Kaş ile Göz (7): Ahtapotun kolları “Masonluk”

Seçimlere az kala Demirel’in Mason olduğu gündeme geldi. Partiye üye olmadan önce Amerikan Morrison Şirketi’nin Türkiye temsilciliğini yapmasından dolayı da “Morrison Süleyman” lakabı takılmıştı. Demirel, Mason olduğunu kabul etmedi. Fakat rakiplerinin, Hür ve Kabul Edilmiş Masonların Ankara Bilgi Locası’na “43” sıra numarası ile kayıtlı olduğunu söylemeleri işi değiştirdi.

DÜNYA basınından birkaç başlıkla başlayalım: “İsrail, Filistinlilere yine saldırdı.” “Kadın, çocuk, yaşlı demeden katliam yapıyor.” “Birleşmiş Milletler’in onca kararına rağmen Batı suskun; konuşan ise zalimi değil, mazlumu suçluyor.” “İsrail’e bu ayrıcalık neden?” “Pervasızlığını ve gücünü nereden alıyor?”                

Tarih, 28 Kasım 1964… Büyük salon hıncahınç dolu. Marşlarla coşan kalabalıktan zaman zaman ateşli sloganlar duyuluyor. Altmış Darbesi ile milletin sesinin kesildiğine inanan delegeler, “İşte biz buradayız!” der gibi coştukça coşuyorlar…

Marş durdu. Sahneye gelen takdimci, başkan adaylarının konuşacaklarını duyurdu. Salonda derin bir sessizlik hâkim. Herkes merakla bekliyor. Derken, arkalardan, salona girişten bir vaveyladır kopuyor. “Koca Reis! Koca Reis!” tempoları eşliğinde bir grup kalabalık sahneye doğru ilerliyor. “Koca Reis”, irikıyım birinin omuzlarında giderken bir taraftan tezahürat yapan taraftarlarını selâmlıyor. Arkasında da kendisine eşlik eden uzun bir insan seli var…

Sloganlar, ıslıklar, alkışlar eşliğinde sahneye gelindi. Sahne ortasına geçilmişti ki sağa sola kaçışmalar oldu. Bu ara, Koca Reis’in aşağı kayarak kıç üstü yere düştüğü görüldü. Ayakları havada asılı kaldı. Manzara komikti, delegeler kahkahayı patlatıverdiler. Adam, vücut ağrılarını eliyle ovalayarak gidermeye çalışırken bir taraftan “madara” olmanın hüznünü yaşıyordu. Karışık duygular içerisinde doğru dürüst konuşamadı. Hatipliği de iyi değildi zaten...

İkinci kez başkan adayı anonsu yapıldı. Şaşaalı bir takdimdi bu seferki. Eski Devlet Su İşleri (DSİ) Genel Müdürü, Amerikalıların takdirini kazanmış ve Amerika’dan gelmiş, Isparta İslamköylü bir yüksek inşaat mühendisi… Süleyman Demirel, tezahüratlar eşliğinde kürsüye geldi. Konuşması düzgün değildi ama tribünlere oynamasını biliyordu. Kendisini, “Ben, sabah ailesinin evinde kahvaltıya Kur’ân okunmadan önce oturmayan bir ailedenim” diyerek tanıtmıştı. Neticede delegelerin bin 679 oyundan bin 72’sini alarak Adalet Partisi Genel Başkanı seçildi. Bir yıl sonra (1965) ise Türkiye’nin 12’nci Başbakanı olacaktı…

Nasıl Adalet Partisi’nin Genel Başkanı oldu?

Milletin sevgisini ve teveccühünü kazanmış Adnan Menderes ve iki bakanının bir ihtilâl sonucu devrilmesi ve asılmasından sonra Kurtuluş Savaşı kahramanlarından Ragıp Gümüşpala’nın kurucularından olduğu Adalet Partisi Genel Başkanlığı, onun 1964’te beklenmeyen ölümüyle boşalmıştı. Kamuoyu, yerine kurucularından olan, teşkilâtlanmada oldukça çaba sarf eden “Koca Reis” unvanlı Sadettin Bilgiç’in başkan seçileceğine kesin gözüyle bakıyordu. Nasıl oldu da partide emeği olmayan, siyaseten tanınmayan, delegelerin çoğunluğunun adını bile bilmedikleri biri, aday olup seçimi kazanıyordu? Bu kişi bir yıl sonra nasıl başbakan olacak, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin siyasetine nasıl yeni bir rota çizecekti? Hem de karşısında “İkinci Cumhurbaşkanı” unvanıyla usta politikacı Başbakan İnönü varken? Bu nasıl muamma idi? Bu sırra vâkıf olabilmek, dünya siyaset tarihinin hangi güçler eliyle nasıl şekillendiğini görebilmekle eş anlamlıydı…

Parti içinde Sadettin Bilgiç milliyetçi ve muhafazakâr grubun lideriydi. Demirel’i ise liberal olanlar destekliyordu. Seçimlere az kala Demirel’in Mason olduğu gündeme geldi. Partiye üye olmadan önce Amerikan Morrison Şirketi’nin Türkiye temsilciliğini yapmasından dolayı da “Morrison Süleyman” lakabı takılmıştı. Demirel, Mason olduğunu kabul etmedi. Fakat rakiplerinin, Hür ve Kabul Edilmiş Masonların Ankara Bilgi Locası’na “43” sıra numarası ile kayıtlı olduğunu söylemeleri işi değiştirdi. Bunun üzerine Demirel, Bilgi Locası’na başvurarak Mason olmadığına dair bir belge verilmesini istedi ve aldı. Daha sonraları bunun doğru olmadığı, bir kısım Masonların Demirel’e “Mason değildir” belgesini veren Üstad Necdet Egeran’ı tenkit etmelerinden anlaşılacaktı. Egeran, belgeyi neden verdiğini, yakınlarına, “Doğru, verdim. Bir kardeşimizin önünü açmak istedim. İkbâli için bana ihtiyacı vardı” şeklinde açıklamıştı. Masonlar Yüksek Şûrâsı, 1965’te kurallara aykırı hareket ettiğinden ihracını istedi.

Bütün aleyhte propagandalara ve menfi şartlara rağmen Demirel seçildi. Seçimi kazanmasında Masonların rolü var mıydı? Kimdi bu Masonlar, nasıl bir şeydi bu “Masonluk”?


Masonluk

Fransızca bir kelime olan “macon”, “duvar ustası” anlamına gelmektedir. Meslekî bir birliktelik intibaını uyandıran yapılanma, daha sonraları yeryüzüne yayılarak geniş coğrafyalarda faaliyet gösteren “esrarengiz” bir teşekkül hâline dönüştü. Kökleri eski olmakla beraber 1700’lü yıllardan itibaren resmiyet kazanmaya başladıkları görüldü. 1717’de Londra’da dört büyük Mason locasının birleşmesiyle “Londra Büyük Locası” kurulmuş oldu. 1721’de Montagü dükünün Masonluğu kabulüyle İngiliz kraliyet ailesinin tamamen Mason olmasının yolu açılıyordu. 1736 tarihinde de İskoç Büyük Locası kuruluyordu.

Masonluk, 18’inci yüzyılın başlarında Fransa’da faaliyete başlayacaktı. Devlet muhaliflerini barındıran bir çatı görünümünde olan teşkilât, 1789 Fransız İhtilâli’nin vukuunda önemli görevler üstlendi. İçinde İskoç, İrlanda ve İngiliz localarını barındıran Anglo-Sakson Masonluğu; 19 ve 20’nci yüzyıllarda İngiliz kraliyet ailesinin himayesinde ve İngiliz sömürü siyasetinin etkisinde Amerika, Kanada, Hindistan ve Afrika gibi geniş coğrafyalara yayıldı. Fransız koluna bağlı Masonlar ise İspanya, Portekiz, İtalya, Avusturya, Macaristan, Orta Doğu ve Güney Amerika’da daha etkili oldular.

Birinci Dünya Harbi’nden sonra loca sayısı hızla arttı. 1919’da 4 bin, 1926’da 5 bin, 1950’de 7 bin olan sayı, 1981’e gelindiğinde 9 bine ulaşmıştır. (S. Knight, The Brotherhood: The Secret World of Freemasons, 1984 London)

İngiltere, İskoçya ve İrlanda’da 480 bin, ABD’de ise 2 milyonun üzerinde Mason olduğu, 2005 yılında tüm dünyada 5 milyonun üstünde Mason üye bulunduğu ifade edilmektedir. (C. Hodopp, Freemasons for Dummies. İndianapolis; Wiley 2005)

İslam âlemine Masonluk, genelde Avrupa sömürgeciliğinin yansıması olarak girdi. 18’inci yüzyılda İngiliz kolonisi durumundaki Hindistan’da faaliyet gösteren şirketler mensuplarınca localar açılmaya başlandı. İlk üyeleri İngiliz Doğu Hindistan Şirketi çalışanları olan localara 1844’ten itibaren Hintlilerin de katılımı kabul edildi. Bu şirket vasıtasıyla Endonezya ve Malezya’da Masonluk yayıldı. İlk localar Sumatra’da 1765’te, Penang’te 1809’da açıldı. İngilizlerle beraber Fransız ve Hollanda sömürgeciliği, Asya’daki loca sayısının artışına katkıda bulundu.

Doğu Mason tarihine göre Mason olan ilk İranlı, 1808’de Paris’teki İskoç ritine bağlı locaya kayıt olan diplomat asker Han Afşar’dır. Bundan iki yıl sonra İran’ın Londra Sefiri Mirza Ebü’l-Hasan, 1818’de İran’dan gönderilen talebeler, 1856’da Paris’te bulunan altı diplomat, “Paris Locası’na” kaydoldu. Aralarındaki Mirza Melkum Han, Fransız Büyük Doğu geleneğine bağlı locanın İran’da açılması görevini aldı. Böylelikle İran’da da Masonluk yayılmaya başladı.

1908’de kurulan Fransız geleneğine bağlı “Bidari Locası” 1927’ye kadar devam etti. Halil Cevahiri’nin öncülük ettiği, İngiliz ritine bağlı “Pehlevi Locası” 1951’de açıldı. Bir müddet sonra “Hümayun Locası” olarak adı değiştirildi. Çalışmalarını hızlandıran Masonlar, 1970 yılına gelindiğinde üye sayısını 2 binlere çıkarmışlardı. 1979 İran Devrimi ile Masonik faaliyetler yetkililerce yasaklandı.

Afrika’ya Masonluğun gelişi, Fransızların Mısır’ı işgaliyle başladı. 1830’da İtalyanlar İskenderiye’de “Carbonari Locası”nı kurdular. Cezayir’in bağımsızlığının meşhur kahramanı Abdülkadir el-Cezairi’nin 1864 yılında bu locada tekris edildiği söylenmektedir. Aynı yıl İtalyan Büyük Doğu Locası, Mısır’da şube açılmasına izin verdi. Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın oğlu Halim Paşa bu locanın üstad-ı azamı oldu. 1881 yılında Hidiv Tevfik Paşa, Mısır’daki bütün locaların üstad-ı azamlığına tayin oldu.

Masonların Mısır’daki asıl hâkimiyeti ise 1882’deki İngiliz işgalinin sonrasına dayanır. Dinî önder görünümündeki Cemaleddin-i Efgani ve Abduh’tan devlet yetkililerine kadar birçok zevat Mason oldu. Hidiv Tevfik Paşa’dan Kral Faruk’a kadar bütün hidiv ve krallar fahrî üstad-ı azam unvanı aldılar. General Cemal Abdünnasır, Kral Faruk’u 1952’de devirip iktidarı ele geçirince, millete zararlı olarak gördüğü Masonluğu yasakladı.

Bilindiği kadarıyla İstanbul’da ilk açılan loca, 1720’de Galata’da açılanıdır. Osmanlı’da bu tarihlerde açılan localar, İstanbul ve İzmir gibi ticaret merkezlerinde idi ve üyelerini yabancılar oluşturuyordu. 19’uncu yüzyılın başlarında İngiliz ve Fransız devletlerinin etkisiyle Osmanlı sefirlerinin başını çektiği “Bulver” ve “Union d’Orient Locaları” kuruluyordu. 1863’te Union d’Orient Locası’na 53 Osmanlı kaydoluyordu. Mısırlı Prens Mustafa Fazıl Paşa, Süleyman

Paşa ve Mithat Paşa da Masonluk kervanına katıldılar. Hastalık sarayın ileri gelenlerine de sıçramıştı. Sultan Abdülaziz’in başmabeyincisi Cemil Bey ile başyaveri Rauf Bey, Veliaht Murat Efendi ile iki şehzade de “tekris” edilenler arasındaydı. Sultan Abdülhamit’in sıkı takibi neticesinde duraklama devrine giren Masonlar, ancak Selânik ve çevresinde faaliyetlerini sürdürdüler.

Selânik’te kurulmuş olan Büyük Doğu Locası’nın üstad-ı azamı, Yahudi asıllı Emanuelle Carasso idi. Abdülhamid Han’a muhalif Jön Türkler ve İttihatçılarla irtibata geçerek onları destekledi. 1901-1908 yılları arasında bu locada tekris edilen 154 kişiden (18’i memur, 9’u asker) kırk ikisi Türk’tü. Talat Paşa da bu locaya 1903’te katılmıştı. 1909 yılına kadar Osmanlı topraklarında faaliyet gösteren 45 locada toplam üç bin kadar Mason üye bulunmaktaydı.

İttihatçıların idaresinde Selânik’ten yola çıkan Hareket Ordusu, Sultan Abdülhamit Han’ı devirip iktidarı ele geçirdi. Bu zaferleriyle Masonlar için yeni bir devir açılıyordu. 25 Haziran 1909’da Türkiye Büyük Locası’nı kurdular.

İttihat ve Terakki Partisi’ni ele geçiren Masonlar, Osmanlı Devleti’ni Birinci Cihan Harbi’ne sokarak devletin yıkılmasını sağladılar. Osmanlı coğrafyasında elli küsur devletçik peyda edilip her birinin başına, halkının değerlerine muhalif, Batı’nın emrine amade uşaklar oturtuldu. Yeni Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde Masonlar cirit atmaya başlayınca, Reis-i Cumhur Mustafa Kemal, 1935 tarihinde Masonluğu yasaklayarak bütün locaları kapattırdı. Ne var ki İnönü, 1945’te bu yasağı kaldırarak faaliyetlerine izin verdi.

7 Ocak 1946’da kurulan Demokrat Parti’ye, İnönü’nün tek partili baskı rejiminden bunalan halk akın edince, Masonlar da üye olmakta gecikmediler. 14 Mayıs 1950’deki seçimlerde 27 yıllık tek parti rejimini hezimete uğratan Demokrat Parti’de çok sayıda Mason vardı. Bakanlar kabinesinde de Masonlar çoğunluktaydı. Mason olmayanlar ise 1960 İhtilâli ile devrilip asılacaklardı. Hükûmeti pasiflikle suçlayan Necip Fazıl Kısakürek’e rahmetli Menderes, “Üstümde Celal Bayar (Cumhur Reisi), altımda ise Medeni Berk (Başbakan Yardımcısı) var. Bunların ikisi de 33’üncü dereceli Masondur. Ben iki değirmen taşı arasına sıkışmış buğday tanesi gibiyim” dediği, hatıratta belirtilmektedir.

Siyonistler, Mason dernek teşkilâtını ele geçirerek idare etmeye başladılar. Her meslekten kariyer sahibi kişileri üye yaparak destekliyorlardı. Her bölgedeki merkezî şehirlerde localar kurdurularak şube sayısı arttırıldı. Localar hiyerarşik bir şekilde üst localara bağlıydılar. 

Masonların gayesi

Masonlar kendilerini, üyeler arasında kardeşlik duygusuna sahip, insanlar arasında din, dil ve ırk farkı gözetmeyen, hürriyet ve adalet ilkelerini savunan, hiyerarşik, uluslararası hümanist bir kuruluş olarak tanımlarlar. Üyelerinin maddî ve manevî gelişmelerini esas alan, hayırsever ve barışçıl oldukları iddiasındadırlar.

İngiltere Büyük Locası kurulduğunda, Masonluğa ait geleneksel ve geçerli kanunları belirlemek üzere Protestan bir rahip olan James Anderson’a görev verilmiştir. 1723’te, bilinen ilk yazılı metinlere, yazarından dolayı “Anderson Anayasası” (Nizannamesi) adı verilmiştir. Anglo-Sakson motifler taşıyan nizannamenin York geleneğine bağlı localar tarafından günümüzde de sürdürüldüğü söylenmektedir.

Geleneksel Masonlukta ilk üç derece; (1) Çırak, (2) Kalfa, (3) Üstat şeklindedir. Türkiye’deki Mason localarının da kabul ettiği İskoç ritüeline göre 4-33 arası dereceler bulunmaktadır. Her derecenin kendine has sembolleri, ritüeli ve ikaf töreni vardır.

Masonluğun Osmanlı’da ilk yankıları, Anderson Nizamnamesi’nin Protestan bir rahip tarafından yazılmasından dolayı Hıristiyan bir akım olarak değerlendirilmiştir. Harputlu İshak Efendi, 1862 yılında yazdığı “Şemsü’l-Hakika” adlı eserinde, Masonluğun Hıristiyanların eksikliklerini tamamlamak için icat olduğu bahsi vardır. Bu yanlış kanaat, İngiliz kraliyet ailesinin Masonluğu sahiplenmesinden kaynaklanmaktadır.

Geleneksel Masonlara göre kâinatın yaratıcısı Tanrı için kullanılan deyim, “Evrenin Ulu Mimarı” ifadesidir. Neden böyle bir deyim kullanıyorlar? Onlara göre bir mimar, eseri için bir proje yapar ve tatbikçilere (kalfalara, ustalara) teslim eder. Gerisine karışmaz. Onlara göre Tanrı, kâinatı yaratmıştır fakat bundan sonra olacak hâdiselere müdahale etmemektedir. Yani Masonlar, deisttirler. Neden böyle bir inanışa lüzum görüyorlar? Tanrı’yı işe karıştırmıyorlar ki istedikleri gibi meydanda at koşturabilsinler.

Fransız Masonları ise seküler ahlâkî yapıyı sahiplenmişlerdir. Fransız Büyük Doğu Locası, 1877’de üyelik için Tanrı’ya imanın gerekli olmadığını kabul etmiştir. Bütün bunlardan dolayı Katolik Kilisesi, Masonluğa karşı çıkmıştır. Papa On İkinci Clement, 1738’de Masonluğu din dışı ilân etti. Bu aforoz, 1902 yılına kadar diğer papalar tarafından da kabul gördü. Bugün Amerika’daki Lutheryan ve Metodist kiliseler, Masonluğun Hıristiyan inancıyla bağdaşmadığını, deist görüşleriyle din dışı olduklarını ifade etmektedirler.

Süleyman Mabedi’nde daha sonraları kilise ve katedrallerin yapımında çalışan ustaların sanatın inceliklerini muhafaza etmek için kurdukları “Mason dernekleri”, Siyonistlerce ele geçirilerek dünya hâkimiyetinde rol oynayacak bir gizli teşkilât hâline dönüştürülmüştür.

Mason teşkilâtları dışarıya kendilerini üyeler arasındaki “maddî ve manevî dayanışmanın tesisi” şeklinde tanıttığından, alt tabakadaki birçok Mason bunu böyle sanır. Birçok kişi ekonomik ve sosyal güç elde etmek, mâkâmlarında yükselmek için teşkilâta katılırlar. Hatta bunlar arasında vatanını seven insanlar da vardır. Bunların üst plânlardan haberleri yoktur. Farkında olmadan kullanılırlar.

Yahudiler, İlk ve Orta Çağ’da büyük eziyet görmüş bir millettir. İki kere yeryüzüne dağıtılmışlardır. Bilhassa Hıristiyan memleketlerde İsa’nın (aleyhisselâm) katili olarak bilindiklerinden, korkunç baskı ve işkenceye maruz kalmışlardır. Devlet kademelerinde hiçbir nüfuzları olmamıştır. Bunun için Masonluğu kullanarak geri plânda iş görmüşlerdir. Masonların yayınlarından “Akasya”nın 1908 tarihli 62’nci sayısında, “Yahudisiz hiçbir Mason locası yoktur” yazmaktadır. Yine “Farmasonluk Tarihi” adlı eserde, “Hür Masonlar, Yahudilerin dünya hâkimiyeti plânını esas tutarak çalışırlar” demektedir. Rahmetli Adnan Menderes’in vazifelendirmesiyle zamanın Millî İstihbarat Teşkilâtı, “Mason Tehlikesi” adlı bir rapor hazırlar. Ancak 14 Temmuz 1960’da tamamlanabilen raporda, “Masonlar, Siyonizm’in aleti olmakta ve bir maşa gibi kullanılmaktadır” ifadesi yer almaktadır.

Bulundukları memleketlerde güvendikleri elemanlarını siyâsî partilerin içlerine sokarak yükselmelerini sağlarlar. Bunlar vasıtasıyla hükûmetlerde etkili olurlar. İtalyan Masonlardan Lemni, “Hükûmeti teşkil eden şahsiyetler ya Mason biraderlerden olacak veya bu vazifeden mahrum kalacaklar” der.

Siyonistler, asırlardır Hıristiyanlıktan büyük zulüm gördüklerinden, dinlere karşı düşman olmuş ve her yüz senedir aldıkları kararlarda dinleri yok etmek için plânlar hazırlamışlardır. 1900 senesindeki bir toplantıda tutulan zabıtların 102’nci sayfasında, “Dindarlara ve mabetlere galip gelmek kâfi değildir. Asıl maksadımız, dinleri yok etmektir” yazılıdır. Bunun için her dinden din adamlarını Masonluğa alarak, onlar vasıtasıyla inançları dejenere etmek (bozmak) cihetine gitmişlerdir. Müslümanlara da el atmışlar, sahte şeyhleri ve âlimleri “büyük din âlimi, müçtehit” şeklinde reklâm ederek meşhur kılmışlardır.

Fransa’da yayınlanan “Fransız Masonlar” (Les Franco Macons) kitabının 127’nci sayfasında, “Mısır’da kurulan Mason localarının başına Cemaleddin Efgani ve ondan sonra Abduh getirildi. Bunlar Müslümanlar arasında Masonluğun yayılmasına çok yardım ettiler” denilmektedir. İttihat ve Terakki Partisi’nin Osmanlı hâkimiyeti zamanında Şeyhülislâm Musa Kazım da Masondu ve Sultan Abdülhamid’in hallinde kullanıldı.

Siyasete el atılarak çeşitli partilerden üyeler kaydedildi. Bilhassa hırslı siyâsiler yükselebilmek için Masonların yollarını aşındırır oldular. Seçim kazanabilmek için, reklâm yapabilecek adamlar toplayabilmek ve bunlar için de maddî güç gerekti. 

Masonların hakikî tarihi

Yûsuf’un (aleyhisselâm) (İlâhi plân gereği) Mısır’a gönderilmesi, zamanın firavununun iman etmesi, bereketli Nil havzasında tarımın gelişmesi, ürün bolluğundan sonra yeryüzünde müthiş bir kuraklığın hâkim olması, Yakub’un (aleyhisselâm) evlâtlarının (İsrailoğullarının) Mısır’a göç etmesiyle neticelendi. İsrailoğullarının yerli halka (Kıptilere) nazaran hızla çoğalmaları, sonra gelen ve putperestliğe dönen firavunları endişelendiriyordu. Nüfusun aleyhlerine olan değişimi Mısır devlet idarecilerinin (zulme varan) önlemler almalarına yol açtı. İsrailoğullarının erkekleri ağır işlerde çalıştırılıyor, sudan bahanelerle öldürülüyorlardı. Hedef, dişileri sağ bırakmak ve erkekleri yok etmekti.

Vahşetin hüküm sürdüğü böyle bir ortamda imanlı kullarının yakarışlarına karşılık veren Rahmân ve Rahîm olan Allah-u Teâlâ, Mûsa’yı (aleyhisselâm) göndererek, halkının Mısır diyarından çıkarılması görevini ona verdi. Kavmini (biiznillah) Kızıldeniz’den geçirerek Tih çölüne vâsıl olan Peygamber’in halkının (savaşmaktan) yan çizmesinin ardından buradaki (kederli) vefatıyla, İsrailoğulları (ceza olarak) uzun müddet çölde kalakaldılar. Yaşlıların ölmesiyle yerlerine geçen yeni neslin Dâvud’un (aleyhisselâm) önderliğinde Filistin’e yerleşmeleri bahşedildi. Süleyman (aleyhisselâm) zamanında (biiznillah) ikram olunan iç ve dış etkilerle dünya hâkimi oldular.

Daha sonraları şımarmaları ve azmaları neticesinde (nankör tabiatları) nefislerine hâkim olup sapık inanışlara ve batıl yollara girdiler. Kendilerini uyaran İşaya ve Ermiya gibi peygamberleri dinlemeyip öldürdüler. İlâhî cezaya duçar oldular. Milât öncesi 6’ncı yüzyılda Babilliler, Kudüs’ü işgal ederek yakıp yıktılar. İsrailoğulları yeryüzüne dağıldı, büyük bir kısmı esir edilerek Babil’e götürüldü. Pers Kralı Kyros’un Babil Devleti’ni yıkmasıyla esaretten kurtulup tekrar geri dönmelerine izin verildi. Süleyman Mabedi’ni ve Kudüs’ü yeniden imar eden İsrailoğulları, unutulan iman akidelerini kendilerine tebliğ eden Zekeriya (aleyhisselâm) ile Yahya (aleyhisselâm) gibi mübarek peygamberlere de karşı çıkarak onları öldürdüler. İsa’ya (aleyhisselâm) iftira atarak katletmek istediler.

Cenab-ı Hakk, (bu asilikleri sebebiyle) Romalıları onlara musallat etti. Kudüs’ü ve etrafını altüst eden Romalılar birçoğunu öldürdü, birçoğunu esir etti. İsrailoğulları tekrar yeryüzüne dağılarak perişan bir hayata katlanmak durumunda kaldılar.

İslâm memleketlerindeki Yahudiler rahattılar. Geleneklerini sürdürebiliyor, ibadetlerini yapabiliyorlardı. Fakat Hıristiyanlar içinde bunu söylemek mümkün değildi. Halk nazarında Yahudiler, İsa’ya işkence eden, katline sebep olan canilerdi. Daima nefret edildiler, horlandılar. Asker olamazlardı, devlette görev alamazlardı. Sanatta ve tıpta bilgili olduklarından müsamaha ediliyordu. Yoksa kimse ilişki kurmak istemezdi. Orta Çağ Avrupa’sında Papalığın din baskısından Yahudiler de nasiplerini aldılar. 1840 yılına kadar Hıristiyan olmaları için baskı ve işkence yapıldı. Vaazlara katılma zorunluluğu vardı. 1870’e kadar, Yahudilerin “getto” adı verilen mahallelerde toplu olarak yaşamalarına izin veriliyordu.

Haçlı Seferlerinde, Müslümanlardan önce Yahudiler kıyıma uğradı. 1096’da Birinci Haçlı Seferlerinde Ren ve Tuna boylarındaki, 1147 yılındaki İkinci Haçlı Seferlerinde Fransa’daki Yahudiler sık sık katliama maruz kaldılar. Yahudi nefretinin zirve yaptığı zamanlarda Avrupa’nın birçok bölgesinde toplu olarak sürgüne uğradılar. 1290’da İngiltere’den, 1396’da Fransa’dan, 1421’de Avusturya’dan, 1492’de İspanya’dan, 1497’de Portekiz’den kitleler hâlinde kovuldular. Avrupa’da vuku bulan tabiî felâketler de Yahudilere fatura edildi. 14’üncü yüzyılda Kara Veba Salgını, Avrupa kıtasını perişan etmiş ve nüfusun yarıdan fazlasının ölümüne neden olmuştu. Salgını Yahudilerin çıkardığı iddiası yaygınlaşınca, yüzlerce Yahudi cemaati saldırıya uğrayarak yok edildi. Meselâ, 1348’de Strasbourg’da 900 Yahudi grubu diri diri yakıldı. Coğrafî Keşifler sonucu “kolonileşen” diğer kıtalardakiler de nasiplerini aldılar. Meselâ Hindistan’da Yahudiler hayatlarını rahatça sürdürüyorlardı. 17’nci yüzyılda Güney Hindistan’ı işgal eden Portekizlilerce vahşet derecesinde uygulamaya tâbi tutuldular.

Yüzyıllar süren bütün bu işkence ve katliamlar, Yahudi ırkının kendi dışındakilere bakışında onarılmaz menfi duygu ve kanaatin oluşmasına yol açtı. Kendileri “seçilmiş üstün ırk” oldukları için bütün bu hakaretlere ve zulümlere maruz bırakılmaktaydılar. Tanrı’nın seçtiklerine bütün bunları reva görenler O’nun kulu olamazlardı. Ve olsa olsa, her türlü kötü karşılığa müstahak düşman bir canlı türü olarak “Goim” idiler. Nefret ve intikam nesilden nesle intikalle genetik bir karakter olarak bünyelere nüfuz etti.

Tabiattaki bitki ve hayvan her canlının düşmanlarına karşı, kendilerini koruma ve neslini devam ettirme içgüdüsü vardır. Peygamberdevesi ve bukalemun gibi… Kendisini, bulunduğu çevreye şekil ve renk olarak (adapte) uyarlama özelliği vardır. Bu İlâhî (yaratılış) vasfıdır. Yahudiler de göç ettikleri yerlerde, mümkün mertebe dikkatleri çekmeden, içe kapanık, dayanışma içinde hayatlarına devam ettiler. Orta Çağ’ın karşı konulmaz baskısında bir kısmı zoraki, bir kısmı da (görünüşte) isteyerek Hıristiyan oldular. Fakat bu zahirî bir durumdu, hiçbir zaman kendilerine has duygu ve düşüncelerini kaybetmediler. Biyoloji ilminde biz biliyoruz ki, genetik kabiliyetlerin özellikleri (geçici bir süre görünmese bile) daima mahfuzdur. Bu da İlâhî bir kanundur.

Süleyman Mabedi’nin yapımında birçok usta çalıştı. Bunların en meşhuru, dul kadının oğlu Hiram Usta’dır. Hiram Usta’nın izinde giden talebeleri, Orta Çağ Avrupa’sının birçok şehrinde kiliseler ve büyük katedraller inşâ ettiler. Sanatlarını dışarıya öğretmiyor, kendi çıraklarını yetiştiriyorlardı. Bir araya gelerek (dernek şeklinde) kapalı bir cemaat oluşturdular. Meslekî Mason teşkilâtının ilk kurucuları bunlardır. Yani Mason (yapı ustaları) kuruluşu, meslekî sırların muhafazası kaygısıyla icat edilmişti.

Beri yandan, geçimlerini sürdürebilmeleri için ticaretten başka (alternatifi) çaresi olmayan Yahudiler, asırlar içinde bu sektörün bilgileriyle yoğrularak işlerini geliştirdiler, ilerlettiler ve de zenginleştiler. Yahudi olduklarından dolayı bulundukları devletlerde söz sahibi değildiler. Bunun çarelerini aramaya koyuldular. Karşılarında, geçmişi kendilerinden olan bir yapılanma hazır duruyordu: Mason dernekleri…

Siyonistler, Mason dernek teşkilâtını ele geçirerek idare etmeye başladılar. Her meslekten kariyer sahibi kişileri üye yaparak destekliyorlardı. Her bölgedeki merkezî şehirlerde localar kurdurularak şube sayısı arttırıldı. Localar hiyerarşik bir şekilde üst localara bağlıydılar. Bunlar da devlet coğrafyasında bir merkezden direktif alıyorlardı. Genel merkez, devletlerarası merkezlerin birleşiminden meydana geliyordu. Üyeler özenle seçiliyor, yoğun destekle bulundukları yerlerden üst mevkilere gelmeleri sağlanıyordu. Siyasete el atılarak çeşitli partilerden üyeler kaydedildi. Bilhassa hırslı siyâsiler yükselebilmek için Masonların yollarını aşındırır oldular. Seçim kazanabilmek için, reklâm yapabilecek adamlar toplayabilmek ve bunlar için de maddî güç gerekti. Para ise Siyonistlerin en bol ve en güçlü silahıydı.

Masonların 33 kademede derecelendikleri biliniyor. Her derecenin kendine has ritüeli, töreni var. Haçlı Seferlerinden sonra üyeliğe alınan şövalyelerin takdislerinde, bunlara ait ritüellerin gelenek olarak kaldığı tahmin edilmekte. Plânlar üst derecelerde hazırlanıyor. Alt derecelere de tatbik etmek kalıyor. Her milliyetten ve her meslekten kişilerin Mason olma durumu var. Fakat üst dereceler, bilhassa 33’üncü derecenin üstündekiler ancak Siyonist olanlardır. Teşkilâtın başlangıcında, bulundukları iktidara muhalif olanlar, üyeliği tercih ettiler. Çünkü güce ihtiyaçları vardı. Para gücüne…

Uzunbacaklıların baskısına karşı duran İskoçya ve İrlanda’da, Fransa’da krallığa karşı Cumhuriyetçilerde Masonluk hızla yayıldı. İngiltere’deki iç savaşlarda, 1789 Fransız İhtilâli ve 1917 Rus İhtilâli’nde önemli görevler üstlendiler. Teşkilâtın gücünden yararlanmak isteyen İngiltere kraliyet ailesi, Masonluğu benimsedi. Kurdukları dünya sömürü düzeninde Masonluktan faydalandıklarını düşünüyorlardı. Hâlbuki asıl kullanılan, kendileriydi!

Güneş batmayan imparatorluğun sömürgelerinde önemli imtiyazlar elde ettiler. Zenginlikleri katbekat arttı. Vakti gelip de karar verdiklerinde, Filistin’de bir devlet kurmaya giriştiler. Ne var ki, orası Osmanlı toprağıydı. İttihat-Terakki ileri gelenleri ve Selânik Üstad-ı Azamı (Osmanlı vatandaşı) Emanuel Karosso, Filistin’de çorak bir bölgede arazi tahsisi ricasında bulundu. Buna karşılık Osmanlı Devleti’nin bütün borçlarını üstleneceklerdi. Maddî açıdan bakıldığında bu, müthiş bir cazip teklifti. Abdülhamit Han’dan retle birlikte bir de azar işitti. Ayrılırken mırıldandığı kelime, Hakan’ın lakabı olacaktı: “Ben sana gösteririm Kızıl Sultan!”

Yerli ve yabancı bütün basın Abdülhamit Han’ın aleyhindeydi artık. Siyonistlerin niyetini bilen Sultan, (bire on vererek Filistin’den toprak satın alıyorlardı) satışları durdurarak, Filistin topraklarını kendi mülkü altına aldı. Muvakkat olarak tehlike önlenmişti ama şimşekleri kendi üzerine çekmişti. Hakan’ın kellesi isteniyordu…

Aşağı in Kızıl Sultan, yukarı çık Kızıl Sultan… Memlekette acayip bir Abdülhamit düşmanlığı peyda oldu. Mehmet Akif gibi vatansever muhafazakârlar dahi onu gördüğünde kusacak derecede düşman kesilmişlerdi.

31 Mart’taki hâdiseleri bahane eden Hareket Ordusu, Selânik’ten yola çıktı. Balkanlardaki Sırp ve Bulgar çeteler de peşlerine takıldı. Hükûmetten habersiz hareket eden bu başıbozuk ordunun durdurulması icap ediyordu. İstanbul ordu komutanı, Sultan Abdülhamit’ten izin istedi. Hayatının en büyük hatasını yapan Sultan, gelen ordunun zor kullanılarak dağıtılmasına müsaade etmedi. Vatandaş kanının dökülmesini istemiyordu. Hareket Ordusu Komutanı Mahmut Şevket Paşa, Padişah’a bağlılığını ve amacının İstanbul’daki kargaşayı bastırmak olduğunu yolda bildirmesine rağmen sözünde durmadı. Hükûmet devrildi, Padişah hal’ edildi, iktidar ele geçirildi. Sultan Abdülhamid’e hal’ edildiğini bildirmeye giden beş kişilik heyetin başında Emanuel Karosso bulunuyordu.


Demirel’in marifetleri

Demirel, Adnan Menderes’in Başbakanlığı döneminde, 1954 yılında Devlet Su İşleri (DSİ) Genel Müdürlüğü Barajlar Dairesi Başkanı oldu. 1955 yılında da DSİ Genel Müdürlüğü görevine getirildi. Eisenhower Vakfı, bursiyer olarak ABD’ye çağırdı. Eisenhower bursunun Yahudilere ve Masonlara verildiği bilinmektedir. Bu arada (1963-1969) yılları arasında başkanlık yapmış olan Lyndon Baines Johnson ile tanıştı ve birlikte samimî pozlar verdiler.

1964 yılına gelindiğinde Doğu Akdeniz’de sıcak gelişmeler izleniyordu. Kıbrıs’ı bir Rum adası yapma kararlılığında olan çeteler, Türklere katliam yapmaya başlamışlardı. 2 Haziran 1964 tarihinde İsmet İnönü hükûmeti adaya çıkarma yapma kararını açıkladı ve hazırlıklara başladı. Ne var ki, ABD bundan hiç hoşlanmadı. Başkan Johnson, kendisinden izin alınmadan yapılacak müdahaleye karşı olduğunu belirten, daha sonraları “Johnson Mektubu” olarak adlandırılan sert bir ültimatom verdi. Mektup 5 Haziran 1964’te Başbakan İnönü’ye ulaşacaktı. “Çok sert ve kaba bir üslûpla yazılmış küçük düşürücü ifadeler” ihtiva eden mektup karşısında İnönü, “Yeni bir dünya kurulur, Türkiye de burada yerini alır” şeklinde gereken cevabı verecekti. Ama 21 Haziran 1964’te ABD’ye gidecek, Başkan Johnson’la görüşerek geri çark ettiğini bildirecekti.

“Yeni bir dünya kurulur” restini “Yeni bir Türkiye kurulur” hâline dönüştüren ABD, mekanizmaları harekete geçirerek “siyâsî dizayna” başlıyordu. Geri plânda, elinde yeterli stok vardı zaten. 6 Haziran 1964 günü Adalet Partisi Genel Başkanı Ragıp Gümüşpala’nın beklenmeyen ölümüyle boşalan başkanlığa, 28 Kasım 1964’te yapılan kongreyle Demirel getiriliyordu. 1965 bütçesinin Meclis’te reddedilmesi İnönü hükûmetinin düşürülmesini sağlayacak, yeni koalisyon hükûmetinde Demirel, TBMM dışından başbakan yardımcısı ve devlet bakanı olarak görev alacaktı. 27 Ekim 1965’te ise 30’uncu Türkiye Cumhuriyeti Hükûmeti’nin 12’nci Başbakanı idi.

Demirel’e dair bir Karabağ parantezi

Uzun yıllar baskı altında kalan Azerbaycan, Sovyetler Birliği’nin “açıklık ve yeniden yapılanma” politikalarının sonucu dağılmaya başlamasıyla tarihî bir fırsat yakaladı. 16 Temmuz 1989’da “Azerbaycan Halk Cephesi Kuruluş Kongresi”ni toplayan Ebülfez Ali Elçibey (1938-2000), başkanlığa seçildi. 1 Haziran 1992’de yapılan seçimlerde Cumhurbaşkanı olan Elçibey, Azerbaycan’ın bağımsızlığını ilân ediyordu.

1988-1989 çatışmalarında Azerbaycan’a bağlı özerk Dağlık Karabağ’ı Ermenistan’a dâhil etme girişimleri olmuştu. 25 Şubat 1992’de Hocalı kentine saldıran Ermeniler, kadın, çocuk, yaşlı demeden bin 300 kişiyi katletmişlerdi. Elçibey’in emri ile harekete geçen Azerbaycan Ordusu, 12 Haziran’da Asgeran’ı, 7 Temmuz’da Mardakert’i geri aldı.

Şubat 1993’te Ermeni kuvvetlerinin hücumuyla “Kelbecer” işgal edilmiş, bunun üzerine Elçibey, askerî başarısızlığından dolayı Süret Hüseynof’u hükûmetten kovmuştu. 4 Haziran’da Süret Hüseynof, Gence’de Elçibey’e karşı isyan başlattı. 18 Haziran’da Bakü’den kaçmak zorunda kalan Elçibey’in yerine (24 Haziran) Haydar Aliyev, Cumhur Reisi yapılmıştı.

Bağımsızlık yanlısı ve Türk sevdalısı Elçibey, ilk yurt dışı seyahatini 24-27 Haziran 1992 tarihleri arasında Türkiye’ye yaptı. Başbakan Demirel’e yardım talepleri olmuşsa da karşılık alamamıştı. 30-31 Ekim 1992’de tekrar gelen Elçibey’i, Demirel tekrar eli boş göndermişti. Karabağ’da katledilen vatandaşlarını kurtarmak için çırpınan Elçibey’e Türkiye’den giden gazeteciler soruyorlardı: “Türkiye’den bir isteğiniz var mı?” Bizzat televizyondaki haberlerden izlediğimiz hâdisede Elçibey, kırgın ve küskün bir şekilde ellerini açarak cevap veriyordu: “Yaralılarımızı taşımak için dört helikopter istedik, fakat vermediniz…”

Daha sonraları helikopterlerin verilmeyişin mazeretini (pişkin pişkin) açıklayan Demirel, “Azerbaycan’la sınırımız mı var, nasıl verecektik?” diyecekti. Gördünüz mü mazereti?!

Azerbaycan’a yardım için yol bulamayan Demirel, topraklarını işgal eden Ermenistan’a hat çekip elektrik verecek, Alican Sınır Kapısı’nı açıp Ermenistan’a her türlü malın rahatça girmesini sağlayacak, Türkiye-Ermenistan hava koridorunu açacak ve en sonunda da Ermenistan’ı tanıyacaktır.

Elçibey’i Azerbaycan’da iktidarda bırakmadılar. Çünkü Türk sevdalısı ve bağımsızlık yanlısıydı. Millî kaynaklarına musallat olan emperyalistlerden ülkesini kurtarmak istiyordu. 26 Mart 2000 tarihli baskısında İngiltere’de çıkan “Sunday Times”, şu haberi yayınlamıştı: “Azerbaycan’da 1993’teki Cumhurbaşkanı Elçibey’in devrildiği darbenin arkasında İngiliz petrol şirketi BP ve ABD petrol şirketi AMOCO vardı.”

Ah Elçibey Ah! Erken dünyaya geldin. Eğer 2021 yılında olanları görseydin, Azerbaycan’a yardım için yol bulamayanlara katıla katıla gülerdin…


İki mektup

Başkan Johnson’un 1964’te İnönü hükûmetine göndermiş olduğu tehditkâr mektup, amacına ulaşmıştı. Ankara, ilân etmesine rağmen Kıbrıs’a yapacağı hareketten vazgeçti. Bununla da kalmayıp, ABD’ye gidilerek yüz yüze görüşme ihtiyacı hissedildi.

Doğumuzda, Suriye topraklarında terörist bir yapılanma ile karşı karşıya kaldık. ABD, kendi askerlerinin de içinde olduğu bu yapılanmaya muazzam hacimde mühimmat desteği sağlamakta. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin, kendi birliğini ve güvenliğini tehdit eden bu faaliyetlere seyirci kalamayacağı biliniyor. ABD’nin o günkü Başkanı Donald Trump, “Johnson mektubunun” etkisinden ilham almış olacak ki, Cumhur Reisimize, herhangi bir müdahalenin yapılmamasını dikta eden bir mektup yollama gafletinde bulundu. Türkiye ise 60’lı yılların devleti değil. Reis-i Cumhuru, Türk milletinin desteğini ve güvenini kazanmış Recep Tayyip Erdoğan. Suriye askerî harekâtları art arda başlatılıyor. “Bir gece ansızın gelebiliriz” azmi, şevki ve kararlılığıyla her hareket, süratle ve başarıyla neticeleniyor. Amerika şaşırıyor, Suriye’deki kuvvetlerini çok daha gerilere çekmek zorunda kalıyor. Trump’un suratındaki kırmızılığın tonu da artıyor tabiî. Yazmış olduğu mektup da kendisine “aynen” iade ediliyor.

90’lı yıllardaki katliamlarıyla Karabağ’ı işgal eden Ermenistan -Birleşmiş Milletler kararına rağmen- geri adım atmamıştı. Üstüne üstlük, Amerika ve Fransa’dan aldığı gazla havalara giren Paşinyan, Azerbaycan’a 2021 başlarında tekrar saldırıya geçmez mi? Türkiye’nin başında Demirel’in olmadığını geç fark edecek, hafıza tutukluğunun bedelini büyük zayiatla çok ağır ödeyecekti.

Bir milletin idarecisi, o milletin kaderine yön veren önderidir. Türk milleti, kendi değerlerine özdeş önderini bulduğunda, yükselmek için atağa hazır demektir. Yattığı yerden kalkar, doğrulur ve silkelenir. Yeni bir tarih yazmak için hazır dem, RTE gerçeği işte bu! Millet, hatasıyla doğrusuyla, düşüncesi imanıyla, kederiyle ümidiyle, kararında azmiyle kendi gibi olanı bulmuştur. Ona sahip çıkmış, kendisine özdeş kılmıştır. Gerisi artık kolaydır. Öndeki engeller aşılmaya, gösterilen hedefler yaklaşılmaya hazırdır.

15 Temmuz hain kalkışma gecesi Cumhur Reisi’nin talimatıyla ayağa kalkan Türk milleti, ABD uşağı FETÖ’cülere “Dur!” dedi ve yıldırım operasyonlarla Irak’ta, Suriye’de, Akdeniz’de, Libya’da, Azerbaycan’da şer odaklarının plânlarını altüst etti; şimdi mazlumun hâmisi, zalimin hasmı olarak, yeni bir millî mücadelenin azmi ve kararlılığıyla ufuklara bakıyor…

Biiznillah, haydi milletim! Saha senin, nam senin! Tarih senin, şan senin! (Devam edecek…)