Bilderberg-Trilateralcommision.

Bunlara bağlı olarak çalışan birçok kuruluş var: Dünya Bankası, FED, IMF gibi… Wall Street ve benzeri birçok merkezî menkul kıymetler

borsalarını, terazinin dengesini ayarlayan SP-Moody’s-Fitch gibi derecelendirme kuruluşlarını da ilâve edebiliriz. Tespit edilen plân ve programın aktörlüğünü ve sözcülüğünü Bill Gates ve Robert Murdoch misâli şahsiyetler üstleniyor.

Yeryüzüne yayılmış finansal ağlar yanında Mason locaları, Lions, Rotary kulüpleri gibi yapılanmalarla ihtiyaç duyulan elemanlar devşirilmektedir. Kurukafalar, Tapınak Şövalyeleri, İllüminati ve benzeri Ezoterik tarikatlarla da etki alanı genişletilmektedir.

Dünyadaki belli başlı televizyon ve film şirketleri, gazete, dergi, kitap türü yayın organları bu gücün elinde faaliyette bulunan vasıtalardır ve her mekânda insanları “beyinlerinden yakalamış” vaziyettedirler. Kuzey-Güney, Doğu-Batı, her coğrafyadaki siyâset-politika, finans-ekonomi, eğitim-kültür, tarım ve sağlık alanlarında hâkimiyetini sürdüren “küresel bir güç”, beşerin istikbâlini tehdit eder bir hâlde karşımızda durmaktadır.

Siyonizm’i şiar edinmiş Küreselciler, vatan ve millet mefhumlarını dışlayarak “yeni bir dünya düzeni” hedeflemişlerdir. Arzuladıkları bu düzende milliyet yerine çiplenmiş dünya kimliği, din yerine öngörülmüş hayat felsefesi vardır. Para ise, değerini kendilerinin belirlediği “kripto paradır”.

Sanayi inkişafından önce üretim için insan nüfusu ve emeği önemliydi. İlim ve teknik geliştikçe yerini makineler almıştır. Akıllı bilgisayarlara bağlı mekanizma ile üretimin yapılması, çok sayıda insanın boşta kalışı demektir. İşsizlik açlığa, bu da isyana yol açar. Nüfusun artışına doğru orantılı olarak işsizlerin çoğalması dünya sermayesinin çoğunluğunu ellerinde bulunduran “küresel sermaye”ye büyük bir tehdit oluşturmaktadır. Bu tehlikenin bertaraf edilmesi için dünya nüfusunun seyrekleştirilmesi çare olarak görülüyor.

Pandemiden önce “Küreselcilerin sözcüleri” yeryüzünde 1 milyar insanın bulunmasının yeterli olacağından dem vuruyorlardı. Çok değil, birkaç sene sonra “Koronavirüsün” milletlerin başına dert olması tesadüf mü? Tesadüf değilse, içinde bulunduğumuz durumun bir ön prova (hazırlık) olduğunu anlamamız ve yeni yeni senaryolara da hazırlıklı olmamız lâzımdır.

“Yahudi devleti olduğunu iddia eden İsrail -ki ben bu devleti kabul etmiyorum-, Allah’ın zayıf olduğunu varsayıyor. ‘Allah Yahudileri koruyamaz, o zaman biz devlet kurarak kendimizi koruyalım’ denilmekte. Bu ise gerçek Musevilikte Allah’ı inkâr eden, Allah’a karşı olan bir anlayış! İnsanı yaratan ve onu koruyan Allah’tır.” (Haham Weiss)

Küresel sermayenin gelişimi

Küresel sermaye, 19’uncu yüzyılda güneşi batmayan imparatorluğun (İngiltere) gölgesinde gelişti, büyüdü. Birinci Cihan Harbi’nden sonra karargâhını ABD’de kurdu. Finans, sanayi ve medya sektörleri hâkimiyeti altındaydı. Siyâsette de söz sahibi olan Küreselciler, ABD’nin emperyalist yayılmacılığında, “gizli dünya devleti” olma yolunda ilerleyeceklerdi. Amerikalı “Millîciler” kullanıldıklarının farkına varacak ve seslerini çıkarmaya başlayacaklardı yavaş yavaş. Trump’un önderliğinde karşıtlık hâd safhaya vardı ve çatışma çıktı.

Bu mekânda güvenilirliği müphem bulan Küreselciler, bakir toprak olarak gördükleri Çin’e kaymaya başladılar. İstikbâldeki karargâhlarının burası olacağı anlaşılıyor. Yeryüzünü istilâ eden

pandeminin Çin’in Wuhan kentinde patlak vermesi, “Millîciler ile Küreselcilerin en son çatışmasının işaretini mi taşıyor?” sorusunu gündeme taşımakta.

Siyonist küresel sermayenin son iki yüz senelik faaliyetine göz atarsak, neleri başardıklarını ve gelecekte nelerle karşılaşabileceğimiz hakkında bir öngörü (fütürizm) kurgulayabiliriz.

1) İngiliz Kraliyet Ailesinin payandalığında, yerkürenin muhtelif coğrafyalarındaki sömürgelerinde faaliyet imkânı elde edildi. Endüstri için elzem hammaddelerin çıkarılması, taşınması, pazarlanması işlemlerinde ve dünya ticaretinde söz sahibi oldular. Atağa kalkan üretimde yeni bir enerji kaynağının önemi gün yüzüne çıktı: Petrol…

Orta Doğu’daki gelişmemiş İslâm coğrafyasının topraklarında muazzam bir kaynak yatıyordu. Ne var ki bu topraklar, 6 asır dünya siyâset tarihinde başrol oynamış Osmanlı Devleti’nin hâkimiyeti altındaydı. O hâlde Osmanlı Devleti yıkılmalı, coğrafyası küçük küçük parçalara ayrılarak yutulmalıydı.

2) Mason locaları ve benzer teşkilâtlarla devletlerin idaresine müdahale ediliyordu. Osmanlı Devleti’ndeki Meşrutiyet taraftarı muhaliflere, Avrupa’da vazifeli diplomatlara, buralara tahsil için gönderilen talebelere el atıldı. Üyelerinin çoğunluğu asker olan İttihat ve Terakki mensuplarından ileri gelenler kadroya dâhil edilecekti. İttihat ve Terakki, Alman ve İngiliz Masonlarının etkisi altında iki grup olarak tertiplendi.

3) Siyâsî dehâ olan Sultan Abdülhamit Han, emperyalist Avrupa devletlerinin sömürge paylaşımlarından doğan çatışmanın umumî bir harbe dönüşeceğini tahmin etmekteydi. Düşüncesi, böyle bir harbin, denizlere hâkim olan devletin lehine neticeleneceğiydi. Yani İngiltere’nin kazanacağına inanıyordu.

4) Almanya’nın yanında savaşa dâhil olan Osmanlı Devleti, birbirlerinden ırak dört ayrı cephede savaşmak zorunda kalacaktır. Balkan Savaşlarından itibaren cepheden cepheye aktarılan vatan evlâtları, İttihatçı liderlerin ihtiraslarına kurban edileceklerdir. Sonunda bilinen netice vuku bulacak, güdüldüklerini acı akıbetle tecrübe eden üç (Enver-Talat-Cemal) paşa, perişan vaziyete düşürdükleri vatanlarından firar etmek zorunda kalacaklardır.

5) 1787’de ilk anayasasını ve ilk cumhurbaşkanını tayin eden ABD, mümbit geniş arazisiyle Avrupalıları cezbediyordu. Bakir topraklarda zengin olma hayâli kuran birçok insan göçe başladı. Göçler 1880-1914 yılları arasında oldukça hızlandı. Küreselcilerin Avrupa’daki ataları önceden gelmiş ve köşe başlarını tutmuşlardı. İngiltere’den sonra yeni merkez, 9 milyon kilometrekarelik bu topraklardı. Paragrafın ilk cümlesinde geçen “bakir” kelimesi, buradaki yeraltı kaynaklarının işlenmemiş olmasından dolayıdır. Yoksa “Kızılderililer” olarak tabir edilen yerli halkı mevcuttu. Yapılan araştırmalara göre yerlilerin o anki nüfusu, Avrupa nüfusundan fazlaydı. Amerika’ya göç eden medenî Avrupalılar (!) top ve tüfek gibi ateşli silahlarla yerlileri kıyıma uğrattılar. Bugünkü (1,5 milyon civarında) yerliler,

numunelik olarak bırakılanların devamıdır. Bu yıl Türkleri, 1917’deki hâdiselerden dolayı haksız yere soykırımcı ilân eden ABD Parlamentosu, en büyük soykırımcının kendi ataları olduğunu unutmuş görünüyor. Hatırlatırız!

Birinci Cihan Harbi felâketinden uzak kalan, muazzam imkânları üretimle değerlendirerek sanayi devi hâline gelen ABD, yeni kılıflar icat ederek “emperyal” girişimlere başlayacaktı. İktisadî büyümede en kârlı zümreyi teşkil eden Küreselciler, sermayelerini geometrik arttırarak oldukça palazlandılar. Sanayi, finans ve medya ellerindeydi. Siyâsete de yön vermekteydiler. Karşı çıkanların ömrü uzun olmuyordu. Dolar basımını ellerinden alan Başkan John F. Kennedy (başkanlık süreci 1961-1963) suikastla kim vurduya gitti. Yerine gelen Başkan Johnson’un ilk icraatlarından biri bu imtiyazı kendilerine iade etmek oldu.

6) ABD’nin gölgesinde, yeryüzünde faaliyette bulunan Küreselciler, dünya siyâsetiyle birlikte yerel siyâsete de müdâhil oldular. Osmanlı yıkılmış, coğrafyasında kurdurulan küçük küçük devletlere ise kendilerine tâbi adamlar oturtturulmuştu. Ama istikbâl için bu kâfi görülmüyordu. Zamanla halklar uyanarak plânlarını bozabilirlerdi. Nitekim İran’da, 1944’te milletvekili olan Musaddık (asıl adı Muhammet Hidayet), yabancıların petrol çıkarmasına karşı propaganda yapıyordu. Milliyetçi Cephe Partisi’ni (1949) kurup 1951’de başbakanlığa seçildi. Yabancı teknisyenleri dışarı atarak petrolü millîleştirdi. Durumdan memnun olmayan Küreselciler, direktifleriyle General Zahidi’ye darbe yaptırarak Musaddık’ı devirdiler.

Orta Doğu’daki petrol bölgelerindeki devlet yöneticileri her ne kadar kendilerine bağlı idiyseler de ileride durum değişebilirdi. Bunun için tamamen kendilerinden olan yeni bir devletin peyda edilmesi öngörüldü. Coğrafyanın ortalarında bir yerde olması, komşu devletleri etkilemesi açısından önemliydi. En müsait yer Filistin’di. Irkdaşları olan bir kısım Yahudilerin, iki bin sene önceki İsrail Devleti’ni yeniden tesis etmek gibi idealleri vardı. O hâlde peydahlanacak yeni devletin halkı da hazırdı.

İkinci Abdülhamit Han zamanında Osmanlı Devleti’nin ekonomik durumunun bozukluğunu fırsat bilerek, bütün borçlarının ödenmesi karşılığında, Filistin’de çorak bir bölgenin verilmesi teklif edilmişti. Ürkütmeden, plânı ufaktan başlatacaklardı ama vaziyeti sezen Sultan’dan ret cevabı aldılar. Aracılar vasıtasıyla Filistinlilerden bire on vererek toprak satın alma cihetine gidildi. Fakat Abdülhamit Han şahsî parasıyla bütün araziyi mülküne geçirdi. Tek yol kalmıştı: Abdülhamit Han’ı hâlletmek!

İttihat ve Terakki vasıtasıyla onu da başardılar. Sultan’ı deviren İttihatçılar, şahsî tapuyu lağvederek araziyi millîleştirdiler. Yani devlet mülküne kattılar. Osmanlı Devleti’ni de ortadan kaldırmayı başaran küresel Siyonistlerin önünde ciddî bir engel kalmamıştı. Sıra İngiliz hegemonyasının desteğiyle Filistin’e yerleşmeye gelmişti. 2 Kasım 1917’de ilân edilen Balfour Deklarasyonu’nda, “Majestelerinin hükûmeti, Filistin’de Yahudi halkı için bir vatan kurulmasına sıcak bakmakta ve bu amaca ulaştırılmasını kolaylaştırmak için her türlü gayreti göstereceklerini belirtmektedir” ifadeleri yer alıyordu.

Filistin’e göçler başladı. Bu göçün diğer coğrafyalardaki göçlerden farkı, göçmen Yahudilerin Filistin’deki yerli halkı imha edip gelecek olanlara yer açmasıydı. Marksist Yahudi yazar Ralph Schoenman, “Siyonizm’in Gizli Tarihi” adlı eserinde, Yahudi hareketinin gizli amacının “Vatansız halka halksız vatan” parolası ile şekillendiğini belirtiyor.

1917’de Filistin’de 56 bin Yahudi ve 644 bin Filistinli birlikte yaşıyordu. 1931 yılında 750 bin Filistinliye karşılık Yahudi nüfusu artarak 174 bin 616 olmuştu. 1947’deki durum şuydu: 630 bin Yahudi, 1 milyon 300 bin Arap.

Yahudi Ajansı Göçmen Dairesi Başkanı Joseph Weitz, 1940 yılında hedeflerini açıklıyordu: “Şu açıkça bilinmelidir ki, bu topraklar üzerinde iki ayrı halka yer yoktur. Eğer Araplar burada yaşayacaklarsa biz hedefimize hiçbir zaman varamayacağız demektir. Öyleyse Arapları buradan uzaklaştırıp komşu ülkelere sürmeliyiz. Hem de hepsini! Tek bir köy, tek bir aşiret kalmayacak şekilde…”

İsrail Devleti’nin resmen ilân edildiği 15 Mayıs 1948 tarihinden önce Yahudi “İrgun” ve “Hagana” çetelerinin marifetiyle 780 bin Filistinli daha vatanlarından zorla çıkarılmıştı. İsrail’i ilk tanıyan devlet, ABD’dir. İkinci tanıyan ise Türkiye Cumhuriyeti Devleti. Hadi ABD’yi anladık da, Türkiye’ye ne oluyordu?


Yahudi, Yahudi’nin düşmanı

Filistin’de, yeni devletin kuruluşundan önce Yahudi halkının buraya göç etmesi elzemdi. Ama Avrupa’da bilhassa Almanya’da Yahudilerin hayat standartları yüksekti. Lüks hayatı bırakıp çöllerde çile çekmeye kimse yanaşmıyordu. Vatan ve millet lâflarına aldıran yoktu. İdealist Yahudiler büyük hayâl kırıklığına uğradılar. Siyonist Küreselci Yahudiler ise plânlarının akamete uğramasından kızgın ve öfkelilerdi. İkinci Cihan Harbi’nden önce ve sonra, Amerika’ya veya diğer Avrupa ülkelerine göç etmek isteyen Yahudiler, Siyonist teşkilâtlar tarafından engelleniyordu. Çünkü rota Filistin olmalıydı. Hatta Yahudileri yerlerinden etmek için daha kuruluş aşamasında olan faşist Nazi Partisi’ne malî destek sağlandı. Amerikan Siyonist finans devleri Harriman ve Guaranty tröstleri ile Alman çelik kralı Thyssen’in malî yardımlarıyla Hitler palazlandırılıyor ve yeni bir dünya savaşı çıkaracak güce eriştiriliyordu.

Bertrand Russel Barış Vakfı Genel Sekreteri ve Marksist bir Yahudi olan Ralph Schoenman, “Siyonizm’in Gizli Tarihi” (The Hidden History of Zionism) adlı eserinde Siyonistlerin ne denli Yahudi düşmanları ve Nazilerle iş tuttuklarını belgelerle açıklamaktadır. Siyâsî Siyonizm’in kurucusu Theodor Herzl’in “Anti-Semitizm ile çatışmanın gereksiz ve faydasızlığını anlamış bulunuyorum” diye yazdığını belirtirken, “Revizyonist Siyonizm’in kurucusu Vladimir Jabotinsky’nin ise, “Yahudi halkı çok kötü bir halktır. Haklı olarak komşuları onlardan nefret eder. Kurtuluşları topyekûn İsrail’e göç etmeleridir” dediğini ifade ediyor.

Theodor Herzl (1860 Budapeşte-1904 Avusturya), Çarlık Rusya’sının Dâhiliye (İçişleri) Bakanı ve Yahudi soykırımı olan Kişinev programlarının mimarı Kont von Plehve ile iş tutmuştur. Herzl şöyle bir teklif yapar: “Filistin’e göçe yardımcı olun, Çar’a karşı ayaklanma bitecektir.” Kont kabul eder ve Siyonizm hareketine malî destekte bulunur. Jabotinsky ise Ukraynalı faşist Simon Petilura’ya (28 bin Yahudi’nin öldürüldüğü hareketi yönetmiştir), Bolşevik Devrim’e karşı mücadele etmek için Yahudi polis gücünün kurulmasını teklif eder. Bu güç, devrime destek olan halktan pek çok kişiyi öldürür.

Almanya Siyonist Federasyonu, Haziran 1933’te Nazi Partisi’ne destek mesajı gönderir. Dünya Siyonist Örgütü’nün 1933’teki kongresinde “Hitler’e karşı hareket” gündeme gelir. Teklif, 43’e karşı 240 oyla reddedilir. Kongre sonunda Hitler, nazik durumda olan Alman ekonomisine yardım çağrısında bulunur. Dünya Siyonist Örgütü, Nazi rejiminin ürettiği malların Avrupa’da ve Orta Doğu’daki en büyük dağıtımcısı olur. Bu yakınlaşmanın neticesinde Nazi SS güvenlik servisinden Baron Von Mildenstein, Filistin’e altı aylık bir ziyarette bulunur. Dönüşünde Siyonizm’i öven 12 sahifelik bir rapor yazacaktır.

Siyonistler, kendi dışındaki Yahudileri kurtarmak girişimlerini, plânlarına yönelik tehdit addediyorlardı. Bunun için Avrupa’da ve Amerika’da, göçmen kanunlarının Yahudiler lehine değişimini örgütlü olarak engellediler. İsrail Devleti’nin ilk başbakanı olacak olan David Ben-Gurion (1886-1973), 1938’de İngiltere’deki Siyonist işçiler toplantısında, “Bilsem ki, Almanya’daki bütün Yahudi çocuklarını kurtarmak için ya İngiltere’ye götürmek ya da yarısını İsrail’e götürmek zorundayım, ikinci şıkkı seçerim” demiştir.

1944’te, Macar Yahudilerinin durumu oldukça kötüydü. Slovakyalı Haham Dov Mihail Weissmandel, Auswitz’deki fırınlarda yakılmakta olan Yahudileri kurtarmak için müttefiklerden ve Siyonist teşkilâtlardan yardım çağrısında bulundu. Siyonistler bu çığlıkları duymazlıktan geldikleri gibi, ABD ve İngiltere’de de duyulmasını engellediler. Macaristan’daki kıyımdan kurtulanlardan Malchiel Greenwald, Budapeşte’de katledilen yüz binlerce Yahudi’nin sorumlusunun Alman Nazi yetkilileriyle anlaşan Siyonist liderler olduğunu açıklaması, dünya kamuoyunu şok etti. Siyonistler altı yüz tanınmış Yahudi’nin salıverilmesine karşılık geride kalanlara ses çıkarmamışlardı.

Bütün bunlardan çıkan çarpıcı sonuçlar şudur:

1-Avrupa’da Yahudilerin soykırıma tâbi tutulmasının baş sebebi, Siyonistlerin, idealleri uğruna ırkdaşlarını feda etmeleridir.       

2-Nazi iktidarını destekleyerek katliama teşvik eden ve göz yumanlar Siyonistlerdir!

3-Amaç Yahudilerin diğer coğrafyalara değil, sadece Filistin’e göç etmelerini istemeleridir.

4-Aynı zamanda katliamları reklâm niteliğinde kullanarak Dünya devletleri nezdinde Filistin’de kuracakları devletin meşrutiyetini ve tanınmasını sağlayacaklardır.

5-Kendilerini dinlemeyerek, müstakil hareket etmek isteyen Yahudileri cezalandırarak diğerlerine de gözdağı vermiş oldular.

6-Siyonist sermaye gücü, Yahudiler de dâhil olmak üzere bütün beşere karşı en büyük tehlikedir! Bu tehlike bertaraf edilmezse, yeryüzünün görülmemiş felâketlere duçar olması kaçınılmazdır.

Sovyetler Birliği’ne niçin yardım ettiler?

İkinci Cihan Harbi’nde Almanlar, Rusları ezerek Moskova’ya kadar geldiler. Tanklardaki benzinin donmasına sebep olacak şekilde ağır kış ikliminin hüküm sürmesi, geri çekilmelerine yol açtı. Rusya’nın sanayisi, iptidaî ve iktisadî durumu kötüydü. Almanlarla baş edebilmesi mümkün görülmüyordu. Devreye Siyonist sermaye gücü girdi ve Amerikan International Barnsdall Corporation Şirketi’nin verdiği ekipmanlar ve Amerikan W.A. Harriman Company ve de Guaranty tröstü tarafından verilen malî desteklerle Rus sanayisi ve maliyesi canlandırıldı.

Siyonistler, birbirine zıt çift kutuplu bir dünya sistemi istiyorlardı. Birbirlerine rakip komünizm ve kapitalizm mücadelesinde kendi siyâsetlerini daha rahat devam ettirecek, sermayelerini daha fazla arttırabileceklerdi.


Küresel çetenin çıkarttığı harpler ve darbeler

Küreselci Siyonist sermayenin üretim sektörlerinin en önemlilerinden biri silah sanayiidir. Ağırlıklı olarak ABD’de faaliyettedirler. Uzmanlara göre dünyada satılan her üç silahtan biri bunların fabrikalarında üretilmektedir. Binlerce işçinin çalıştığı bu sektörün faaliyetine devam edebilmesi için silahlarını satabilmesi, satış için talep olması, talebin artması için de tüketimin olması icap eder. Tüketimin diğer adı savaşlardır. Savaş olması lâzım ki depo edilen malların satışıyla yeni üretimler yapılabilsin. Aksi takdirde silah sanayii krize girer. Binlerce insanın öldüğü ve sakat kaldığı savaşlar, bu şirket patronlarınca “mutat işler” mesabesindedir. Yeryüzünde sükûnet ve sulh mu var? Üretim duracak, satış olmayacaktır. O hâlde savaşlar icat edilmeli, piyasa hareketlendirilmeli. Ölecek insanların, dökülen gözyaşlarının ne önemi var?

Silah sanayii şirketlerinin ABD’deki asker, bürokrat ve politikacılarla yakın ilişkisi var. Seçim zamanlarında kongre adaylarının kampanyalarına yapılan bağışlarla taraftar kazanılır. Şirket yönetimine emekli asker ve bürokratlar yüksek maaşla işe alınarak devlet siyâsetine etki sağlanır. Ya da bünyelerindeki elemanlar aktif siyâsete dâhil edilir. En büyük beş silah şirketinin binaları Pentagon’la komşudur.

2001’deki 11 Eylül hâdiselerinden sonra “teröre karşı savaş” ilân edilerek Irak ve Afganistan operasyonlarına başlandı. Silah sanayii de üretimde yeni bir ivme yakalamıştı. Bu hareketlerde Savunma Bakanlığı ve Başkan Yardımcılığı yapmış olan Dick Cheney’nin Halliburton Silah Sanayii Şirketi’nin eski CEO’su olduğu biliniyor. Eski Savunma Bakanlarından Patrick Shanahan, bu görevinden önce Amerika’nın ikinci en büyük silah şirketi Boeing’de otuz yıl çalışmıştır.

Asker-bürokrat-siyâset yakın ilişkisiyle geçmişte ne tür “haltlar” karıştırıldığını özetle gözden geçirelim.

Vietnam Savaşı (1955-1975)

Güney Vietnam’ı komünizmden kurtarmak bahanesiyle ABD’nin dâhil olduğu bu savaşta eski silahlar tüketilmiş, yeni imâl edilen silahlar denenmiştir. “Agent Orange” adlı kimyasal silahın bitkiler üzerindeki telef edici etkisi görülmüştür. ABD’nin yenilgisiyle biten savaşta 60 bin ABD askeri öldü. Güney Vietnam’ın kaybı 300 bin, Kuzey Vietnam’ın kaybı 1 milyon civarında. Memleket ve insanlar mahvoldu.

Kore Savaşı (1950-1953)

Savaş sonunda memleket ikiye bölündü. Kuzey ve Güney Kore’den toplam 2 buçuk milyon kişi öldü. Ekonomi harap oldu. Mikrop silahı ve “dioksin” adı verilen zehirlerle biyolojik savaş denemeleri yapıldı.

Irak-İran Savaşı (1980-1988)

ABD’nin Saddam’ın sırtını sıvazlayıp İran’a saldırttığı savaşta, her iki milletten 1 milyon kişi öldü. Her iki devlet, petrol gelirlerini silaha yatırıp birbirini bombaladı. Şehirler ve tesisler yakıldı, yıkıldı. Amerikalı şirketler her iki tarafa silah satıp milyar dolarlar kazandı. ABD’nin, İran’a ambargo koyduğu hâlde şirketlerinin gizlice silah sattığı sonradan anlaşıldı.

Körfez Savaşı (1990-1991)

İran’la olan savaşında maliyesi dibe vuran Saddam, zengin Kuveyt’i ele geçirerek vaziyeti kurtarmak istiyordu. ABD önce Saddam’a yeşil ışık yaktı. Kuveyt’e saldıran Iraklılar kasaları boşalttı. Yardım isteyen Kuveyt’in imdadına koşan ABD, kimyasal silah ürettiği yalanıyla Irak’ı önce günlerce bombaladı, sonra da işgal etti. Diktatör Saddam’ın zulmünden bıkan Iraklılar, Amerikalılara karşı durmadılar. Saddam’ın muhafız birliğiyle çatışma oldu. 2 bin 320 Iraklı asker

öldü. Amerika’nın kaybı ise 34… Bu bombalamalarda “uranyum bombası” test edildi. Radyoaktif madde yayan bu cinsin etkisinin uzun yıllar boyunca sürdüğü sonradan anlaşılacaktı.

Amerika’nın demokrasi getireceği vaadiyle başlattığı işgalden günümüze varan süreçte, iç çatışmalarda binlerce kadın tecavüze uğrayacak, yüz binlerce insan ölecek, milyonlarcası evini ve yurdunu terk etmek zorunda kalacaktı.

Yugoslav Savaşı (1990-1995)

Tito’nun ölümüyle dağılma sürecine giren Yugoslavya İç Savaşlarında “salkım bombaları” kullanıldı. Yere yaklaştığında yüzlerce küçük bombaya ayrılıyor, yerde patlamamış olanlar dahi tehlikesini aktif olarak sürdürebiliyordu.

Afganistan Savaşı (7 Ekim 2001-2021)

11 Eylül saldırıları bahane edilerek ABD Başkanı George W. Bush’un “terörle mücadele” politikası emperyal amaçlara kılıf yapılarak işgal harekâtı başlatılıyordu. Yeni üretilen silahların test edilmesi gerekmekteydi.

Diğerlerinden örnekler

Endonezya Devlet Başkanı Suhart, 1957-1958 yıllarında ABD’nin verdiği silahlarla Doğu Timor’u işgal ediyor, yıllar süren savaşlarda binlerce insan hayatını kaybediyordu.

Kamboçya’da Başkan Sihanuk ABD ile ticareti reddetti. 1970 yılında darbeyle devrildi ve ülke iç çatışmalarla kaosa sürüklendi.

Kolombiya’da uyuşturucu imâl edildiği bahanesiyle idare gasp edildi. Uyuşturucu ticaretini ele geçiren CIA, diğer memleketlere yapacağı operasyonlar için hazır kaynak bulmuştu.

Tayland’da mevcut yönetim devriltilerek diktatörlük tesis edildi.

Zaire’de CIA marifetiyle yapılan darbeyle Bush’un “Afrika’daki en iyi adamımız” dediği Mobutu idareye getirildi.

Çad’da, 1982 yılında darbe yaptırılıyor, diktatör Hissen Harbe başa geçiriliyordu. Darbe esnasında on binlerce Çadlı öldürülecekti.

Yemen, iki ayrı devlet hâline getirilerek birbiriyle savaştırıldı.

Bolivya, Gana, Grenada, Fiji, Ekvator, Angola, Somali, Panama, El-Salvador, Haiti, Filipinler, Peru, Uruguay vesaire… Amerika’nın karışıklıklar çıkararak yönetimine el attığı üçüncü dünya ülkeleri listesinde bunlar da yer aldı. Buralarda sarin ve hardal gazı gibi kimyasal silahlar kullandırılarak yüzbinlerce insanın ölümüne sebep olundu.

Artık iyice anlaşılmalıdır ki, Siyonist küresel sermayenin sahip olduğu silah şirketleri var olduğu müddetçe, dünyada sulh (barış) ve sükûnetten bahsetmek hayâl olacaktır.


Siyonizm’e karşı duran hahamlar

“Zulüm bizdense, ben artık bizden değilim!” (R.A.C.)

Siyonizm’e, Siyonizm’in devletli görünümü İsrail’e tepki gösterenlerin sayısı gün geçtikçe artıyor. Zannedildiği gibi Yahudiler bunun dışında değil. Pek çok Yahudi, hatta birçok din adamı (hahamlar) bu harekete karşı. İsrail’in Doğu Kudüs’ün Şeyh Cerrah Mahallesi’nde Filistinlilere ait evleri boşaltmak istemesiyle başlayan çatışmaların katliama dönüşmesiyle oluşan tepkiye “Neturel Karta International” adlı Yahudi örgütünün sözcüsü haham David Feldman da katıldı. Mayıs 2021 tarihindeki Anadolu Ajansı’nın haberine göre Feldman, “Problemin kökünde Tevrat’a bağlı gerçek Yahudilerin kabul etmediği İsrail Devleti’ni kuran Siyonizm hareketi var. Siyonist hareket, kendilerinden önceki hiçbir şeyi tanımıyor. Bu yüzden tüm bunlar oluyor” dedi. Hâdiselerin meydana çıkış nedenini de şöyle açıklıyor: “Şeyh Cerrah çatışmalarını ortaya çıkardıklarına şaşmamak gerek. Buna verilebilecek tek cevap, Siyonist hareketinin savaşa ihtiyacı olduğudur. Var olmak ve Yahudi halkının sempatisini kazanmak için savaşa ihtiyaçları var. Yahudilere, ‘Bakın, tehlikedeyiz. Filistinliler bizim için tehdit’ diyebilmek için savaşa ihtiyaçları var.”

Feldman, Siyonizm’e karşı oluşlarının nedenini ise şöyle açıklıyor: “Filistin’deki ve dünyadaki Siyonizm’e karşı dindar Yahudiler sadece son hâdiselere değil, Siyonizm’in temsil ettiği her şeye ve tüm işgale karşı. Bu dinimize aykırı, adâlete aykırı, uluslararası hukuka aykırı, insanlığa aykırı!”

İsrail’in baskılarına karşı New York ve Washington’da düzenlenecek protestolara katılacaklarını belirten Feldman, İsrail yanlısı güçlerin karşıt sesleri bastırmak için çabaladıklarının ve kendilerine ait sosyal medya hesaplarını kapattırdıklarının altını çizerek, “Bu her zaman oluyor, sesimiz yok sayılıyor ve ana akım medyada sistematik olarak sansürleniyoruz” demiştir.

Siyonist harekete ve bunun ihdas ettiği İsrail Devleti’nin kuruluşuna karşı çıkan Yahudi önderlerinden biri de “Jews United Against Zionism” adlı kuruluşun yöneticisi Haham Yisroel Dovid Weiss’tir. İstanbul’da bir üniversitenin tertiplediği konferansta Siyonist meselenin temeline inerek şöyle demektedir: “İsrail Devleti’nin kurulduğu gün -14 Mayıs 1948- yani Nakba, insanlık âlemine son derece hayırsız oldu ve büyük felâket getirdi. Bu meselenin entelektüeller tarafından mutlaka okunması ve araştırılması gerekir. İsrail Devleti’nin temel dayanağı olan Siyonist ideoloji ve devletin kuruluşu ile alâkalı çok ciddî sorunlar var. İsrail, Filistin halkına çok büyük zulüm yapıyor. Gazze’de büyük ve korkunç bir abluka var. Ve ne yazık ki insanlık buna hissiz kalıyor. Bu çatışmanın çok büyük bir sorun olduğunu görmek ve anlamak zorundayız. Bunu birileri din savaşı gibi göstermeye çalışıyor. Bunun din ile hiçbir alâkası yok.”

Konuşmasını Musevilik ile Siyonizm arasındaki farkı açıklamakla devam eden Weiss şöyle diyor:

“Musevilik, Allah ile yapılan bir sözleşmeden oluşmaktadır. Üç bin yıl önce Sina’da yapılan bir sözleşmenin sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Bizim dinimiz merhameti öngörmektedir. Zulmün her türlüsüne karşı çıkıyor. Bu anlamıyla teslimiyeti ifade etmektedir. Gerçek Yahudilik budur ve üç bin yıldır yaşanan Yahudilik bunlardan ibarettir. Siyonizm, 130-140 yıl önce icat edilen bir ideolojidir. Bu ideolojinin mensupları asla dindar Yahudiler değil, din dışı Yahudilerdir. Bunlar genellikle Yahudilerden nefret ederler. Allah’a kulluk etmekten ziyade, ne yazık ki aşağılık bir ırkçılığa ve milliyetçiliğe dönüşmüşlerdir. Bu sahte bir Yahudiliktir!

Ne yazık ki Yahudi simgelerini kendi amaçları doğrultusunda kullanıyorlar. Bütün bunları Allah adına yaptıklarını söylüyorlar. Yaptıkları şeyleri Allah’ın iradesiymiş gibi yansıtıyorlar. Bunların gerçekle hiçbir alâkası yok!”

Weiss, konuşmalarında Musevilik hakkında pek bilinmeyen bir bilgiyi de açıklıyor. Bu bilgi son derece önemli:

“İki bin yıl boyunca Yahudiler hiçbir zaman devlet kurma girişiminde bulunmadılar. Çünkü Allah ile yaptıkları sözleşme vardı. Bazıları onu peygamber olarak görmüyor ama Kral Süleyman, tapınağın yıkılacağını söylüyor. Bu bir peygamberin tebliğidir. Ayrıca Allah da Tevrat’ta açık açık tapınak yıkıldıktan sonra Yahudilerin dünyanın her yerine dağılacağını bildiriyor. Yahudilerden Filistin’e toplu olarak dönmeyeceklerine dair söz alıyor. Yaşadığımız topraklar neresi olursa olsun, orada yaşayanlarla beraber barış içinde yaşamak zorundayız. Yahudi devleti olduğunu iddia eden İsrail -ki ben bu devleti kabul etmiyorum-, Allah’ın zayıf olduğunu varsayıyor. ‘Allah Yahudileri koruyamaz, o zaman biz devlet kurarak kendimizi koruyalım’ denilmekte. Bu ise gerçek Musevilikte Allah’ı inkâr eden, Allah’a karşı olan bir anlayış! İnsanı yaratan ve onu koruyan Allah’tır.”

Haham Weiss’in Musevilikteki devlet inancı ile Siyonist Yahudilerin devlet idealleri taban tabana zıt. Musevilik, inancını İlâhî kaynaktan alıyor. Siyonistlerinki ise kendi görüşleri. Devam ediyor Weiss:

“Yahudiler, İspanya gibi bazı yerlerde güçlü hâle gelmişlerdi. Buna rağmen devlet kurmaya kalkışmadılar. Allah’a sözleri vardı. Bu sadece Filistin ile ilgili bir şey değil. Dünyanın hiçbir coğrafyasında devlet kurma hakkına sahip değil. Hiç kimsenin yaşamadığı bir toprak parçasına bile Yahudiler gidip devlet kuramaz. Çünkü onlara devlet kurmak yasaklandı. Siyonistler bu Tanrı buyruğunu yok sayarak devlet kurdu. Daha da kötüsü, devlet kurdukları yerlerde başka insanlar yaşıyordu. Orada yaşayanlara her türlü katliamı, baskıyı yaptılar. Irkçılık yaptılar, baskı ve zulüm uygulamaya başladılar. Bu tam anlamıyla vefasızlıktır!”

Konuşmasının sonlarına doğru İslâm dünyasının Hıristiyanların zulmü karşısında Yahudileri sahiplendiklerini, buna rağmen Siyonistlerin Filistinlileri yok etmeye çalıştıklarını ifade ediyor Weiss. Filistin halkı hakkındaki görüşlerini belirtirken, gerçek Yahudilerin İsrail’de Filistinliler gibi baskı ve zulme maruz kaldıklarını söylüyor. Bu husus çok dikkat çekici:

“İslâm dünyası her zaman Yahudilere kapısını açmış, dinlerini yaşamalarını sağlamıştır. Engizisyona maruz kaldığımız ya da Haçlı Seferleri sırasında katliama uğradığımız zaman Yahudilere en son sahip çıkan Müslümanlar olmuştur. Osmanlılara sığınmış ve yüz yıllarca yaşamışlardır.

Biz sonuna kadar Filistin halkının yanındayız. Allah’tan diliyoruz ki, Siyonist devleti bir an önce tarih sayfasından silinsin, yok olup gitsin! Biz, Filistin halkı kendi topraklarında kendi devletini kurarak, özgür yaşasın istiyoruz. Yahudiler olarak biz de diğer insanlarla barış içinde yaşamak istiyoruz.

Bir de şunun mutlaka bilinmesini istiyoruz: İsrail’de gerçek Yahudilere karşı korkunç bir baskı ve zulüm var. Dünya basınının bunları gündeme taşıması lâzım!”

Yine 28 Mayıs 2021 tarihinde New York’ta yüzlerce Ortodoks Yahudi, “İsrail’in saldırılarını kınamak ve Filistinlilere destek olmak” için yürüdü. Cemaat liderlerinden Haham Hershel Klar şunları söyledi: “Bütün Yahudilerin İsrail Devleti’ni desteklediği zannediliyor ama aslında durum bu değil. Bizim cemaatimiz İsrail’e karşı ve savaşlarını kınıyor.”

Mayıs 2021’de Londra’da düzenlenen İsrail karşıtı protesto yürüyüşe ellerinde pankartlarla bir grup Yahudi de katılmıştı. Gruptan Haham Elehanan Beck ile yapılan mülâkatta, Londra’da yaşayan Beck, Filistin doğumlu olduğunu ve Müslümanlarla geçirdikleri iyi zamanlardan hatırladıklarını aktarırken, “İsrail’in sadece Filistin halkı için değil, asıl Yahudiler için tehlikeli” olduğunu söyledi. Beck ayrıca, 2018 yılında Londra’daki Intercontinental Otel’de Musevi cemaati üyeleri ile birlikte Cumhur Reisimiz Recep Tayyip Erdoğan’la görüşmüştü. Görüşme sonrası gazetecilere yapmış olduğu açıklamada, “İngiltere ve ABD yönetimlerine sesleniyorum: Siyonistlere yardımcı olmak Yahudi halkının yararına değil. Eğer Yahudilere yardımcı olmak istiyorsanız, o zaman Türkiye Cumhur Reisinin yaptığını yapın. Elçiliğinizi oradan çekin. Ortaya çıkın ve sesli bir şekilde İsrail Devleti’ne karşı olduğunuzu söyleyin. İşgalcilere karşıyız! Yahudiler olarak bizler İsrail Devleti’nin barışçıl bir şekilde tamamıyla dağıtılması için duâ ediyoruz. İki devlet de istemiyoruz. Tek devleti, denizden nehre kadar Filistin halkının geri dönmesini destekliyoruz. Orada Yahudiler ile Müslümanlar birlikte barış içinde yaşayabilirler” demişti.

Ah Rachel!

Yalnız hahamlar değil, her milletten, her yaştan pek çok insan Siyonizm’e, Siyonizm’in devlet temsilcisi İsrail’e karşı. Bunlardan biri de Washington’da yaşayan son sınıf talebesi Rachel Aliene Corrie (1979-2003) idi. Refah-Olympia kardeş şehir projesi kapsamında Gazze’ye gittiğinde, 2003 yılındaki İkinci İntifada devam ediyordu. Gazze’deki manzara karşısında şoke oldu. İsrail ordusu Filistinlileri tutukluyor, işkence ediyor, evlerini yıkıyordu. İsrail kuvvetlerinin bu şiddet dolu eylemlerine engel olmaya çalışan ISM (International Soli Jarity Movement) uluslararası dayanışma örgütü üyeleri ile tanıştı. Barış aktivisti olarak elinden geleni yapmaya kararlıydı. Elinde megafonla, bir Filistinlinin evini yıkmaya hazırlanan buldozerin karşısına geçti. Buldozer operatörünün insan olduğunu sanıyordu Corrie. Nasihatleri dinler ve gönlü yumuşayabilirdi. Fakat operatör aldırmadı, buldozerle üstünden geçip gitti. Kafatası kırılmış, kaburgaları parçalanmış, akciğerleri delinmiş bir genç kızcağız, yerde yatıyordu…

Yahudi asıllı Amerikan vatandaşı olan Corrie’nin annesine yazdığı mektuptaki bir cümle, slogan olarak kulaklarda çınlayacaktı: “Zulüm bizdense, ben artık bizden değilim!”


Siyonist sermaye çetesi ne yapmak istiyor?

Dünya sermayesinin büyük bölümünü şirketlerinin bünyesinde tutan bu grup, başlangıçta bulundukları devletlerin gölgesinde servetlerini muhafazaya gayret etmekteydiler. Zamanla servetlerini katlayarak öyle irileştiler ki gizlenmek imkân dışıydı. Devletler gölgeleri altında kalır oldu. Adamlarını, bürokrasinin ve siyâsetin içine yerleştirerek yönetimde söz sahibi olur hâle geldiler. Kendilerini en zirvede ve çok güçlü görüyorlar. Nefsin son mâkâmı olan “Firavun tahtına” kuruluverdiler. Firavun, mahiyetine kibirle seslenivermişti: “Ben sizin ulu rabbiniz değil miyim?”

Küresel sermaye çetesi, beşeri yönlendirmek, şekillendirmek, arzu ve isteklerine amâde bir robot hâline getirmek istiyor. İşlemekte olan siyâsî, ekonomik, sosyal ve hatta dinî kaideleri lağvederek “yepyeni bir düzen” peydahlama gayretinde. Neler yapmak istiyor bu çete?

Görebildiğimiz kadarıyla özetle anlatmaya çalışalım:

1-Dünyanın yaklaşık 8 milyarlık nüfusu onlar için fazla. Yoksulların çoğaldığı bir yerde zenginler huzursuz olur. Çünkü servetlerine dikilen gözler çoğalmaktadır. Hem makineleşen üretimde fazla insana ihtiyaç yok. Seyrekleştirilmeli. Bu da yetmez, azaltmaya çalışacaklardır. İcraatlarını şöyle sıralayabiliriz:

a-Başta Müslüman coğrafya olmak üzere her millette doğum kontrolü kampanyaları düzenlenmekte, ilâç ve malzemeler ücretsiz dağıtılmakta, televizyon ve sinemada bekârlık teşvik edilmekte, evliliğin zorlu ve riskli olduğu imasıyla filmler üretilmektedir. Bu uğurda milyar dolarlar sarf ediliyor.

b-Fitne çıkarılarak milletler birbirine düşürülüp savaştırılmaktadır. İran-Irak Savaşı sekiz sene sürmüş, her iki taraftan 1 milyon insan telef olmuştur.

c-Bilinmeyen virüslerle salgın çıkarılarak beşerin katledilmesi… Günümüzdeki Covid-19 virüsünün laboratuvarlarda üretilerek milletlerin başına belâ edildiğine dair önemli iddialar var.

2-Devletlerin iktisaden ve siyâseten çökertilmesiyle kaos oluşturmak… Pandemi döneminde insanlar evlerine kapattırılarak ticarî ve sosyal faaliyetler durma noktasına getirildi. Hükûmetler halklarının zarurî ihtiyaçlarının karşılanması için para basarak dağıtmak zorunda kaldılar. Sonuçta halklar enflasyonla menfi etkilenecektir. Yeni virüslerle pandemi süresinin çok uzadığını düşünün, malî açıdan gelişmiş hükûmetlerin bile bunun altından kalkabileceği şüphelidir. İdarecilerinden ümidi kesen halklarınsa sermaye çetesinin uzattığı ellere teslim olacağı bellidir. “Denize düşen yılana sarılır” atasözümüz hatırlanmalıdır.

3-Vücuda takılan “çiplerle” sağlığın kontrol edileceği haberini müjdeliyorlar. Batı’da bazı kimseler bunu şimdiden kabul etmiş, proje tatbikata koyulmuştur. İnsanların belli merkezlerden “hayatî faaliyetlerinin” takip edilmesinin plânlandığı anlaşılmaktadır. Böylece insan canı, kasabın insafına teslim olmuş oluyor. İyi de, ileride yeni dünya düzenine muhalif olanların akıbeti ne olacak? Bu kişilerin hayatları, kapama düğmesine basılmasıyla son bulacak şekilde basite indirgenmiştir.

4-Çetenin hedeflerinden biri de “kripto para” sistemi ile Dünya iktisadını avucuna almasıdır. Bu sistemde devletlerin devreden çıkarılması daha kolay hâle gelecektir. Günümüze kadar milletler arası ticarî mübadelelerde dolar kullandırıldı. Doları da kâğıt maliyetine basarak piyasaya sürüyorlardı. Dünya piyasası gerçek değeri olmayan “dolar denizi” âdeta. Eski Irak Başkanı Saddam, petrolünü dolar karşılığı satmak istememesi üzerine infaz edildi. Trump’un da içinde bulunduğu Amerikalı milliyetçiler de Küreselcilere tavır almaya başladılar. Küreselcilerin Amerika’daki rahatı bozuldu. Güvenilir alan olarak Çin görünüyor. Yeni mekân ve yeni para tedavüle sokuldu. “Kripto para”, yeni para birimi olarak işleme girdi şimdiden.

5-Siyonist sermaye çetesinin, kurguladığı yeni dünya düzeninde vatan, millet, devlet mefhumlarını değiştirdiği, bozduğu ya da yok saydığı gibi inançlar da es geçilmiyor. Alt kuruluşları olan Mason, Rotary, Kurukafalar gibi kuruluşlar, Tapınakçı, İllüminati, Kabala gibi Ezoterik tarikatlar vasıtasıyla kendi inançlarını yerleştirmeye çalışıyorlar. Başlangıçta her inanç mensubunun müşterek imanı olan kâinatın bir yaratıcısının olduğunu kabul eder görünüyorlardı. Masonizmin mutat deyimine göre “evrenin ulu mimarı” olarak vasıflandırdıkları Tanrı’nın yaratma fiilinden sonra işi bitmiştir. Vahye, peygamberlere inanmazlar. “Gökten hiç kitap iner miymiş?” derler. “Bundan sonra ne olacak?” diye sorarsanız, kolları sıvayıp olması gerekeni hâlledeceklerini ima ederler.

İnsanların inanışlara, idarecilere, mevcut otoriteye inanmamalarını, uymamalarını, karşı çıkmalarını isterler. Tabiî bu istekleri yüzünüze doğrudan söylenmez. Kitap, dergi, gazete gibi yazılı basınla, TV ve filmlerdeki görsel vasıtalarla dolaylı olarak beyinler etkilenir. Önceleri Papa’nın gölgesine sığınan Küreselciler, sermayelerine sermaye katıp güçlendiklerinde Papa’yı “lapa” hâline getirip kullanmaya başladılar. Yapacaklarını daima “maşa” ile gerçekleştirirler. Hatta “Küreselizm”e karşı olanlar bile farkında olmadan kullanılırlar. Halkların idarecilerini dinlememelerini arzu eden Küreselcilerin, yeryüzünde tek egemen güç olduktan sonra otoritelerini demir yumrukla sağlayacakları kesindir.

6-Bu olup bitenlerden sonra, “Yeryüzü ölçeğinde gelecek hakkında düşünceleriniz (öngörüleriniz) nedir?” diye sorulursa, tahminimizi iki aşamalı ifade etmek isteriz:

a-Bilhassa görsel yayınların teknik düzeyde gelişmesi ile yanlışların yanında doğru bilgilerin de yayılmasına, duyulmasına yol açtı. İnsanlar, bilgiye erişme noktasında aciz ve çaresiz değiller artık. Devletler, diktatör ve tiran hükûmetlerin baskısından kurtuldu veya kurtulmaktalar. Milletler arası bir dayanışma ile -yapılanların hesabı- istenecektir. Sonrası yaman bir mücadele başlangıcıdır.

b-Küresel sermaye çetelerine karşı harekete geçen devletler, daha ziyade gelişmiş olan Batılı devletler yani Hıristiyan camiasıdır. İttifakla peşlerine düşecekler. Sonlarının yaklaşmakta olduğunu gören Küreselciler, son kozları olan senaryoyu sahneye koyacaklardır: “Sahte Mesih”… Hıristiyanlarda bir duraksama, kafa karışıklığı, kaos meydana gelir böylece. Sahte Mesih’e inananlar, karşı cephede toplanmaya başlamaktadır. İşte mevcut durumun “Gordiyon’un kör düğümü” hâline dönüştüğü safhada, beklenen “mucize” tahakkuk eder. Âlemlerin Rabbi, her şeye kadir Allah-u Teâla, sahtesini yeryüzünden silmek üzere gerçeğini yeryüzüne indirecektir.

“İsa (aleyhisselâm) der ki, ‘Şüphe yok ki, Allah benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz. Öyleyse O’na kulluk edin. (İşte) doğru yol budur!’.” (Âl-i İmran, 51)

“Ehl-i Kitapların hiçbiri hariç olmamak üzere, ölümünden evvel, andolsun ona (İsa’ya) mutlaka inanarak, o da kıyamet günü kendileri aleyhine bir şahit olacaktır.” (Nisa, 159) (Devam edecek…)