
“BİR memleketi helâk
etmek dilediğimiz vakit, onun nimet ve
refahtan şımarmış elebaşlarına emrederiz de orada (bu emre rağmen) itaatten
çıkarlar. Artık o (memlekete) karşı söz (azap) hak olmuştur. İşte Biz, onu
artık kökünden mahv-ü helâk etmişizdir.” (İsra, 161)
***
Mevcut
hayat düzeninden alışık olunmayan yeni bir sisteme geçerken, düzenin ana
vasıflarının (faktörlerin) değişime uğrayacağı tabiîdir. Önemli olan, bu
değişimin insanlığın hayrına olup olmayacağıdır. Hayat şartlarındaki
farklılığın kültür, ahlâk ve inanç yani dine olan etkisi ne olacaktır? Sadece
hayat ve sosyal yapıdaki olumlu (pozitif) kazanım yeterli olabilir mi? Din
alanındaki durum göz ardı edilebilir mi? Yoksa bu vasıflar, birbirinden
ayrılmaz bir bütün olarak değerlendirmemizi mi icap ettiriyor?
Her
biri derinlemesine tahlil ihtiva eden sorulara cevaplar vermeden önce, yeni
dünya düzeninin ne olduğu, nasıl oluştuğu, kimlerin böyle bir değişimi
istediği, amaçlarının ne olduğu, kullandıkları usulün (metot) çeşitliliği ve
yeni düzenin insanlığa olan etkilerini izah etmeye çalışacağız. Meseleye
küresel (yeryüzünün tamamı ölçeğinde) bakacağız. Yakın tarihte, Osmanlı’nın
yıkılışının ardından “şoklanmış” bir milletin bireyi olarak bunun
değerlendirmesini (diğer milletler nezdinde) en iyi biz yapabiliriz.
Bize
göre küresel değişim, (a) mevcut akışın sürecinde tabiî olarak ve (b) kişi ya
da grupların müdahalesiyle suni olarak meydana gelmektedir, gelecektir.
A)
Tabiî olarak değişen dünya düzeni
Bu
düzen, kendi içinde iki ayrı dalda mütalâa edilebilir.
A1) Zamanla çevre şartlarının değişmesiyle
oluşan dünya düzeni:
Âdem
(aleyhisselâm) Cennet’ten indirildiğinde, bitki ve hayvanlarla donanmış, alışık
olmadığı bir dünya mekânında buldu kendini. Tepesindeki Güneş’in sıcaklığıyla
irkildi. Cennet’te ne Güneş vardı, ne de kavurucu etkisi. Ama ortalık yine de
aydınlıktı. Güneş batıp ortalık karardığında, şaşkınlığından ne yapacağını
bilemedi. Çünkü daha önce hiç karanlıkta kalmamıştı. Nasıl şeydi bu karanlık?
Acıktığında
yemeklerin önüne gelmesini bekledi ama nafile. Cennet’te uçan bir kuş
gördüğünde, canı et çekerse, kuş pişmiş hâlde önüne düşerdi. Yemek ortasında
balık etine özlem duysa, elindeki, lezzetli balık etine dönüşüverirdi. Sağına ve
soluna tekrar tekrar baktı ama karanlıkta rüzgârın soğuk sesinden başka bir şey
yoktu.
Sabah
olduğunda karnında acayip gürültülerle uyandı. Önce dışarıdan geliyor sandı ama
etrafta kimseleri bulamadı. Ta içinden geliyordu sesler. Boş midesi, “Nerede
benim gıdam?” der gibi isyanlardaydı. Açlık böyle bir şeydi anlaşılan. Açlığın
hasret yüklü yakarışına şahit oluyordu Âdem. Kalktı, çevrede gezinmeye başladı.
Yakınındaki ağaçta, kuşlar ağacın meyvelerini yemekteydiler. “Onlar üşüştüğüne
göre yenecek bir gıda olmalı” diye düşündü. Uzandı, tam alacakken avucundan
kayıp gidiyordu sanki. Cennet’teki hâlini hatırladı Âdem o an. “Bismillah”
dedi, yakaladı ve ağzına attı. Lezzeti oradaki gibi olmasa bile fena değildi. Yemeye
devam etti. Çok fazla yememişti ama karnı doymuştu. Rabbine şükretti, “Elhamdülillah”
dedi.
Düşündü
Âdem. Bunda bir tuhaflık vardı. Cennet’te bunun yüz mislini yediği hâlde böyle
doymuyordu. Yeryüzü gıdaları bir başkaydı anlaşılan…
Bunun
açıklaması elbette var. Cennet’te ne Güneş, ne yakıcı sıcaklığı, ne de gecenin
karanlığı ve soğuğu var. Her yer, her zaman nuranî bir aydınlıkta. Meltem misâli
esintiler, çeşitli misk kokuları
etrafa
yayıyor. Cennet’te lüzumsuz, faydasız hiçbir madde yok. Cennet gıdalarının
tamamı yararlıdır, hazmetmeye gerek yoktur. Mideye indiğinde tamamıyla enerjiye
dönüşürler. Kızgın tavaya atılan bir avuç karın ânında buharlaşması misâli…
Yeryüzü
gıdaları böyle değil. Az bir kısmı faydalı, çoğunluğu faydasız, posa. Mideye
indiğinde faydalı kısımlar mide ve bağırsaklardaki işlem sonucunda alınıp
faydasız posa kısmı anüsten dışarı atılır. Tıp ilminin son senelerde “ikinci
beyin” diye adlandırdığı bağırsaklarda, çeşitli enzimler ve salgılarla karışık
kimyasal işlemler vuku bulur. İnsan bedenini adım adım yaşlanmaya götüren de bu
tür faaliyetlerdir. Cennet’te ise böyle zorlu girişimlere ihtiyaç olmadığından,
vücut hücreleri her zaman canlı ve diridir. Yani yaşlanma yoktur.
“Âdem
(aleyhisselâm) ne kadar yaşadı?” sorusu, eksik ve belirsiz bir sorudur. Çünkü
yeryüzüne inmeden önce de hayattaydı Âdem. Cennet’te belki binlerce (belki de
milyonlarca) yıl yaşadı. Net bilgi yok. Doğrusunu Allah-u Teâlâ bilir. Yere
inişi “doğum” olarak kabul edilirse, sonrakiler yaşı olarak
değerlendirilebilir. Doğru soru, “Yeryüzünde ne kadar yaşadı?” olmalıdır. Bunu
da tam olarak bilmiyoruz. Ama binler mertebesinde olduğuna dair çeşitli
rivayetler var. Günümüzün ömrüne göre çok çok fazla görülebilir fakat mükemmel
bir bedenle yere inen bir insanın vücut hücrelerinin çok uzun süre fonksiyonunu
devam ettireceği idrak edilebilir. Sonraki nesillerle ömür ortalaması zamanla
ters orantılı olarak azalacaktır. Nuh Nebî’nin 950 sene yaşadığını katiyetle
biliyoruz. Rivayetler İbrahim’in (aleyhisselâm) 175 yıl yaşadığını söylüyor.
Günümüzde ise ortalama 60-70 yıl gibidir. Tıbbî müdahaleler ve bazı etkilerle
ortalama aşılsa bile bunlar istisnadır.
Âdem
(aleyhisselâm) ile Nuh (aleyhisselâm) arasındaki zaman aralığını bilmediğimiz
gibi, bu süreç içinde bütün coğrafyayı etkileyecek hâdiseler oldu mu, bunu da
bilmiyoruz. Fakat Nuh’un (aleyhisselâm) yeryüzündeki bütün canlıları etkileyen
Tufan mucizesine muhatap olduğunu kesin biliyoruz. Bilgimizin kaynağı, “Vahy
ilmidir”. İnsanların Yaratan’ından uzaklaştığı, beyinlerinden akıl melekesinin
uçup gittiği bir dönem… Aslî değerlerini kaybeden insanların hayvanlaştığı,
hayvanların irileşerek canavarlaştığı bir devir... İlâhî emir ile harekete
geçen tufan suları, “dezenfekte” görevi ile yeryüzünü yeni sakinlerine temiz
olarak teslim edecekti.
Nuh
(aleyhisselâm), ailesi ve birkaç kişilik cemaati ile insan neslinin -maddî ve
manevî- sosyal düzenini yeniden tesis etmeye çalışacaktı. Bunun için ona “İkinci
Âdem” de denilmektedir. Bize göre 65 milyon yıl önce gerçekleşen Tufan (mevzu
hakkında Kültür Ajanda dergimizin önceki sayılarında yayınlamış, Nuh -aleyhisselâm-
ile alâkalı seri yazılarımıza geniş malûmat için bakılabilir) hâdisesinden
sonra değişik tufanlar yaşandı mı? Allah-u Teâlâ bilir. Eldeki verilerden,
üstün vasıflarla donanmış olarak yaratılmış insanın, aşağının aşağısı, dibe
vurduğu durumlarda yeryüzünün yeni bir temizlik hareketine maruz kalabileceğini
söyleyebiliriz.
Bu
safhada pek bilinmeyen bir “püf” noktası var. Önemli olan, insanın doyum bilmez
nefsine uyarak günahlarla iç içe bir hayat tarzını sürdürmesi değil. Önemli
olan, yaptıklarından nedamet duyup pişman olarak, Rabbine sığınıp mağfiret için
el açabilmesidir. Feci olansa, affa sebep olan “Esma-ı Hüsna”nın sahibi Allah-u
Teâlâ’ya ilticaya tenezzül etmemesidir. Felâket ve kıyamet burada başlar.
A2) İlim ve tekniğin inkişafıyla
oluşan yeni dünya düzeni:
İlim,
kısaca “bilmek” demektir. “Bilenlerle bilmeyenler hiç bir olur mu?” (Zümer, 9) diyor
Kur’ân-ı Kerîm. Hadîs-i şerîfte ise, “Beşikten mezara kadar ilim öğreniniz,
çalışınız” buyurulmaktadır. Mutlak Kitapta ve hadîs-i şerîflerde ilim o kadar
metihle tavsiye edilmiş ki tafsilatı başlı başına bir kitap mevzuudur.
İlk
insan, Âdem (aleyhisselâm), bilen bir insan olarak yeryüzünde ikâmet etmiştir.
Soyunun devamı olanlar mağaraya kapanmış, birbirlerini yemeye başlamışlarsa, bu
onun suçu değildir. Beşerin hakikatten ayrılıp cehaleti tercih ettiği her
dönemde, Rahmân ve Rahîm olan Allah-u Teâlâ, insan olmanın hikmetini öğretecek
vazifeliler (peygamberler) tayin etti. Her peygamber insanlara aslî vazifesi
olan iman ve ahlâk bilgileri yanında, dünya işlerini kolaylaştıracak ve arttıracak
tali bilgiler de verdi. Âdem (aleyhisselâm), toprağın işlenmesini yani ziraat
ve tarımı öğretmişti. Az bir nüfus için bu yeterliydi. Ama insanlar çoğaldıkça
yeni ihtiyaçlar çıkacak, yeni bilgilere gerek duyulacaktı. Giyimi ve sosyal
münasebetleri İdris’ten (aleyhisselâm), gemiciliği yani ulaşımı Nuh’tan (aleyhisselâm),
madenlerin işlenmesini Davut’tan (aleyhisselâm) aldılar. Süleyman (aleyhisselâm)
uçakla kısa zamanda uzak diyarlara gidebiliyor, mahiyetindekiler denizaltı
kullanarak deryadaki mahsullerden faydalanabiliyorlardı. Daha anlatmadıklarımız
ve bilmediklerimiz neler neler var!
Buhar
gücünün keşfi ve motor sanayiinde gelişmeler, lokomotifler ve gemilerle uzaklara
kolaylıkla ulaşılmayı sağladı. Rutherford’un 1911’de maddenin en küçük bireyi olan
atomu deney yolu ile ispatlaması, kimya ve nükleer fizik alanında yepyeni ufuklar
açıyordu. Yirminci yüzyılda, bir neslin şahit olabileceği kısa zaman diliminde
çok köklü değişimler oldu. Hayatın dinamikleri açısından… İmparatorluklar
devrildi, önceden devrik olanlar ayağa kalktı. Yer altında yatan madenler yer
üstüne aktarılarak hayatımızın ayrılmaz bir parçası olarak dünyamıza taht
kurdu. Veya kurduruldu.
Düzce’de,
çocukluğumuzda İstanbul’daki bir tanıdığımızla telefon görüşmesi yapmak için
PTT’ye giderdik. Mutat sıra kuyruğuna girilir, beklenirdi. Bazen birkaç saat
beklenir, “Hatlar kapalı!” cevabından sonra geri dönülürdü. Yarın tekrar aynı işleri
yapardınız. Beklemekten usandığınızda, “Gelin, görüşebilirsiniz” hitabıyla bir
sevinç, bir sevinç... Dünyalar sizin olurdu. Şimdi öyle mi ya? Aldın mı “Android”i
eline, bütün yeryüzü coğrafyasındakilerle şakır şakır konuşabilirsin.
Karşınızdakini görmeniz de cabası...
Tıpta
esaslı gelişmeler oldu. Hayatî öneme haiz uzuvlar sökülüp takılabilmektedir.
Parayı bastıranlar, eskimiş yüreklerini ameliyatla değiştirebiliyorlar.
Zarurete sığınanlar bir yana, keyfî olarak şekil değiştirenler var. Kulağını,
burnunu, dudağını, göbeğini operasyona sokanlar... Bülent’in kulakları
çınlasın, cinsiyet değiştirenler de oluyor. Baylar ve bayanlar, çıkıntı ve
girintilerle insan olunmuyor. Hayvanlarda da olan özellikleri geçiniz. İnsan
olmanın daha ulvî vasıfları var! Diğer önemli husus şu ki, Rabbinin kaderini
beğenmeyenler, yarın istemedikleri bir kadere sonsuz olarak katlanmak zorunda
kalacaklar.
Aylarca
süren yolculuklar uçaklarla günlük hâline geldi. Sabah Avrupa’ya uzananlar,
işlerini bitirdikten sonra akşam geri dönebiliyorlar. Yeryüzü dar gelmeye
başladı âdemoğluna. Sanki bütün bir coğrafyayı hâlletmiş gibi. Ya da Âdem’in
inişinin rövanşını alıyormuşçasına gözünü gökyüzüne dikti.
Günümüzde
Ay’a ve Merih’e (Mars’a) gidilmesi, oralarda yapılan araştırmalar, istikbâlde
nelerle karşılaşacağımız hakkında ipuçları vermektedir. “Yeryüzü” kelimesinin
anlamı, Güneş Sistemi’ni içine alacak şekilde genişliyor, tebdile uğruyor.
Gezegenler ya da Jüpiter ve Satürn gibi büyük gezegenlerin aylarındaki
kolonileşme, oralarda doğanların kimlik hakları gibi esrarengiz (enteresan)
soruları gündeme taşıyor. Ferdî ve sosyal münasebetlerin getireceği hukuka ait
meseleler bir yana, din açısından da yeni tanımlamalara ve içtihatlara ihtiyaç
duyacağımız muhakkaktır. Muharref dinler ve basit inançlar belki gerek duymaz
ama son ve gerçek din olan İslâm’da bu yolda çaba sarf edileceği kaçınılmazdır.
Farz olan muamelâtın hükümleri nasıl olacaktır? Meselâ uzayda ve gezegenlerde,
namaz ve oruç gibi temel ibadetler ne şekilde tatbik edilecektir? Bu ve benzeri
sorular, müçtehidlerin aşması gerekli manialar olarak karşımızda durmaktadır.
B)
Kişi ya da grupların müdahalesiyle oluşan dünya düzeni
Bizi yakînen etkileyecek ve asıl üzerinde duracağımız mevzu, önümüze dayatılmakta olan yeni dünya düzenidir. Bu düzenin sahipleri ve yapımcıları, “küresel sermaye çetesi” olarak adlandırdığımız, yeryüzü sermayesinin hâkim patronlarıdır. Kimdir bu sermaye çetesi? Ne yapmak istiyor?
Küresel
sermaye çetesi
Yeryüzündeki
sermayenin yekûnu “küresel sermaye” olarak ifade ediliyor. Sanayinin
inkişafıyla üretimin artması sermaye artışına da neden olmakta, bu da
beraberinde bazı problemlere yol açmaktadır. Yapılan bazı araştırmalar, en
zengin 42 kişinin mal varlığının dünya nüfusunun yarısından fazlasının mal
varlığına tekabül ettiğini söylüyor. Bu değer kendi beyanlarına yani buzdağının
görünen yüzüne göredir. Bilinmeyenler göz önüne alındığında, sermaye
ağırlığının mahdut ellerde toplandığı ve dünya finansal hareketliliğinin bunlar
tarafından yönlendirildiği hakikati ortaya çıkar.
Günümüzde
küresel sermayenin tepesinde beş büyük ailenin yer aldığı biliniyor: Rothschild,
Rockefeller, Morgan, DuPont ve Bundy Aileleri.
Küresel
sermaye gücünün varlığını ve hâkimiyetini devam ettirebilmesi için birtakım
kuruluşları ve aktörleri devreye sokacağı tabiîdir. Kimse ateşi eliyle tutmak
istemez. Üç önemli yapılanma öne çıkıyor: CFR-Bilderberg-Trilateralcommision.
Bunlara
bağlı olarak çalışan birçok kuruluş var: Dünya Bankası, FED, IMF gibi… Wall Street
ve benzeri birçok merkezî menkul kıymetler
borsalarını,
terazinin dengesini ayarlayan SP-Moody’s-Fitch gibi derecelendirme kuruluşlarını
da ilâve edebiliriz. Tespit edilen plân ve programın aktörlüğünü ve sözcülüğünü
Bill Gates ve Robert Murdoch misâli şahsiyetler üstleniyor.
Yeryüzüne
yayılmış finansal ağlar yanında Mason locaları, Lions, Rotary kulüpleri gibi yapılanmalarla
ihtiyaç duyulan elemanlar devşirilmektedir. Kurukafalar, Tapınak Şövalyeleri,
İllüminati ve benzeri Ezoterik tarikatlarla da etki alanı genişletilmektedir.
Dünyadaki
belli başlı televizyon ve film şirketleri, gazete, dergi, kitap türü yayın organları
bu gücün elinde faaliyette bulunan vasıtalardır ve her mekânda insanları
“beyinlerinden yakalamış” vaziyettedirler.
Kuzey-Güney, Doğu-Batı, her coğrafyadaki siyâset-politika, finans-ekonomi,
eğitim-kültür, tarım ve sağlık alanlarında hâkimiyetini sürdüren “küresel bir
güç”, beşerin istikbâlini tehdit eder bir hâlde karşımızda durmaktadır.
Siyonizm’i
şiar edinmiş Küreselciler, vatan ve millet mefhumlarını dışlayarak “yeni bir
dünya düzeni” hedeflemişlerdir. Arzuladıkları bu düzende milliyet yerine
çiplenmiş dünya kimliği, din yerine öngörülmüş hayat felsefesi vardır. Para
ise, değerini kendilerinin belirlediği “kripto paradır”.
Sanayi
inkişafından önce üretim için insan nüfusu ve emeği önemliydi. İlim ve teknik
geliştikçe yerini makineler almıştır. Akıllı bilgisayarlara bağlı mekanizma ile
üretimin yapılması, çok sayıda insanın boşta kalışı demektir. İşsizlik açlığa,
bu da isyana yol açar. Nüfusun artışına doğru orantılı olarak işsizlerin
çoğalması dünya sermayesinin çoğunluğunu ellerinde bulunduran “küresel sermaye”ye
büyük bir tehdit oluşturmaktadır. Bu tehlikenin bertaraf edilmesi için dünya
nüfusunun seyrekleştirilmesi çare olarak görülüyor.
Pandemiden önce “Küreselcilerin sözcüleri” yeryüzünde 1 milyar insanın bulunmasının yeterli olacağından dem vuruyorlardı. Çok değil, birkaç sene sonra “Koronavirüsün” milletlerin başına dert olması tesadüf mü? Tesadüf değilse, içinde bulunduğumuz durumun bir ön prova (hazırlık) olduğunu anlamamız ve yeni yeni senaryolara da hazırlıklı olmamız lâzımdır.
“Yahudi devleti olduğunu iddia eden İsrail -ki ben bu devleti kabul etmiyorum-, Allah’ın zayıf olduğunu varsayıyor. ‘Allah Yahudileri koruyamaz, o zaman biz devlet kurarak kendimizi koruyalım’ denilmekte. Bu ise gerçek Musevilikte Allah’ı inkâr eden, Allah’a karşı olan bir anlayış! İnsanı yaratan ve onu koruyan Allah’tır.” (Haham Weiss)
Küresel
sermayenin gelişimi
Küresel
sermaye, 19’uncu yüzyılda güneşi batmayan imparatorluğun (İngiltere) gölgesinde
gelişti, büyüdü. Birinci Cihan Harbi’nden sonra karargâhını ABD’de kurdu.
Finans, sanayi ve medya sektörleri hâkimiyeti altındaydı. Siyâsette de söz
sahibi olan Küreselciler, ABD’nin emperyalist yayılmacılığında, “gizli dünya
devleti” olma yolunda ilerleyeceklerdi. Amerikalı “Millîciler”
kullanıldıklarının farkına varacak ve seslerini çıkarmaya başlayacaklardı yavaş
yavaş. Trump’un önderliğinde karşıtlık hâd safhaya vardı ve çatışma çıktı.
Bu
mekânda güvenilirliği müphem bulan Küreselciler, bakir toprak olarak gördükleri
Çin’e kaymaya başladılar. İstikbâldeki karargâhlarının burası olacağı
anlaşılıyor. Yeryüzünü istilâ eden
pandeminin
Çin’in Wuhan kentinde patlak vermesi, “Millîciler ile Küreselcilerin en son
çatışmasının işaretini mi taşıyor?” sorusunu gündeme taşımakta.
Siyonist
küresel sermayenin son iki yüz senelik faaliyetine göz atarsak, neleri
başardıklarını ve gelecekte nelerle karşılaşabileceğimiz hakkında bir öngörü
(fütürizm) kurgulayabiliriz.
1)
İngiliz Kraliyet Ailesinin payandalığında, yerkürenin muhtelif
coğrafyalarındaki sömürgelerinde faaliyet imkânı elde edildi. Endüstri için
elzem hammaddelerin çıkarılması, taşınması, pazarlanması işlemlerinde ve dünya
ticaretinde söz sahibi oldular. Atağa kalkan üretimde yeni bir enerji kaynağının
önemi gün yüzüne çıktı: Petrol…
Orta
Doğu’daki gelişmemiş İslâm coğrafyasının topraklarında muazzam bir kaynak
yatıyordu. Ne var ki bu topraklar, 6 asır dünya siyâset tarihinde başrol
oynamış Osmanlı Devleti’nin hâkimiyeti altındaydı. O hâlde Osmanlı Devleti
yıkılmalı, coğrafyası küçük küçük parçalara ayrılarak yutulmalıydı.
2)
Mason locaları ve benzer teşkilâtlarla devletlerin idaresine müdahale
ediliyordu. Osmanlı Devleti’ndeki Meşrutiyet taraftarı muhaliflere, Avrupa’da
vazifeli diplomatlara, buralara tahsil için gönderilen talebelere el atıldı.
Üyelerinin çoğunluğu asker olan İttihat ve Terakki mensuplarından ileri
gelenler kadroya dâhil edilecekti. İttihat ve Terakki, Alman ve İngiliz Masonlarının
etkisi altında iki grup olarak tertiplendi.
3)
Siyâsî dehâ olan Sultan Abdülhamit Han, emperyalist Avrupa devletlerinin
sömürge paylaşımlarından doğan çatışmanın umumî bir harbe dönüşeceğini tahmin
etmekteydi. Düşüncesi, böyle bir harbin, denizlere hâkim olan devletin lehine
neticeleneceğiydi. Yani İngiltere’nin kazanacağına inanıyordu.
4)
Almanya’nın yanında savaşa dâhil olan Osmanlı Devleti, birbirlerinden ırak dört
ayrı cephede savaşmak zorunda kalacaktır. Balkan Savaşlarından itibaren cepheden
cepheye aktarılan vatan evlâtları, İttihatçı liderlerin ihtiraslarına kurban
edileceklerdir. Sonunda bilinen netice vuku bulacak, güdüldüklerini acı
akıbetle tecrübe eden üç (Enver-Talat-Cemal) paşa, perişan vaziyete
düşürdükleri vatanlarından firar etmek zorunda kalacaklardır.
5)
1787’de ilk anayasasını ve ilk cumhurbaşkanını tayin eden ABD, mümbit geniş
arazisiyle Avrupalıları cezbediyordu. Bakir topraklarda zengin olma hayâli
kuran birçok insan göçe başladı. Göçler 1880-1914 yılları arasında oldukça
hızlandı. Küreselcilerin Avrupa’daki ataları önceden gelmiş ve köşe başlarını
tutmuşlardı. İngiltere’den sonra yeni merkez, 9 milyon kilometrekarelik bu
topraklardı. Paragrafın ilk cümlesinde geçen “bakir” kelimesi, buradaki yeraltı
kaynaklarının işlenmemiş olmasından dolayıdır. Yoksa “Kızılderililer” olarak
tabir edilen yerli halkı mevcuttu. Yapılan araştırmalara göre yerlilerin o anki
nüfusu, Avrupa nüfusundan fazlaydı. Amerika’ya göç eden medenî Avrupalılar (!)
top ve tüfek gibi ateşli silahlarla yerlileri kıyıma uğrattılar. Bugünkü (1,5
milyon civarında) yerliler,
numunelik
olarak bırakılanların devamıdır. Bu yıl Türkleri, 1917’deki hâdiselerden dolayı
haksız yere soykırımcı ilân eden ABD Parlamentosu, en büyük soykırımcının kendi
ataları olduğunu unutmuş görünüyor. Hatırlatırız!
Birinci
Cihan Harbi felâketinden uzak kalan, muazzam imkânları üretimle değerlendirerek
sanayi devi hâline gelen ABD, yeni kılıflar icat ederek “emperyal” girişimlere
başlayacaktı. İktisadî büyümede en kârlı zümreyi teşkil eden Küreselciler,
sermayelerini geometrik arttırarak oldukça palazlandılar. Sanayi, finans ve
medya ellerindeydi. Siyâsete de yön vermekteydiler. Karşı çıkanların ömrü uzun
olmuyordu. Dolar basımını ellerinden alan Başkan John F. Kennedy (başkanlık
süreci 1961-1963) suikastla kim vurduya gitti. Yerine gelen Başkan Johnson’un
ilk icraatlarından biri bu imtiyazı kendilerine iade etmek oldu.
6)
ABD’nin gölgesinde, yeryüzünde faaliyette bulunan Küreselciler, dünya
siyâsetiyle birlikte yerel siyâsete de müdâhil oldular. Osmanlı yıkılmış,
coğrafyasında kurdurulan küçük küçük devletlere ise kendilerine tâbi adamlar
oturtturulmuştu. Ama istikbâl için bu kâfi görülmüyordu. Zamanla halklar
uyanarak plânlarını bozabilirlerdi. Nitekim İran’da, 1944’te milletvekili olan
Musaddık (asıl adı Muhammet Hidayet), yabancıların petrol çıkarmasına karşı
propaganda yapıyordu. Milliyetçi Cephe Partisi’ni (1949) kurup 1951’de
başbakanlığa seçildi. Yabancı teknisyenleri dışarı atarak petrolü millîleştirdi.
Durumdan memnun olmayan Küreselciler, direktifleriyle General Zahidi’ye darbe
yaptırarak Musaddık’ı devirdiler.
Orta
Doğu’daki petrol bölgelerindeki devlet yöneticileri her ne kadar kendilerine
bağlı idiyseler de ileride durum değişebilirdi. Bunun için tamamen
kendilerinden olan yeni bir devletin peyda edilmesi öngörüldü. Coğrafyanın
ortalarında bir yerde olması, komşu devletleri etkilemesi açısından önemliydi.
En müsait yer Filistin’di. Irkdaşları olan bir kısım Yahudilerin, iki bin sene
önceki İsrail Devleti’ni yeniden tesis etmek gibi idealleri vardı. O hâlde
peydahlanacak yeni devletin halkı da hazırdı.
İkinci
Abdülhamit Han zamanında Osmanlı Devleti’nin ekonomik durumunun bozukluğunu
fırsat bilerek, bütün borçlarının ödenmesi karşılığında, Filistin’de çorak bir
bölgenin verilmesi teklif edilmişti. Ürkütmeden, plânı ufaktan başlatacaklardı
ama vaziyeti sezen Sultan’dan ret cevabı aldılar. Aracılar vasıtasıyla
Filistinlilerden bire on vererek toprak satın alma cihetine gidildi. Fakat
Abdülhamit Han şahsî parasıyla bütün araziyi mülküne geçirdi. Tek yol kalmıştı:
Abdülhamit Han’ı hâlletmek!
İttihat
ve Terakki vasıtasıyla onu da başardılar. Sultan’ı deviren İttihatçılar, şahsî
tapuyu lağvederek araziyi millîleştirdiler. Yani devlet mülküne kattılar.
Osmanlı Devleti’ni de ortadan kaldırmayı başaran küresel Siyonistlerin önünde
ciddî bir engel kalmamıştı. Sıra İngiliz hegemonyasının desteğiyle Filistin’e
yerleşmeye gelmişti. 2 Kasım 1917’de ilân edilen Balfour Deklarasyonu’nda,
“Majestelerinin hükûmeti, Filistin’de Yahudi halkı için bir vatan kurulmasına
sıcak bakmakta ve bu amaca ulaştırılmasını kolaylaştırmak için her türlü
gayreti göstereceklerini belirtmektedir” ifadeleri yer alıyordu.
Filistin’e
göçler başladı. Bu göçün diğer coğrafyalardaki göçlerden farkı, göçmen
Yahudilerin Filistin’deki yerli halkı imha edip gelecek olanlara yer açmasıydı.
Marksist Yahudi yazar Ralph Schoenman, “Siyonizm’in Gizli Tarihi” adlı
eserinde, Yahudi hareketinin gizli amacının “Vatansız halka halksız vatan”
parolası ile şekillendiğini belirtiyor.
1917’de
Filistin’de 56 bin Yahudi ve 644 bin Filistinli birlikte yaşıyordu. 1931
yılında 750 bin Filistinliye karşılık Yahudi nüfusu artarak 174 bin 616 olmuştu.
1947’deki durum şuydu: 630 bin Yahudi, 1 milyon 300 bin Arap.
Yahudi
Ajansı Göçmen Dairesi Başkanı Joseph Weitz, 1940 yılında hedeflerini
açıklıyordu: “Şu açıkça bilinmelidir ki, bu topraklar üzerinde iki ayrı halka
yer yoktur. Eğer Araplar burada yaşayacaklarsa biz hedefimize hiçbir zaman
varamayacağız demektir. Öyleyse Arapları buradan uzaklaştırıp komşu ülkelere
sürmeliyiz. Hem de hepsini! Tek bir köy, tek bir aşiret kalmayacak şekilde…”
İsrail Devleti’nin resmen ilân edildiği 15 Mayıs 1948 tarihinden önce Yahudi “İrgun” ve “Hagana” çetelerinin marifetiyle 780 bin Filistinli daha vatanlarından zorla çıkarılmıştı. İsrail’i ilk tanıyan devlet, ABD’dir. İkinci tanıyan ise Türkiye Cumhuriyeti Devleti. Hadi ABD’yi anladık da, Türkiye’ye ne oluyordu?
Yahudi,
Yahudi’nin düşmanı
Filistin’de,
yeni devletin kuruluşundan önce Yahudi halkının buraya göç etmesi elzemdi. Ama
Avrupa’da bilhassa Almanya’da Yahudilerin hayat standartları yüksekti. Lüks
hayatı bırakıp çöllerde çile çekmeye kimse yanaşmıyordu. Vatan ve millet lâflarına
aldıran yoktu. İdealist Yahudiler büyük hayâl kırıklığına uğradılar. Siyonist
Küreselci Yahudiler ise plânlarının akamete uğramasından kızgın ve öfkelilerdi.
İkinci Cihan Harbi’nden önce ve sonra, Amerika’ya veya diğer Avrupa ülkelerine
göç etmek isteyen Yahudiler, Siyonist teşkilâtlar tarafından engelleniyordu.
Çünkü rota Filistin olmalıydı. Hatta Yahudileri yerlerinden etmek için daha kuruluş
aşamasında olan faşist Nazi Partisi’ne malî destek sağlandı. Amerikan Siyonist
finans devleri Harriman ve Guaranty tröstleri ile Alman çelik kralı Thyssen’in
malî yardımlarıyla Hitler palazlandırılıyor ve yeni bir dünya savaşı çıkaracak
güce eriştiriliyordu.
Bertrand
Russel Barış Vakfı Genel Sekreteri ve Marksist bir Yahudi olan Ralph Schoenman,
“Siyonizm’in Gizli Tarihi” (The Hidden History of Zionism) adlı eserinde
Siyonistlerin ne denli Yahudi düşmanları ve Nazilerle iş tuttuklarını
belgelerle açıklamaktadır. Siyâsî Siyonizm’in kurucusu Theodor Herzl’in “Anti-Semitizm
ile çatışmanın gereksiz ve faydasızlığını anlamış bulunuyorum” diye yazdığını
belirtirken, “Revizyonist Siyonizm’in kurucusu Vladimir Jabotinsky’nin ise, “Yahudi
halkı çok kötü bir halktır. Haklı olarak komşuları onlardan nefret eder.
Kurtuluşları topyekûn İsrail’e göç etmeleridir” dediğini ifade ediyor.
Theodor
Herzl (1860 Budapeşte-1904 Avusturya), Çarlık Rusya’sının Dâhiliye (İçişleri) Bakanı
ve Yahudi soykırımı olan Kişinev programlarının mimarı Kont von Plehve ile iş
tutmuştur. Herzl şöyle bir teklif yapar: “Filistin’e göçe yardımcı olun, Çar’a
karşı ayaklanma bitecektir.” Kont kabul eder ve Siyonizm hareketine malî
destekte bulunur. Jabotinsky ise Ukraynalı faşist Simon Petilura’ya (28 bin Yahudi’nin
öldürüldüğü hareketi yönetmiştir), Bolşevik Devrim’e karşı mücadele etmek için
Yahudi polis gücünün kurulmasını teklif eder. Bu güç, devrime destek olan
halktan pek çok kişiyi öldürür.
Almanya
Siyonist Federasyonu, Haziran 1933’te Nazi Partisi’ne destek mesajı gönderir.
Dünya Siyonist Örgütü’nün 1933’teki kongresinde “Hitler’e karşı hareket”
gündeme gelir. Teklif, 43’e karşı 240 oyla reddedilir. Kongre sonunda Hitler,
nazik durumda olan Alman ekonomisine yardım çağrısında bulunur. Dünya Siyonist
Örgütü, Nazi rejiminin ürettiği malların Avrupa’da ve Orta Doğu’daki en büyük dağıtımcısı
olur. Bu yakınlaşmanın neticesinde Nazi SS güvenlik servisinden Baron Von
Mildenstein, Filistin’e altı aylık bir ziyarette bulunur. Dönüşünde Siyonizm’i
öven 12 sahifelik bir rapor yazacaktır.
Siyonistler,
kendi dışındaki Yahudileri kurtarmak girişimlerini, plânlarına yönelik tehdit
addediyorlardı. Bunun için Avrupa’da ve Amerika’da, göçmen kanunlarının
Yahudiler lehine değişimini örgütlü olarak engellediler. İsrail Devleti’nin ilk
başbakanı olacak olan David Ben-Gurion (1886-1973), 1938’de İngiltere’deki
Siyonist işçiler toplantısında, “Bilsem ki, Almanya’daki bütün Yahudi
çocuklarını kurtarmak için ya İngiltere’ye götürmek ya da yarısını İsrail’e
götürmek zorundayım, ikinci şıkkı seçerim” demiştir.
1944’te,
Macar Yahudilerinin durumu oldukça kötüydü. Slovakyalı Haham Dov Mihail
Weissmandel, Auswitz’deki fırınlarda yakılmakta olan Yahudileri kurtarmak için
müttefiklerden ve Siyonist teşkilâtlardan yardım çağrısında bulundu.
Siyonistler bu çığlıkları duymazlıktan geldikleri gibi, ABD ve İngiltere’de de
duyulmasını engellediler. Macaristan’daki kıyımdan kurtulanlardan Malchiel
Greenwald, Budapeşte’de katledilen yüz binlerce Yahudi’nin sorumlusunun Alman Nazi
yetkilileriyle anlaşan Siyonist liderler olduğunu açıklaması, dünya kamuoyunu
şok etti. Siyonistler altı yüz tanınmış Yahudi’nin salıverilmesine karşılık
geride kalanlara ses çıkarmamışlardı.
Bütün
bunlardan çıkan çarpıcı sonuçlar şudur:
1-Avrupa’da
Yahudilerin soykırıma tâbi tutulmasının baş sebebi, Siyonistlerin, idealleri
uğruna ırkdaşlarını feda etmeleridir.
2-Nazi
iktidarını destekleyerek katliama teşvik eden ve göz yumanlar Siyonistlerdir!
3-Amaç
Yahudilerin diğer coğrafyalara değil, sadece Filistin’e göç etmelerini
istemeleridir.
4-Aynı
zamanda katliamları reklâm niteliğinde kullanarak Dünya devletleri nezdinde Filistin’de
kuracakları devletin meşrutiyetini ve tanınmasını sağlayacaklardır.
5-Kendilerini
dinlemeyerek, müstakil hareket etmek isteyen Yahudileri cezalandırarak diğerlerine
de gözdağı vermiş oldular.
6-Siyonist
sermaye gücü, Yahudiler de dâhil olmak üzere bütün beşere karşı en büyük tehlikedir! Bu tehlike bertaraf edilmezse,
yeryüzünün görülmemiş felâketlere duçar olması kaçınılmazdır.
Sovyetler
Birliği’ne niçin yardım ettiler?
İkinci
Cihan Harbi’nde Almanlar, Rusları ezerek Moskova’ya kadar geldiler. Tanklardaki
benzinin donmasına sebep olacak şekilde ağır kış ikliminin hüküm sürmesi, geri
çekilmelerine yol açtı. Rusya’nın sanayisi, iptidaî ve iktisadî durumu kötüydü.
Almanlarla baş edebilmesi mümkün görülmüyordu. Devreye Siyonist sermaye gücü
girdi ve Amerikan International Barnsdall Corporation Şirketi’nin verdiği
ekipmanlar ve Amerikan W.A. Harriman Company ve de Guaranty tröstü tarafından
verilen malî desteklerle Rus sanayisi ve maliyesi canlandırıldı.
Siyonistler, birbirine zıt çift kutuplu bir dünya sistemi istiyorlardı. Birbirlerine rakip komünizm ve kapitalizm mücadelesinde kendi siyâsetlerini daha rahat devam ettirecek, sermayelerini daha fazla arttırabileceklerdi.
Küresel
çetenin çıkarttığı harpler ve darbeler
Küreselci
Siyonist sermayenin üretim sektörlerinin en önemlilerinden biri silah
sanayiidir. Ağırlıklı olarak ABD’de faaliyettedirler. Uzmanlara göre dünyada
satılan her üç silahtan biri bunların fabrikalarında üretilmektedir. Binlerce
işçinin çalıştığı bu sektörün faaliyetine devam edebilmesi için silahlarını
satabilmesi, satış için talep olması, talebin artması için de tüketimin olması
icap eder. Tüketimin diğer adı savaşlardır. Savaş olması lâzım ki depo edilen
malların satışıyla yeni üretimler yapılabilsin. Aksi takdirde silah sanayii
krize girer. Binlerce insanın öldüğü ve sakat kaldığı savaşlar, bu şirket
patronlarınca “mutat işler” mesabesindedir. Yeryüzünde sükûnet ve sulh mu var?
Üretim duracak, satış olmayacaktır. O hâlde savaşlar icat edilmeli, piyasa
hareketlendirilmeli. Ölecek insanların, dökülen gözyaşlarının ne önemi var?
Silah
sanayii şirketlerinin ABD’deki asker, bürokrat ve politikacılarla yakın
ilişkisi var. Seçim zamanlarında kongre adaylarının kampanyalarına yapılan bağışlarla
taraftar kazanılır. Şirket yönetimine emekli asker ve bürokratlar yüksek maaşla
işe alınarak devlet siyâsetine etki sağlanır. Ya da bünyelerindeki elemanlar
aktif siyâsete dâhil edilir. En büyük beş silah şirketinin binaları Pentagon’la
komşudur.
2001’deki
11 Eylül hâdiselerinden sonra “teröre karşı savaş” ilân edilerek Irak ve Afganistan
operasyonlarına başlandı. Silah sanayii de üretimde yeni bir ivme yakalamıştı.
Bu hareketlerde Savunma Bakanlığı ve Başkan Yardımcılığı yapmış olan Dick Cheney’nin
Halliburton Silah Sanayii Şirketi’nin eski CEO’su olduğu biliniyor. Eski
Savunma Bakanlarından Patrick Shanahan, bu görevinden önce Amerika’nın ikinci
en büyük silah şirketi Boeing’de otuz yıl çalışmıştır.
Asker-bürokrat-siyâset
yakın ilişkisiyle geçmişte ne tür “haltlar” karıştırıldığını özetle gözden
geçirelim.
Vietnam Savaşı (1955-1975)
Güney
Vietnam’ı komünizmden kurtarmak bahanesiyle ABD’nin dâhil olduğu bu savaşta
eski silahlar tüketilmiş, yeni imâl edilen silahlar denenmiştir. “Agent Orange”
adlı kimyasal silahın bitkiler üzerindeki telef edici etkisi görülmüştür. ABD’nin
yenilgisiyle biten savaşta 60 bin ABD askeri öldü. Güney Vietnam’ın kaybı 300
bin, Kuzey Vietnam’ın kaybı 1 milyon civarında. Memleket ve insanlar mahvoldu.
Kore Savaşı (1950-1953)
Savaş
sonunda memleket ikiye bölündü. Kuzey ve Güney Kore’den toplam 2 buçuk milyon
kişi öldü. Ekonomi harap oldu. Mikrop silahı ve “dioksin” adı verilen
zehirlerle biyolojik savaş denemeleri yapıldı.
Irak-İran Savaşı (1980-1988)
ABD’nin
Saddam’ın sırtını sıvazlayıp İran’a saldırttığı savaşta, her iki milletten 1
milyon kişi öldü. Her iki devlet, petrol gelirlerini silaha yatırıp birbirini
bombaladı. Şehirler ve tesisler yakıldı, yıkıldı. Amerikalı şirketler her iki
tarafa silah satıp milyar dolarlar kazandı. ABD’nin, İran’a ambargo koyduğu hâlde
şirketlerinin gizlice silah sattığı sonradan anlaşıldı.
Körfez Savaşı (1990-1991)
İran’la
olan savaşında maliyesi dibe vuran Saddam, zengin Kuveyt’i ele geçirerek
vaziyeti kurtarmak istiyordu. ABD önce Saddam’a yeşil ışık yaktı. Kuveyt’e
saldıran Iraklılar kasaları boşalttı. Yardım isteyen Kuveyt’in imdadına koşan
ABD, kimyasal silah ürettiği yalanıyla Irak’ı önce günlerce bombaladı, sonra da
işgal etti. Diktatör Saddam’ın zulmünden bıkan Iraklılar, Amerikalılara karşı
durmadılar. Saddam’ın muhafız birliğiyle çatışma oldu. 2 bin 320 Iraklı asker
öldü.
Amerika’nın kaybı ise 34… Bu bombalamalarda “uranyum bombası” test edildi.
Radyoaktif madde yayan bu cinsin etkisinin uzun yıllar boyunca sürdüğü sonradan
anlaşılacaktı.
Amerika’nın
demokrasi getireceği vaadiyle başlattığı işgalden günümüze varan süreçte, iç
çatışmalarda binlerce kadın tecavüze uğrayacak, yüz binlerce insan ölecek,
milyonlarcası evini ve yurdunu terk etmek zorunda kalacaktı.
Yugoslav Savaşı (1990-1995)
Tito’nun
ölümüyle dağılma sürecine giren Yugoslavya İç Savaşlarında “salkım bombaları”
kullanıldı. Yere yaklaştığında yüzlerce küçük bombaya ayrılıyor, yerde
patlamamış olanlar dahi tehlikesini aktif olarak sürdürebiliyordu.
Afganistan Savaşı (7 Ekim
2001-2021)
11
Eylül saldırıları bahane edilerek ABD Başkanı George W. Bush’un “terörle
mücadele” politikası emperyal amaçlara kılıf yapılarak işgal harekâtı
başlatılıyordu. Yeni üretilen silahların test edilmesi gerekmekteydi.
Diğerlerinden örnekler
Endonezya
Devlet Başkanı Suhart, 1957-1958 yıllarında ABD’nin verdiği silahlarla Doğu
Timor’u işgal ediyor, yıllar süren savaşlarda binlerce insan hayatını
kaybediyordu.
Kamboçya’da
Başkan Sihanuk ABD ile ticareti reddetti. 1970 yılında darbeyle devrildi ve
ülke iç çatışmalarla kaosa sürüklendi.
Kolombiya’da
uyuşturucu imâl edildiği bahanesiyle idare gasp edildi. Uyuşturucu ticaretini
ele geçiren CIA, diğer memleketlere yapacağı operasyonlar için hazır kaynak
bulmuştu.
Tayland’da
mevcut yönetim devriltilerek diktatörlük tesis edildi.
Zaire’de
CIA marifetiyle yapılan darbeyle Bush’un “Afrika’daki en iyi adamımız” dediği
Mobutu idareye getirildi.
Çad’da,
1982 yılında darbe yaptırılıyor, diktatör Hissen Harbe başa geçiriliyordu.
Darbe esnasında on binlerce Çadlı öldürülecekti.
Yemen,
iki ayrı devlet hâline getirilerek birbiriyle savaştırıldı.
Bolivya,
Gana, Grenada, Fiji, Ekvator, Angola, Somali, Panama, El-Salvador, Haiti,
Filipinler, Peru, Uruguay vesaire… Amerika’nın karışıklıklar çıkararak
yönetimine el attığı üçüncü dünya ülkeleri listesinde bunlar da yer aldı.
Buralarda sarin ve hardal gazı gibi kimyasal silahlar kullandırılarak
yüzbinlerce insanın ölümüne sebep olundu.
Artık iyice
anlaşılmalıdır ki, Siyonist küresel sermayenin sahip olduğu silah şirketleri
var olduğu müddetçe, dünyada sulh (barış) ve sükûnetten bahsetmek hayâl
olacaktır.
Siyonizm’e
karşı duran hahamlar
“Zulüm
bizdense, ben artık bizden değilim!” (R.A.C.)
Siyonizm’e,
Siyonizm’in devletli görünümü İsrail’e tepki gösterenlerin sayısı gün geçtikçe
artıyor. Zannedildiği gibi Yahudiler bunun dışında değil. Pek çok Yahudi, hatta
birçok din adamı (hahamlar) bu harekete karşı. İsrail’in Doğu Kudüs’ün Şeyh
Cerrah Mahallesi’nde Filistinlilere ait evleri boşaltmak istemesiyle başlayan
çatışmaların katliama dönüşmesiyle oluşan tepkiye “Neturel Karta International”
adlı Yahudi örgütünün sözcüsü haham David Feldman da katıldı. Mayıs 2021
tarihindeki Anadolu Ajansı’nın haberine göre Feldman, “Problemin kökünde
Tevrat’a bağlı gerçek Yahudilerin kabul etmediği İsrail Devleti’ni kuran
Siyonizm hareketi var. Siyonist hareket, kendilerinden önceki hiçbir şeyi
tanımıyor. Bu yüzden tüm bunlar oluyor” dedi. Hâdiselerin meydana çıkış
nedenini de şöyle açıklıyor: “Şeyh Cerrah çatışmalarını ortaya çıkardıklarına
şaşmamak gerek. Buna verilebilecek tek cevap, Siyonist hareketinin savaşa
ihtiyacı olduğudur. Var olmak ve Yahudi halkının sempatisini kazanmak için savaşa
ihtiyaçları var. Yahudilere, ‘Bakın, tehlikedeyiz. Filistinliler bizim için
tehdit’ diyebilmek için savaşa ihtiyaçları var.”
Feldman,
Siyonizm’e karşı oluşlarının nedenini ise şöyle açıklıyor: “Filistin’deki ve
dünyadaki Siyonizm’e karşı dindar Yahudiler sadece son hâdiselere değil,
Siyonizm’in temsil ettiği her şeye ve tüm işgale karşı. Bu dinimize aykırı, adâlete
aykırı, uluslararası hukuka aykırı, insanlığa aykırı!”
İsrail’in
baskılarına karşı New York ve Washington’da düzenlenecek protestolara
katılacaklarını belirten Feldman, İsrail yanlısı güçlerin karşıt sesleri bastırmak
için çabaladıklarının ve kendilerine ait sosyal medya hesaplarını
kapattırdıklarının altını çizerek, “Bu her zaman oluyor, sesimiz yok sayılıyor
ve ana akım medyada sistematik olarak sansürleniyoruz” demiştir.
Siyonist
harekete ve bunun ihdas ettiği İsrail Devleti’nin kuruluşuna karşı çıkan Yahudi
önderlerinden biri de “Jews United Against Zionism” adlı kuruluşun yöneticisi
Haham Yisroel Dovid Weiss’tir. İstanbul’da bir üniversitenin tertiplediği
konferansta Siyonist meselenin temeline inerek şöyle demektedir: “İsrail Devleti’nin
kurulduğu gün -14 Mayıs 1948- yani Nakba, insanlık âlemine son derece hayırsız
oldu ve büyük felâket getirdi. Bu meselenin entelektüeller tarafından mutlaka
okunması ve araştırılması gerekir. İsrail Devleti’nin temel dayanağı olan
Siyonist ideoloji ve devletin kuruluşu ile alâkalı çok ciddî sorunlar var.
İsrail, Filistin halkına çok büyük zulüm yapıyor. Gazze’de büyük ve korkunç bir
abluka var. Ve ne yazık ki insanlık buna hissiz kalıyor. Bu çatışmanın çok
büyük bir sorun olduğunu görmek ve anlamak zorundayız. Bunu birileri din savaşı
gibi göstermeye çalışıyor. Bunun din ile hiçbir alâkası yok.”
Konuşmasını
Musevilik ile Siyonizm arasındaki farkı açıklamakla devam eden Weiss şöyle
diyor:
“Musevilik,
Allah ile yapılan bir sözleşmeden oluşmaktadır. Üç bin yıl önce Sina’da yapılan
bir sözleşmenin sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Bizim dinimiz merhameti öngörmektedir.
Zulmün her türlüsüne karşı çıkıyor. Bu anlamıyla teslimiyeti ifade etmektedir. Gerçek
Yahudilik budur ve üç bin yıldır yaşanan Yahudilik bunlardan ibarettir.
Siyonizm, 130-140 yıl önce icat edilen bir ideolojidir. Bu ideolojinin mensupları asla dindar Yahudiler değil, din dışı
Yahudilerdir. Bunlar genellikle Yahudilerden nefret ederler. Allah’a kulluk
etmekten ziyade, ne yazık ki aşağılık bir ırkçılığa ve milliyetçiliğe
dönüşmüşlerdir. Bu sahte bir Yahudiliktir!
Ne
yazık ki Yahudi simgelerini kendi amaçları doğrultusunda kullanıyorlar. Bütün
bunları Allah adına yaptıklarını söylüyorlar. Yaptıkları şeyleri Allah’ın
iradesiymiş gibi yansıtıyorlar. Bunların gerçekle hiçbir alâkası yok!”
Weiss,
konuşmalarında Musevilik hakkında pek bilinmeyen bir bilgiyi de açıklıyor. Bu
bilgi son derece önemli:
“İki
bin yıl boyunca Yahudiler hiçbir zaman devlet kurma girişiminde bulunmadılar.
Çünkü Allah ile yaptıkları sözleşme vardı. Bazıları onu peygamber olarak
görmüyor ama Kral Süleyman, tapınağın yıkılacağını söylüyor. Bu bir peygamberin
tebliğidir. Ayrıca Allah da Tevrat’ta açık açık tapınak yıkıldıktan sonra
Yahudilerin dünyanın her yerine dağılacağını bildiriyor. Yahudilerden Filistin’e
toplu olarak dönmeyeceklerine dair söz alıyor. Yaşadığımız topraklar neresi
olursa olsun, orada yaşayanlarla beraber barış içinde yaşamak zorundayız. Yahudi
devleti olduğunu iddia eden İsrail -ki ben bu devleti kabul etmiyorum-,
Allah’ın zayıf olduğunu varsayıyor. ‘Allah Yahudileri koruyamaz, o zaman biz
devlet kurarak kendimizi koruyalım’ denilmekte. Bu ise gerçek Musevilikte
Allah’ı inkâr eden, Allah’a karşı olan bir anlayış! İnsanı yaratan ve onu
koruyan Allah’tır.”
Haham
Weiss’in Musevilikteki devlet inancı ile Siyonist Yahudilerin devlet idealleri
taban tabana zıt. Musevilik, inancını İlâhî kaynaktan alıyor. Siyonistlerinki
ise kendi görüşleri. Devam ediyor Weiss:
“Yahudiler,
İspanya gibi bazı yerlerde güçlü hâle gelmişlerdi. Buna rağmen devlet kurmaya
kalkışmadılar. Allah’a sözleri vardı. Bu sadece Filistin ile ilgili bir şey
değil. Dünyanın hiçbir coğrafyasında devlet kurma hakkına sahip değil. Hiç
kimsenin yaşamadığı bir toprak parçasına bile Yahudiler gidip devlet kuramaz.
Çünkü onlara devlet kurmak yasaklandı. Siyonistler bu Tanrı buyruğunu yok
sayarak devlet kurdu. Daha da kötüsü, devlet kurdukları yerlerde başka insanlar
yaşıyordu. Orada yaşayanlara her türlü katliamı, baskıyı yaptılar. Irkçılık
yaptılar, baskı ve zulüm uygulamaya başladılar. Bu tam anlamıyla vefasızlıktır!”
Konuşmasının
sonlarına doğru İslâm dünyasının Hıristiyanların zulmü karşısında Yahudileri
sahiplendiklerini, buna rağmen Siyonistlerin Filistinlileri yok etmeye
çalıştıklarını ifade ediyor Weiss. Filistin halkı hakkındaki görüşlerini
belirtirken, gerçek Yahudilerin İsrail’de Filistinliler gibi baskı ve zulme
maruz kaldıklarını söylüyor. Bu husus çok dikkat çekici:
“İslâm
dünyası her zaman Yahudilere kapısını açmış, dinlerini yaşamalarını
sağlamıştır. Engizisyona maruz kaldığımız ya da Haçlı Seferleri sırasında
katliama uğradığımız zaman Yahudilere en son sahip çıkan Müslümanlar olmuştur.
Osmanlılara sığınmış ve yüz yıllarca yaşamışlardır.
Biz
sonuna kadar Filistin halkının yanındayız. Allah’tan diliyoruz ki, Siyonist
devleti bir an önce tarih sayfasından silinsin, yok olup gitsin! Biz, Filistin
halkı kendi topraklarında kendi devletini kurarak, özgür yaşasın istiyoruz.
Yahudiler olarak biz de diğer insanlarla barış içinde yaşamak istiyoruz.
Bir
de şunun mutlaka bilinmesini istiyoruz: İsrail’de gerçek Yahudilere karşı
korkunç bir baskı ve zulüm var. Dünya basınının bunları gündeme taşıması lâzım!”
Yine
28 Mayıs 2021 tarihinde New York’ta yüzlerce Ortodoks Yahudi, “İsrail’in
saldırılarını kınamak ve Filistinlilere destek olmak” için yürüdü. Cemaat
liderlerinden Haham Hershel Klar şunları söyledi: “Bütün Yahudilerin İsrail Devleti’ni
desteklediği zannediliyor ama aslında durum bu değil. Bizim cemaatimiz İsrail’e
karşı ve savaşlarını kınıyor.”
Mayıs
2021’de Londra’da düzenlenen İsrail karşıtı protesto yürüyüşe ellerinde
pankartlarla bir grup Yahudi de katılmıştı. Gruptan Haham Elehanan Beck ile
yapılan mülâkatta, Londra’da yaşayan Beck, Filistin doğumlu olduğunu ve
Müslümanlarla geçirdikleri iyi zamanlardan hatırladıklarını aktarırken,
“İsrail’in sadece Filistin halkı için değil, asıl Yahudiler için tehlikeli”
olduğunu söyledi. Beck ayrıca, 2018 yılında Londra’daki Intercontinental Otel’de
Musevi cemaati üyeleri ile birlikte Cumhur Reisimiz Recep Tayyip Erdoğan’la
görüşmüştü. Görüşme sonrası gazetecilere yapmış olduğu açıklamada, “İngiltere
ve ABD yönetimlerine sesleniyorum: Siyonistlere yardımcı olmak Yahudi halkının
yararına değil. Eğer Yahudilere yardımcı olmak istiyorsanız, o zaman Türkiye
Cumhur Reisinin yaptığını yapın. Elçiliğinizi oradan çekin. Ortaya çıkın ve
sesli bir şekilde İsrail Devleti’ne karşı olduğunuzu söyleyin. İşgalcilere
karşıyız! Yahudiler olarak bizler İsrail Devleti’nin barışçıl bir şekilde
tamamıyla dağıtılması için duâ ediyoruz. İki devlet de istemiyoruz. Tek
devleti, denizden nehre kadar Filistin halkının geri dönmesini destekliyoruz.
Orada Yahudiler ile Müslümanlar birlikte barış içinde yaşayabilirler” demişti.
Ah Rachel!
Yalnız
hahamlar değil, her milletten, her yaştan pek çok insan Siyonizm’e, Siyonizm’in
devlet temsilcisi İsrail’e karşı. Bunlardan biri de Washington’da yaşayan son
sınıf talebesi Rachel Aliene Corrie (1979-2003) idi. Refah-Olympia kardeş şehir
projesi kapsamında Gazze’ye gittiğinde, 2003 yılındaki İkinci İntifada devam
ediyordu. Gazze’deki manzara karşısında şoke oldu. İsrail ordusu Filistinlileri
tutukluyor, işkence ediyor, evlerini yıkıyordu. İsrail kuvvetlerinin bu şiddet
dolu eylemlerine engel olmaya çalışan ISM (International Soli Jarity Movement)
uluslararası dayanışma örgütü üyeleri ile tanıştı. Barış aktivisti olarak
elinden geleni yapmaya kararlıydı. Elinde megafonla, bir Filistinlinin evini
yıkmaya hazırlanan buldozerin karşısına geçti. Buldozer operatörünün insan
olduğunu sanıyordu Corrie. Nasihatleri dinler ve gönlü yumuşayabilirdi. Fakat
operatör aldırmadı, buldozerle üstünden geçip gitti. Kafatası kırılmış,
kaburgaları parçalanmış, akciğerleri delinmiş bir genç kızcağız, yerde yatıyordu…
Yahudi
asıllı Amerikan vatandaşı olan Corrie’nin annesine yazdığı mektuptaki bir cümle,
slogan olarak kulaklarda çınlayacaktı: “Zulüm
bizdense, ben artık bizden değilim!”
Siyonist
sermaye çetesi ne yapmak istiyor?
Dünya
sermayesinin büyük bölümünü şirketlerinin bünyesinde tutan bu grup, başlangıçta
bulundukları devletlerin gölgesinde servetlerini muhafazaya gayret
etmekteydiler. Zamanla servetlerini katlayarak öyle irileştiler ki gizlenmek
imkân dışıydı. Devletler gölgeleri altında kalır oldu. Adamlarını, bürokrasinin
ve siyâsetin içine yerleştirerek yönetimde söz sahibi olur hâle geldiler.
Kendilerini en zirvede ve çok güçlü görüyorlar. Nefsin son mâkâmı olan “Firavun
tahtına” kuruluverdiler. Firavun, mahiyetine kibirle seslenivermişti: “Ben
sizin ulu rabbiniz değil miyim?”
Küresel
sermaye çetesi, beşeri yönlendirmek, şekillendirmek, arzu ve isteklerine amâde
bir robot hâline getirmek istiyor. İşlemekte olan siyâsî, ekonomik, sosyal ve
hatta dinî kaideleri lağvederek “yepyeni bir düzen” peydahlama gayretinde.
Neler yapmak istiyor bu çete?
Görebildiğimiz
kadarıyla özetle anlatmaya çalışalım:
1-Dünyanın
yaklaşık 8 milyarlık nüfusu onlar için fazla. Yoksulların çoğaldığı bir yerde
zenginler huzursuz olur. Çünkü servetlerine dikilen gözler çoğalmaktadır. Hem
makineleşen üretimde fazla insana ihtiyaç yok. Seyrekleştirilmeli. Bu da yetmez,
azaltmaya çalışacaklardır. İcraatlarını şöyle sıralayabiliriz:
a-Başta
Müslüman coğrafya olmak üzere her millette doğum kontrolü kampanyaları
düzenlenmekte, ilâç ve malzemeler ücretsiz dağıtılmakta, televizyon ve sinemada
bekârlık teşvik edilmekte, evliliğin zorlu ve riskli olduğu imasıyla filmler
üretilmektedir. Bu uğurda milyar dolarlar sarf ediliyor.
b-Fitne
çıkarılarak milletler birbirine düşürülüp savaştırılmaktadır. İran-Irak Savaşı
sekiz sene sürmüş, her iki taraftan 1 milyon insan telef olmuştur.
c-Bilinmeyen
virüslerle salgın çıkarılarak beşerin katledilmesi… Günümüzdeki Covid-19
virüsünün laboratuvarlarda üretilerek milletlerin başına belâ edildiğine dair
önemli iddialar var.
2-Devletlerin
iktisaden ve siyâseten çökertilmesiyle kaos oluşturmak… Pandemi döneminde insanlar
evlerine kapattırılarak ticarî ve sosyal faaliyetler durma noktasına getirildi.
Hükûmetler halklarının zarurî ihtiyaçlarının karşılanması için para basarak dağıtmak
zorunda kaldılar. Sonuçta halklar enflasyonla menfi etkilenecektir. Yeni
virüslerle pandemi süresinin çok uzadığını düşünün, malî açıdan gelişmiş hükûmetlerin
bile bunun altından kalkabileceği şüphelidir. İdarecilerinden ümidi kesen
halklarınsa sermaye çetesinin uzattığı ellere teslim olacağı bellidir. “Denize
düşen yılana sarılır” atasözümüz hatırlanmalıdır.
3-Vücuda
takılan “çiplerle” sağlığın kontrol edileceği haberini müjdeliyorlar. Batı’da
bazı kimseler bunu şimdiden kabul etmiş, proje tatbikata koyulmuştur. İnsanların
belli merkezlerden “hayatî faaliyetlerinin” takip edilmesinin plânlandığı
anlaşılmaktadır. Böylece insan canı, kasabın insafına teslim olmuş oluyor. İyi
de, ileride yeni dünya düzenine muhalif olanların akıbeti ne olacak? Bu
kişilerin hayatları, kapama düğmesine basılmasıyla son bulacak şekilde basite
indirgenmiştir.
4-Çetenin
hedeflerinden biri de “kripto para” sistemi ile Dünya iktisadını avucuna
almasıdır. Bu sistemde devletlerin devreden çıkarılması daha kolay hâle
gelecektir. Günümüze kadar milletler arası ticarî mübadelelerde dolar
kullandırıldı. Doları da kâğıt maliyetine basarak piyasaya sürüyorlardı. Dünya
piyasası gerçek değeri olmayan “dolar denizi” âdeta. Eski Irak Başkanı Saddam, petrolünü
dolar karşılığı satmak istememesi üzerine infaz edildi. Trump’un da içinde
bulunduğu Amerikalı milliyetçiler de Küreselcilere tavır almaya başladılar.
Küreselcilerin Amerika’daki rahatı bozuldu. Güvenilir alan olarak Çin
görünüyor. Yeni mekân ve yeni para tedavüle sokuldu. “Kripto para”, yeni para
birimi olarak işleme girdi şimdiden.
5-Siyonist
sermaye çetesinin, kurguladığı yeni dünya düzeninde vatan, millet, devlet
mefhumlarını değiştirdiği, bozduğu ya da yok saydığı gibi inançlar da es geçilmiyor.
Alt kuruluşları olan Mason, Rotary, Kurukafalar gibi kuruluşlar, Tapınakçı,
İllüminati, Kabala gibi Ezoterik tarikatlar vasıtasıyla kendi inançlarını
yerleştirmeye çalışıyorlar. Başlangıçta her inanç mensubunun müşterek imanı
olan kâinatın bir yaratıcısının olduğunu kabul eder görünüyorlardı. Masonizmin
mutat deyimine göre “evrenin ulu mimarı” olarak vasıflandırdıkları Tanrı’nın
yaratma fiilinden sonra işi bitmiştir. Vahye, peygamberlere inanmazlar. “Gökten
hiç kitap iner miymiş?” derler. “Bundan sonra ne olacak?” diye sorarsanız, kolları
sıvayıp olması gerekeni hâlledeceklerini ima ederler.
İnsanların
inanışlara, idarecilere, mevcut otoriteye inanmamalarını, uymamalarını, karşı
çıkmalarını isterler. Tabiî bu istekleri yüzünüze doğrudan söylenmez. Kitap,
dergi, gazete gibi yazılı basınla, TV ve filmlerdeki görsel vasıtalarla dolaylı
olarak beyinler etkilenir. Önceleri Papa’nın gölgesine sığınan Küreselciler,
sermayelerine sermaye katıp güçlendiklerinde Papa’yı “lapa” hâline getirip
kullanmaya başladılar. Yapacaklarını daima “maşa” ile gerçekleştirirler. Hatta
“Küreselizm”e karşı olanlar bile farkında olmadan kullanılırlar. Halkların
idarecilerini dinlememelerini arzu eden Küreselcilerin, yeryüzünde tek egemen
güç olduktan sonra otoritelerini demir yumrukla sağlayacakları kesindir.
6-Bu
olup bitenlerden sonra, “Yeryüzü ölçeğinde gelecek hakkında düşünceleriniz
(öngörüleriniz) nedir?” diye sorulursa, tahminimizi iki aşamalı ifade etmek
isteriz:
a-Bilhassa
görsel yayınların teknik düzeyde gelişmesi ile yanlışların yanında doğru
bilgilerin de yayılmasına, duyulmasına yol açtı. İnsanlar, bilgiye erişme noktasında
aciz ve çaresiz değiller artık. Devletler, diktatör ve tiran hükûmetlerin
baskısından kurtuldu veya kurtulmaktalar. Milletler arası bir dayanışma ile -yapılanların
hesabı- istenecektir. Sonrası yaman bir mücadele başlangıcıdır.
b-Küresel
sermaye çetelerine karşı harekete geçen devletler, daha ziyade gelişmiş olan Batılı
devletler yani Hıristiyan camiasıdır. İttifakla peşlerine düşecekler.
Sonlarının yaklaşmakta olduğunu gören Küreselciler, son kozları olan senaryoyu
sahneye koyacaklardır: “Sahte Mesih”… Hıristiyanlarda bir duraksama, kafa
karışıklığı, kaos meydana gelir böylece. Sahte Mesih’e inananlar, karşı cephede
toplanmaya başlamaktadır. İşte mevcut durumun “Gordiyon’un kör düğümü” hâline
dönüştüğü safhada, beklenen “mucize” tahakkuk eder. Âlemlerin Rabbi, her şeye
kadir Allah-u Teâla, sahtesini yeryüzünden silmek üzere gerçeğini yeryüzüne
indirecektir.
“İsa
(aleyhisselâm) der ki, ‘Şüphe yok ki, Allah benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz.
Öyleyse O’na kulluk edin. (İşte) doğru yol budur!’.” (Âl-i İmran, 51)
“Ehl-i Kitapların hiçbiri hariç olmamak üzere, ölümünden evvel, andolsun ona (İsa’ya) mutlaka inanarak, o da kıyamet günü kendileri aleyhine bir şahit olacaktır.” (Nisa, 159) (Devam edecek…)