Kaş ile Göz (6): Misyon bombardımanı

Komünizmin yıkılmasıyla 21’inci yüzyılda İslâm hedef gösterildi. Batılı siyâsiler, “Haçlı ittifakından” söz eder oldular. Papa İkinci Jean Paul’un 24 Aralık 1999’da yayınladığı Yılbaşı mesajındaki, “Birinci binyılda Avrupa Hıristiyanlaştırıldı. İkinci binyılda Amerika ve Afrika Hıristiyanlaştırıldı. Üçüncü binyılda Asya’yı Hıristiyanlaştıralım” ifadesi, bütün politikalarını açıklamıştır.

DÜNYA basınından bir haberle başlayalım: “Papalık tarihinde ilk defa bir papa, Papa Francis, Kuzey Irak’ı ziyaret etti.” (Bayram değil, seyran değil, bu gidişin amacı ne?)

Orta Çağ’da Kilise’nin baskısıyla kendi içinde didişen ve bunalım yaşayan Avrupa, Endülüs İslâm Medeniyeti’nin değerlerinin Avrupa içlerine taşınmasıyla yeni bir döneme adım atacaktı. İnsan hak ve hürriyetinin (hümanizma) öne alındığı, ilim ve sanattaki yükselmenin (Rönesans) hızlandığı yeni çağa kapı aralanıyordu. Bu çağda ortak temayül, dini inkâr etmeden dinin yanında aklı, Kilise’nin yerine üniversiteyi, ruhban sınıfı yerine filozofları ve ilim adamlarını ön plâna çıkardı (Durmuş Hocaoğlu, Köprü, 2004, sayı 78, s.54-55).

Arkasından ferdin-aklın-ilmin hürriyete ihtiyacı olduğunu görerek hürriyetin vazgeçilmez olduğunu gördü. Hürriyetine kavuşan fert, akıl ve ilim vasıtasıyla tabiatla, maddî dünya ve toplumlarla temasa geçerek incelemeye ve bilgi üretmeye başladı. Ahiretle ilgilenmeyi Kilise’ye bıraktı. İşte Avrupa’da devrim yapan, Avrupa’nın önünü açan, bu zihniyet değişmesidir. (Prof. Bayram Kodaman, SDÜ Fen Edebiyat Fakültesi Dergisi, 2007, Sayı:16, sayfa 12)

Yeni ticâret yollarının keşfi, Amerika ve Afrika’dan getirilen kıymetli madenler ve hammaddeler, bunların işlenerek piyasaya arzı, Avrupa’nın giderek güçlenmesini sağlayacaktı. Güçle birlikte talan ve

sömürme doğru orantılı artıyordu. Ne yazık ki ferdî hürriyetle insanî değerler elde eden Avrupa, “daha fazla güç” ihtirasıyla kolonilerdeki yerlilere akıl almaz kıyımlar yaparak insanî değerleri hunharca harcadı. Zaten buna aldırdığı da yoktu; yeter ki daha fazla zengin, daha çok güçlü olsun.

Üç kıtada son (maksimum) sınırlarına erişmiş olan Osmanlı Devleti, elde ettiği toprakları sömürgeleştirme gibi bir gayeye hiçbir zaman teşebbüs etmemiştir. İnanmış olduğu İslâm dini, insanlara adalet ve hakkaniyetle idare etmeyi emretmektedir. Bunun ispatı her devirde birçok vakayla yaşanmıştır. Fatih Sultan Mehmed bir gayr-ı Müslim ile mahkemelik olmuş, kadı, Sultan’ın aleyhine hüküm vermiştir. Osmanlı orduları Avrupa’da seferdeyken, karşılarına çıkan ekin tarlalarını çiğnememişler, saflarını bozarak ekin arasındaki patikalardan yollarına devam etmişlerdir. Öncü kuvvetlerin (Akıncıların) Avrupa içlerindeki akınlarında meyve bahçelerinden tatmış oldukları yemişlere karşılık altın keselerini dallara asarak bıraktıkları bilinmektedir.

Hariçte yeni ticâret yollarının keşfi, dâhildeki İpekyolu gibi gelir getiren ticârî yolların önemini kaybetmesi, Osmanlı Devleti’nin gelirlerinin azalmasına yol açtı. İktidar mücadelesi, iç isyanlar, eyalet valilerinin ihtirasları hengâmesinde zenginleşen ve güçlenen Avrupa’daki sanayi inkişafının farkına geç varıldı. Askerî araçların ve silahların alımı için yapılan ödemeler de iktisadî dengenin daha da bozulmasına yol açacaktı. İçerideki hain idarecilerin teşebbüs ettikleri ve gafil idarecilerin göz yumduğu Balta Limanı Ticâret Anlaşması ölüm fermanı gibiydi. Buna göre yed-i vahid (tekel) usulü kaldırıldı, ihracattan alınan vergi miktarı yüzde 12, ithalat vergisi ise yüzde 3 olarak tespit edildi. Bu şekildeki ekonomik liberalleşme ile imparatorluk toprakları açık pazar hâline getirilerek sömürgeleştirilme sürecine sokuldu. Bu süreçte yerli sanayi ve esnaf yok edildi, devlet ise borçlanmak mecburiyetinde kaldı. Söz konusu ticâret anlaşmasıyla İngiltere’ye tanınan imtiyazların diğer Avrupa ülkelerine de verilmesiyle imparatorluk, sanayileşmiş Avrupa devletlerinin pazarı hâline geldi. Zira Osmanlı’nın rekabet edecek hiçbir sanayi ürünü yoktu. Dolayısıyla 1838 Ticâret Anlaşması yıkılış sürecini başlattı. Osmanlı’ya çok ağıra mâl oldu bu. (Bayram Kodaman, SDÜ Fen Edebiyat Fakültesi Dergisi, 2007, Sayı: 16/20)

Ekonomisi bozulan, ihtiyaçlarını gidermek için dışarıya borçlanan, borç yükünün devamlı arttığı Osmanlı tablosu karşısında Avrupa devletleri zamanla daha da güçleniyordu. Dünya olaylarını artık Avrupa belirliyordu. Avrupa, bütün kıtalarda olduğu gibi Osmanlı İmparatorluğu’nun kapılarını zorlama ve imparatorluğun her yerine sızma imkânına sahipti. Nitekim ticârî mallarıyla, teknolojisiyle, fikirleriyle, sermayesiyle, okullarıyla, misyonerleriyle, konsoloslarıyla, tüccarlarıyla, kumpanyalarıyla, bankalarıyla Osmanlı ülkesine girmeleri zor olmamıştır. Bu süreçte İstanbul, İzmir, Selânik, Beyrut, Trabzon ve Samsun gibi şehirler Avrupa emperyalizmin önemli giriş noktaları vazifesini görmüşlerdir. (Bayram Kodaman, SDÜ Dergisi, 2007, Sayı: 16/15)

Emperyalist devletlerin sömürme faaliyetlerinde iki önemli faktör başrol oynar: Ticârî ve misyoner faaliyetler... Ticâret, görünen yüzüdür. Normal bir dinî çalışma olarak gösterilen misyonerlik ise su altında kalan “aysberg” gibidir. Zahiren kendini belli etmez. Afrikalı bir reisin bir İngiliz misyonerine söylediği, “Siz memleketimize geldiğiniz zaman bizim toprağımız, sizin ise mukaddes kitabınız vardı. Şimdi ise bizim mukaddes kitabımız, sizin de toprağınız var” ifadesi, misyoner çalışmalarının sonucunu göstermektedir.

Türklerin Anadolu’yu yurt tutmasıyla başlayan Müslüman-Hıristiyan çatışmaları, daha sonra Osmanlı-Avrupalı veya Doğu-Batı mücadelesi Avrupalı nezdinde “Şark Meselesi” (Eastern Question) olarak nitelendirilecekti. Meselenin birinci safhasında Anadolu’ya ve İstanbul’un Fethi’yle Avrupa’ya yerleşen Türkler, muzaffer olmuşlardır. Avrupa’daki ilerleyiş 1683’te Viyana önlerine kadar devam etti. Ticârî zenginleşme ve sanayi hamlesiyle üstünlüğü yakalayan Avrupa devletleri ikinci safhada Osmanlı’yı geri püskürtme fırsatını elde ettiler. Misyonerlik faaliyetleri, Osmanlı Devleti’nin gerilemesine paralel olarak 19’uncu yüzyıldan itibaren sömürgeci Batılı büyük devletlerin emperyalist politikalarına hizmet eder hâle gelmişti. Bu yönü ile Osmanlı topraklarında faaliyet gösteren misyonerler, Batılı ülkelerin Osmanlı ile olan Şark meselesini hâlletmelerinde araç olarak kullanıldılar. Esâsını Osmanlı’yı yıkarak mirasını paylaşmak oluşturan Şark meselesinde Batılıların takip ettikleri politikalardan birisi, içerideki Hıristiyan azınlıkları devletten koparmaktı. Bunun için en fazla misyonerlik faaliyetlerinden yararlanıldı.

Asya’nın Hristiyanlaştırılmasında Türkiye’nin merkez kabul edilmesi plânları, memleketimizin istikbâlde karşılaşacağı tehlikelerin habercisidir!

19’uncu yüzyıla gelindiğinde sömürgeciliğin de gelişmesiyle Osmanlı toprakları Batılı ülkelerin menfaat mücadelelerine sahne oldu. Bu dönemde Anadolu, Boğazlar, Orta Doğu, petrol bölgesi, Akdeniz çevresi ve Makedonya gibi dünyanın jeopolitik ve jeostratejik bakımdan önemli bölgelerine sahip olan Osmanlı Devleti, Batılı devletlerin göz diktikleri bir alandı. Bundan dolayı bölge daha çok İngiltere, Fransa, Rusya ve Avusturya arasında görülen mücadelelere sahne oluyordu. Bölgelerdeki nüfuzunu arttırmak isteyen ülkeler misyonerlik faaliyetleri ile kendilerine yandaş gruplar oluşturmak istiyorlardı. Değişik tarihlerde Osmanlı ülkesine gelen misyonerler, yaptıkları çalışmalar sonrasında Müslümanlar ve Yahudiler arasında fazla etkili olmadıklarını anlayınca bütün mesailerini ülkedeki Hıristiyan azınlıklar üzerinde yoğunlaştırdılar. Onları bir yandan kendi mezheplerine kazandırmaya çalışırlarken, bir yandan da verdikleri eğitimle millî duygularını uyandırarak Osmanlı’dan koparmak için uğraştılar.

Başlangıçta Rum, Ermeni ve Yahudi üzerinde oynanan oyunlar daha sonra Bulgar, Arap, Kürt ve Nasturi gibi diğer unsurlara yönelik olarak devam etti. (Prof. Ayten Sezer, Hacettepe Üniversitesi, Osmanlı Döneminde Misyonerlik Faaliyetleri)

Misyonerlik ve Türkler

Milât’tan sonra 375 ile 1250 tarihleri arasında Türkistan üzerinden Karadeniz’in kuzeyinden Avrupa’ya ulaşan Türk boyları, Slavlar, Franklar ve Grekler ile savaşarak oralarda hâkimiyet sağladılar. Bunlar Hunlar, Avarlar, Macarlar, Bulgarlar, Peçenekler, Uzlar, Kıpçaklar, Hazarlar ve Sabarlardır. Orta Avrupa ve Balkanlarda uzun süre hâkimiyet sağlayan bu boylar, yerleşik bir devlet kuramayıp geleneksel göçebe hayata devam etmişlerdir.

Adı geçen Türk kavimleri, yerleşik düzene geçmeyip sürekli göçer olmaları ve arkadan gelen yeni bir Türk kavmi tarafından tazyik altına alınmaları sonucu devamlı bir devlet yapısı gösterememişlerdir. Ortodoks misyonerlerinin yoğun propagandası karşısında Hıristiyanlığı kabul ederek Slav, Frank ve Grek toplumları içinde asimile olmuşlardır. Sadece bunlardan geriye Bulgar ve Macar adları kalabilmiştir. Bu nedenle bunlara “Türklerin on kayıp kavmi” denilmiştir. (Süleyman Kocabaş, Misyonerlik ve Misyonerler, 2002, s.36)

İslâmiyet hariç, hiçbir din, Türklerin yapılarına uygun olmamış, onların içlerinde asimile olmalarına meydan vermiştir. Göktürk hakanı Bilge Kağan, veziri Tonyukuk’tan bir Budist mabedi yapılmasını istediğinde, Vezir Tonyukuk ona, savaşı ve hayvan kesmeyi yasaklayıp miskinlik telkin eden bir dinin kabulünün Türkler için felâket olacağını salık vermiştir. Tarih, Vezir Tonyukuk’un sözlerinin kehanet olmadığını ortaya koymaktadır. Macarlar ve Bulgarlar Hıristiyanlık içinde, Hazarlar da Musevilik inancında adeta erimişlerdir. Bunların aksine İslâmiyet’in kabulü, Türklerin yeni bir ruh ve kuvvetle Asya steplerinden Avrupa içlerine kadar uzanan büyük ve uzun ömürlü devletler kurmalarına imkân sağlamıştır. (Prof. Hakkı Dursun Yıldız, İslâmiyet ve Türkler, 2000, s.9)

Hıristiyan misyonerlerin Orta Çağ’da Türkistan içlerine gelerek faaliyette bulundukları biliniyor. Bunun izleri vardır. 893 yılında Talas şehri Müslüman Araplar tarafından fethedilince buradaki büyük kilisenin camiye çevrilmesi, misyonerliğin Türkistan’da erken dönemde başladığını ortaya koymaktadır. (W. Barthold, Orta Asya Türk Tarihi, 1975, s.78; çev: K.Y. Kopraman-A.İ. Aka)

Fakat misyonerlerin etkileri fazla olmamış, fazla taraftar bulamamışlardır. Talas’ta İslâmiyet ile karşılaşan Türkler, kısa bir tetkikten sonra hakikati bulduklarına kani olmuşlar, hiçbir zor altında olmadan, can-ı gönülden İslâmiyet’i kabul etmişlerdir.

İman nurunun şuurlarında oluşturduğu etki ile hakikî kimliğe kavuşan Türkler, göçebe hayattan cihan şümul devletlerin temellerini atmışlardır. Dünya tarihine bıraktıkları şan o derece kuvvetlidir ki “Türk” adı İslâmiyet ile özdeş hâle gelmiştir.

Yukarıda özet izahlarımızdan kaçınılmaz derecede gün yüzüne çıkan hakikat de şudur: Tanzimat’tan günümüze kadar yapılan misyoner faaliyetleriyle milletimizin Hıristiyanlaştırılamayacağı aşikâr olmuştur. Bu sefer taktik değiştirilmiş, Batı’nın uygar medeniyet seviyesine çıkarılacağı vaadiyle propagandalar ve tatbikatlar oluşturulmuştur. Son iki yüz senedir içimizden yetiştirilen yazar çizer ve siyâset adamları, “Türk milletinin yüceliği” maskesiyle milleti İslâmiyet’ten uzaklaştırmak için yoğun çaba harcamışlardır. Aldanarak veya bilerek bunlara verilen rolün gayesi, diğer on Türk boyunda olduğu gibi milletimizin emperyalist güçler içinde eritilmesidir.

Misyoner taarruzları

Her din mensubu, kendi dininin gelişmesini ve kuvvetlenmesini ister. Bu tabiî bir istektir. Bizim kendi inancında olan, inancını yaşayan ve yaşatmak isteyenlere bir diyeceğimiz yok. Dini maske yapıp bağlı olduğu devletin emperyalist arzusuna hizmet eden sözde din adamlarıdır karşı çıktığımız. Ya da içimizde azınlık mensubu olup vatandaş haklarından nimetlendiği hâlde yabancı sömürücülere casusluk yapan, birliğimizi ve dirliğimizi bozmaya matuf çalışmalarda bulunan din bezirgânlarıdır.

Rönesans ve sanayi inkişafıyla atağa kalkan, Amerika ve Afrika kolonilerindeki talan düzeniyle zenginleşen ve güçlenen Avrupa devletleri, doymaz gözünü 23 milyon kilometrekare toprağa sahip Osmanlı Devleti’ne dikti. Sanayi ihtiyacının “1” numaralı hammaddesi “petrol” Orta Doğu’da onun hakim olduğu arazideydi. Osmanlı’yı yıkmak ve mallarını paylaşmak olan “Şark Meselesi” (Eastern Question) nasıl hâlledilmeliydi? Plân hazırdı. Önce hasta et, sonra ilâç yerine zehir sun ve nihayetinde defin işlemleri… Başta müdahale için sebep gerekti ki o da hazırdı: Azınlık hakları

Rahiplerin ilim ve akıl dışı baskısından kurtularak onları kiliseye hapseden Avrupalı devlet adamları, bu sefer kendileri dini kullanarak Osmanlı içindeki gayr-ı Müslimlerin hâmisi kesildiler. İslâmiyet’i rehber etmesi ve Müslümanları korumasıyla emperyal faaliyetlerine set teşkil eden Osmanlı Devleti’nin yıkılması elzemdi.

L. Brown’un, “İslâm, Avrupa emperyalizmine yegâne duvardır” sözü bunu açıkça göstermektedir. Deizme ve ateizme kayan insanlardan dolayı cemaatleri azalan kiliseler de Müslüman topraklarda insan avlamayı oldukça câzip buldu. Zaten “Pavlos” bu topraklarda gezip durmamış mıydı? Misyonerlerden Charles R. Watson’un işaret ettiği taktik de hazırdı: “Misyonerlerin güvercinler gibi masum olmaları gerekir. Fakat bu, onların yılanlar gibi kurnaz olmalarına mani değildir.”


Eğitim mi, tuzak mı?

Misyonerlerin amacına ulaşmak için kullandıkları vasıtaların birincisi eğitimdir. Okullar açılarak, buralarda kabiliyetli talebeler özenle eğitilerek hedefleri istikametinde yönlendirilirler. Misyoner Henry H. Jessap, mevzuyu şöyle açıklıyor: “Misyonerliğin başarısı için temel şart okullardır. Bu bir gaye olmayıp vasıtadır. Şu bir hakikattir ki, misyonerlerin yahut İncil’in başka yollarla sokulmaya imkân bulamadığı birçok yere İncil, okul vasıtası ile sokulabilmiştir.” (Mustafa Halidi-Ömer Feruh, İslâm Ülkelerinde Misyonerlik ve Emperyalizm, İstanbul, 1968, s.79)

Elemanların şartlandırılarak hazırlanması önemlidir. Bunun için eğitim ve yaşı erken dönemdir. Misyonerler çocuk iken hizmete alınır, yapacakları vazifeye göre ilmen, ahlâken ve fikren yetiştirilirler. Şöyle ki; İngiliz Misyon Cemiyeti her sene bütün orta mektep talebesinin zekilerinden otuz kırkını seçerek himayesine alır, onları kabiliyetlerine göre üçer beşer ayırarak muhtelif memleketlerde yetiştirir. (Prof. Dr. Erol Güngör, Türkiye’de Yabancı Kültürü, Türk Yurdu, Sayı: 2, 1959, s.33)

Fransız misyonerlerin Senegal’de Müslüman bir ailenin çocuğunu alıp Hıristiyan olarak yetiştirdikten sonra memleketine yolladıkları ve reisicumhur yaptıkları bilinmektedir. Başta İngiltere olmak üzere Batılı devletler mankurt ajanlar yetiştirip memleketlerinde devlet adamı yapmışlardır. Osmanlı topraklarında bu gaye ile eğitim kurumlarının açılması, yerden mantar biter gibi sayılarının çoğaltılması hayli düşündürücüdür.

Amerikan Protestan misyonerleri 19’uncu yüzyılda Osmanlı’da birçok mektep açmıştır ki bunlardan ikisi meşhurdur. Biri 1835 yılında Beyrut’ta, misyoner Simon Kolhon tarafından kurulan “Amerikan Üniversitesi”… Bu üniversitede yaşanan bir vaka, hayli dikkat çekici!

Üniversite idarecileri Pazar ayini için kiliseye bütün talebelerin katılmasını mecburî kılmıştır. Müslüman talebeler bunu protesto edince, senato bir bildiri yayınlamıştır. Yayınlanan bildirinin dördüncü maddesi, “Burası bir Hıristiyan kuruluşudur. Hıristiyanların mallarıyla kuruldu. Onlar bu yeri satın aldılar, bu binaları kurdular, hastahaneyi yaptılar ve teçhiz ettiler. Şayet üniversite Hıristiyanlığa dayanmazsa, devam etmesine imkân yoktur. Onlar bütün bunları ders müfredatına İncil girsin ve talebelere Hıristiyan dininin faydaları anlatılsın, böyle bir eğitim sistemi meydana gelsin diye yaptılar. Bütün talebelere Hıristiyanlık gerçeklerini anlatmaya kendimizi mecbur görüyoruz. Müessesemize giren her talebe, önce kendisinden ne istendiğini bilmek mecburiyetindedir” demektedir.

İkincisi ise, Robert Koleji… 1863 yılında Cyrus Hamlin isimli bir misyoner tarafından İstanbul’da açılan Robert Kolej’in Bulgaristan’ın bağımsızlığını sağlayacak kadroların yetişmesinde önemli rol oynadığı bilinmektedir. Nitekim kurucuları, yöneticileri ve çoğu öğretim elemanı misyonerlerden meydana gelen bu kolejin 1863-1903 tarihleri arasındaki mezunlarının çoğunu Bulgar öğrenciler oluşturuyordu. Yine kolejin ilk Bulgar kabînelerinden her birinde en az bir Robert Kolej mezununun yer aldığı görülüyordu. (Keith Maurice Greenwood, Robert College: The American Founders, The John Hopkins University, 1965, 101-104)

Nasıl İstanbul’daki Robert Kolej’de Bulgar talebeler Osmanlı’ya karşı kışkırtılıyorsa, Beyrut’taki üniversitede de Arap talebeler, Arap ırkçılığı üzerine yetiştirilip isyana zemin hazırlanıyordu. Bu iki kolejin haricinde Anadolu’nun muhtelif bölgelerinde Amerikan misyonerlerinin Ermenilere yönelik eğitim faaliyetleri bulunmaktadır. Anadolu’da ilk Amerikan misyoner merkezi, 1852’de, Harput’ta kurulmuştur. Aynı yerde Osmanlıların “Fırat Koleji” dedikleri Ermenistan Koleji (Armenian College), Merzifon’da Anadolu Koleji (Anatolia College), İzmir’de Milletlerarası Kolej (International College) ile kızlar için açılan Amerikan Kolej, Antep ve Maraş’ta açılan kolejler, Tarsus’taki St. Paul Enstitüsü gibi kolejler başlangıçta Hıristiyan azınlıkların çocuklarını eğitmişler, onlara millî duygular kazandırarak bilinçlendirmiş ve sonuçta Osmanlı Devleti’ne karşı ayaklanmalarını sağlamışlardı. (Prof. Dr. Uygur Kocabaşoğlu, Amerikan Misyoner Faaliyetleri, Tarihî Gelişmeler İçinde Türkiye’nin Sorunları Sempozyumu, Ankara, 1992)

Emperyalist devletlerin sömürme faaliyetlerinde iki önemli faktör başrol oynar: Ticârî ve misyoner faaliyetler... Ticâret, görünen yüzüdür. 

Osmanlı’da misyoner okullar

Hıristiyanlık; Katolik, Protestan ve Ortodoks olarak üçe ayrılır. Katoliklerin başlıca tarikatları Cizvitler, Fransiskenler, Dominiken, Kapuçin ve Frerlerdir. Osmanlı Devleti bünyesinde, Fransa’nın himayesinde faaliyete başlayan bu tarikatların amaçları, Roma ve Bizans kiliselerini yani Katolik ve Ortodoks mezheplerini birleştirmek ve Papa’nın otoritesini yükseltmekti. Ayrıca Müslümanları Hıristiyan yapmak, Osmanlı Devleti sınırları içerisindeki Rum, Ermeni ve Katolik olmayan Hıristiyanları Katolik yapmak ve Fransa’nın nüfusunu kuvvetlendirmekti. Osmanlı Devleti’nde Katolik misyonerlerin erkenden faaliyete başlamalarının sebebi, Fransa’ya verilen kapitülasyon imtiyazları olmuştur. (Süleyman Kocabaş, Misyonerlik ve Misyonerler, İstanbul, 2002, s. 77-78)

Osmanlı Devleti tarafından yabancılara tanınan ticârî kapitülasyonlar yanında din ve ayin serbestliği, misyonerlerin Osmanlı memleketlerine gelmelerine yol açmıştır. Aslında yabancı devletlerin baştan beri izlediği politikanın gayesi, Osmanlı ülkesinde Müslüman olmayan toplulukları denetim altına almaktı.

Himayeci politika güden devletlerin başında Fransa geliyordu. Zamanla himaye kuvvetlendi. 1604, 1673 ve 1740 tarihli kapitülasyon fermanlarına ticârî imtiyazlar çerçevesinde himayeye dair maddeler de konulmuştur. Himaye konusunda önemli olan şey, tüccarlara yardım edecek konsoloslukların açılmasıydı. Böylece etkilerini göstermeye başladılar. Azınlık zümrelerinin her biri milliyetine göre bir Hıristiyan Katolik devletin himayesine girmeye başlamıştı. Katoliklerin en büyük hâmisi Fransa idi. Ortodoksları Rusya, Protestanları İngiltere ve Amerika himaye ediyordu. Yabancı okullar Osmanlı topraklarında 1700’lü yıllardan itibaren çoğalmaya başlamış ve 1850 yıllarında oldukça yaygın hâle gelmiştir. (Doç. Dr. İlknur Polat Haydaroğlu, Osmanlı İmparatorluğu’nda Yabancı Okullar, Ankara, 1993, s.13-15)

Osmanlı Devleti’nde yabancı okulların yanı sıra Rum, Ermeni ve Yahudi cemaatlerine ait çok sayıda gayr-ı Müslim cemaat okulu da açılmıştır. Osmanlı Devleti’nin güçlü olduğu zamanlarda zararlı olmayan bu azınlık okulları, kapalı cemaat şeklinde, dil ve din tedrisatını serbestçe yapmışlardır. Osmanlı Devleti zayıflama sürecine girdikten sonra, devlet bünyesinde yaşayan gayr-ı Müslimlerin ayrılıkçı hareketlere yönelmiş olduklarını görmekteyiz. Osmanlı Devleti’ni yıkmak ve parçalamak isteyen emperyalist devletler ile iş birliği yapan gayr-i Müslimler, yabancıların misyoner okullarına eleman ve siyâsî gayelerine destek vermişlerdir.(Prof. Remzi Kılıç, Osmanlı Türkiye’sinde Azınlık Okulları, Türk Kültürü, 1999, s.151)

Fransız Katolikleri ilk defa 1583 yılında, İstanbul’da St. Benoit Okulu’nu açtılar. Katolik Cizvit mensuplarının Osmanlı’daki okul sayısı 37, talebe sayısı ise 6 bin 565’e çıkacaktı. Fransiskenlerin ağırlıklı olarak Suriye ve Filistin bölgesinde bin 69 öğrencinin okuduğu 16 okulu vardı. Ayrıca Samsun, Trabzon, Harput, Malatya, Diyarbakır ve Mardin illerinde toplam 670 öğrencinin okuduğu 7 hemşire okulu bulunuyordu. Kapuçinlerin, 635 öğrencinin okuduğu 13 okulu vardı. Özellikle Yukarı Mezopatomya’da faaliyet gösteren Dominikenlerin Musul ve Kerkük’te 500 civarında öğrencileri bulunuyordu. Trabzon’daki okulda 200, Erzurum’daki okulda çoğunluğu Katolik Ermenilerden oluşan 250 öğrenci öğrenim görüyordu. İzmir’deki 5 okulda ise 763 öğrenci vardı. Bu teşkilâtın en önemli ve en etkili okulu ise İstanbul Kadıköy’deki Saint Joseph’tir. (Tevfik Çavdar, Osmanlıların Yarı Sömürge Oluşu, İstanbul, 1970, s.9)

Saint Joseph Kolej’de zengin ailelerin çocukları okumaktaydı ki bunlardan bir kısmı mezuniyetten sonra devlet kadrolarında memur oldular.

1914’e gelindiğinde, Fransız okullarının sayısı (53’ü İstanbul’da olmak üzere) 500 civarındaydı ve bu okullarda 59 bin 414 öğrenci öğrenim görüyordu. (Osman Nuri Ergin, Türkiye Maarif Tarihi, İstanbul, 1977, s. 775)

İtalyan misyonerleri de çoğunluğu İstanbul’da olmak üzere Hatay, Beyrut, Selânik, Bingazi, Derne, Humus, Trablusgarp gibi değişik bölgelerde okullar açmışlardı. (Nurettin Polvan, Türkiye’de Yabancı Öğretim, İstanbul, 1952)

19’uncu yüzyıldan itibaren Osmanlı topraklarına gelen Alman misyonerleri ise daha çok kültürel etkinlik kurmaya çalıştılar. Kültür propagandaları uzmanları olarak bilinen Almanlar, Yakın Doğu’daki Alman çocuklarının ve ekonomik kuruluşlarının ihtiyacı olan kadroların yetiştirilmesi maksadıyla başta İstanbul olmak üzere İzmir, Beyrut, Selânik bölgelerinde ilk ve ortaokul seviyesinde okullar açtılar. (İlber Ortaylı, Osmanlı İmparatorluğu’nda Alman Nüfusu, İstanbul, 1983, s. 63)

James Barton isimli bir misyonerin 1919 tarihli bir raporuna göre, Kurtuluş Savaşı öncesindeki Alman misyonerlerin sayısı, 79 eğitim elemanı ve 791 rahip olmak üzere 890’dır. Ayrıca 7 çocuk yuvası, 17 ilkokul ve 1 ortaokul, 2 hastane ve 1 dispanserleri vardı. Dünya Savaşı öncesi Almanların 1868’de İstanbul’da açtıkları Alman Lisesi’nden başka İzmir’de iş okulu niteliğinde bir enstitüleri ile Beyrut’ta 7, Kudüs’te 4 okulları vardı. (Tevfik Çavdar, Osmanlıların Yarı Sömürge Oluşu, İstanbul, 1970, s. 96)

Katoliklerin yanı sıra Protestan misyonerleri de Osmanlı’da faaliyet sürdürmüşlerdir. Tanzimat ve Islahat fermanlarıyla din ve vicdan hürriyeti neticesi tanınan mezhep değiştirebilme serbestiyetinden en çok Protestan misyonerleri yararlanmıştır. İngilizlerin öncülüğünde, 1842’de Kudüs’te ilk olarak Protestan kilisesi açıldı. Bu kiliseye İngiltere, Almanya ve Amerika’dan Protestan misyonerleri gönderildi. Bölgedeki İngiliz konsoloslarının destekleriyle başka din ve mezheplerdeki unsurları Protestanlaştırmaya çalıştılar. Osmanlı topraklarına ayak basan ilk Protestan misyoner grubu, 1815’te Mısır’da görülmüştür. (Uğur Uygur Kocabaşoğlu, Misyoner Okulları, s.16)


19’uncu yüzyıldan itibaren daha çok Mezopotamya ve Ege bölgesine gelecek okullar açan İngiliz misyonerleri ayrıca İstanbul, Antakya, Harput, Ankara, İzmir, Erzurum, Bursa ve Antep gibi şehirlerde faaliyetlerde bulundular. World’s Missions, 1914 tarihli istatistiklerine göre Osmanlı topraklarında faaliyetlerde bulunan İngiliz Misyoner Cemiyeti’nin 12 bin 800 öğrencisi ve 178 okulu vardı. (Nahit Dinçer, Yabancı Özel Okullar, s. 70)

İngilizler, Nasturiler ve Durziler ile yakın temasta bulunarak etki altında tutmaya çalıştılar. Bunlar için okullar açtılar, matbaalar kurdular. İngiliz Protestan misyonerleri daha çok Orta Doğu’ya yönelik olarak çalışırken, Amerikalı misyonerler Anadolu’ya ağırlık verdiler. Burada etkili olan en güçlü Amerikan misyoner örgütü, 1810’da Boston’da kurulan ve “Amerikan Board” olarak anılan kuruluştur. Örgütün ilk misyonerleri Pleny Fisk ve Levi Parsons’tur. 1820 yılının Ocak ayında İzmir’e gelerek ilk misyonu burada kurdular. (E. Kırşehirlioğlu, Türkiye’de Misyoner Faaliyetleri, İstanbul, 1962)

19’uncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren hız kazanan misyoner faaliyetleri sonucunda okulların sayısında önemli artışlar görüldü. Amerikalı misyonerler gayelerine ulaşabilmek için Osmanlı topraklarını 4 misyon bölgesine ayırmışlardır. Bunlar Avrupa, Batı, Doğu ve Merkezî Türkiye misyonlarıdır. Bu son üç misyonun Ermeniler üzerinde çalıştıkları dikkati çekmiştir. (Bilal Şimşir, Ermeni Politikasının Amerikan Boyutu Üzerine, Ankara, 1985)

1900’lü yıllarda Amerika’ya ait 400 aşkın okulda 20 bine yakın öğrenci öğrenim görürken, aynı yıllarda faaliyet gösteren idadi ve sultani sayısı 69 olup, 7 bine yakın öğrenci vardı. Aynı yıllarda Osmanlı topraklarındaki misyonerlere ait toplam yabancı okul sayısı 2 bin civarında idi. Bunlara azınlıkların kendi okulları da ilâve edilirse bu sayı 10 bine yaklaşmaktadır. (Prof. Ayten Sezer, Osmanlı Döneminde Misyonerlik Faaliyetleri)

Görüldüğü gibi, Osmanlı Devleti’ne ait mektep ve talebe sayısı misyonerlerinki ile karşılaştırıldığında kıyaslanmayacak derecede zayıf kalmaktadır. Hocalarının çoğunluğu rahip olan misyoner mekteplerinde eğitim gören Türk talebelerinin menfi etkileneceği de tabiîdir. Böyle bir menfi etki bombardımanına hiçbir millet dayanamaz. Osmanlı Devleti’nin son 200 yıl içinde bulunduğu siyâsî, iktisadî ve içtimaî bunalımların ana nedeni budur. Beyni hasta olan, beyin fonksiyonlarını günden güne yitirmekte olan bir bedenin diğer uzuvlarının sağlam olması ise akıbeti değiştirmez. Osmanlı Devleti önce eğitim alanında hayatiyetini kaybetmiş, kaçınılmaz son vuku bulmuştur.

Sonuç

1-Üç kıtaya yayılmış Osmanlı topraklarında 1600’lü yıllardan itibaren açılmaya başlanmış olan misyoner eğitim kurumları başta azınlıklara dinî hizmet görünümüyle çalışırken sonradan faaliyetlerini siyâsî alana kaydırmışlardır. Osmanlı tebaası olarak beş yüz sene birlikte yaşadığımız Rum, Ermeni, Bulgar, Yahudi ve gayr-i Müslim diğer azınlıklar devlet aleyhine kışkırtılarak isyan ettirilmişlerdir. İçeride azınlıkları bu şekilde yetiştirerek kışkırtan misyonerler, dışarıda da Avrupa ve Amerikan kamuoyunun Türkiye aleyhine çevirmek için kendi tahrikleriyle çıkan ayaklanmaların bastırılmasını “Türkler Hıristiyan ahaliyi kesiyor” propagandalarıyla etkilemeye çalışarak Batı dünyasını Osmanlı Devleti aleyhinde tavır almak üzere harekete geçiyorlardı. İyi yetiştirilmiş Ermeniler ABD’ye götürülüyor ve çoğu Amerikan vatandaşlığına geçtikten sonra Osmanlı topraklarına geri dönüyor ve özgürlük propagandası yaparak lehlerinde reformlar yapılmasını istiyorlardı.” (Ercüment Kuran, ABD’de Türk Aleyhtarı Ermeni Propagandası, Sempozyum, Sivas, 1985)

Aynı oyun bugün doğumuzda sergilenerek PKK eliyle vatanımız parçalanmak istenmektedir.


Çanlar kimin için çalıyor?

2-Hıristiyan devletler aralarında kavgalı olsalar da İslâm’a karşı birleşebilmektedir. Millî Şairimiz Mehmed Âkif’in hatıratı buna misâl teşkil eder. Birinci Cihan Harbi safhasında Avusturya’da (Viyana) seyahattedir Âkif. Avusturya, Almanya ile birlikte müttefikimiz… Gece yarısı çanlar çalıyor, halk ise ellerinde meşalelerle coşkuyla dolaşıyor. Hayret eden Âkif, aşağı inerek ne olduğunu soruyor. Biri, “Bu gece bayram yapıyoruz. İngiliz general Allenby, Kudüs’ü almış” diyor. Müşterek düşmanın galibiyetine seviniyorlar. Bu vaka bize, “küfrün tek bir millet olduğu” hadîs-i şerifini hatırlatmaktadır.

3-Azınlık okulları Osmanlı Devleti aleyhine birer fesat ocağı hâline gelmişlerdi. Ders müfredatları, Türk düşmanlığı, Türk milletini ve Osmanlı Devleti’ni nasıl yok edeceklerine dair konular ile doldurulmuştu. Müfredatlarında Türklerin ezel3i düşman olduğunu propaganda etmek, Avrupa’yı Türklere düşman etmek, ekonomik olarak zayıflatmak, Türk milletini ahlâk, milliyet, din, gelenekleri bakımından çürütmek, küfrü öğretmek, küfrü Türkler arasında yaymak, Türkleri zinaya ve diğer ahlâksızlıklara teşvik etmek, aralarında sevgi-saygı bağlarını koparmak, hocaları içkiye alıştırmak gibi konular yer almaktaydı. (Süleyman Kocabaş, Ermeni Meselesi Nedir, Ne Değildir; İstanbul, 1983, s. 97)

Kolejlerdeki Müslüman talebelere, Batılı gibi çağdaş olabilmek için İslâm dininin ve geleneklerinin engel olduğu telkiniyle Müslüman şartlanmasından uzaklaşılması tavsiye ediliyordu. Osmanlı yönetimi ve padişahlarsa diktatör, zorba, halk düşmanı gibi vasıflarla takdim edilmekteydi.   

İkinci Cihan Harbi’nde Nagazaki ve Hiroşima’ya atılan atom bombalarıyla perişan olan Japonya teslim olduktan sonra, ilmi ve teknolojiyi öğrenmek için ABD’ye göndereceği talebelere “Bu millet, pirincinden keserek Amerika’nın tekniğini öğrenmek için sizi yurtdışına gönderiyor. Çok çalışarak okuduğunuz üniversiteleri iyi derecede bitirip Japonya’ya dönüp hizmet edeceksiniz” diye telkin ediyorlardı. Talebelerin ekserisi üniversitelerden ilk sıralarda mezun olup geri döndüler. İyi derecelerde mezun olamayanlar ya üzüntüden harakiri yaptılar ya da mahcubiyetlerinden geri dönemeyip Amerika’da kaldılar. Osmanlı Devleti’nin ilim tahsil etmek için Avrupa’ya gönderdiği talebelerse Batılı ajanlarla ittifak yapıp devleti yıkmak için kurgulanan plânlarda roller üstlendiler.

4-Misyoner faaliyetlerinin 1829’da Yunanistan’ın, 1908’de Bulgaristan’ın ve Cihan Harbi’nde Arap coğrafyasının Osmanlı Devleti’nden kopmasında ve sonunda da devletin yıkılışında payı büyüktür. Bugün 23 milyon kilometrekarelik Osmanlı topraklarında elliye yakın devlet bulunmaktadır. Amerikalı Dr. Earle’nin, “Misyonerler ve din adamları dünyanın hiçbir ülkesinde Türkiye’deki kadar emperyalizme hizmet etmemiştir” sözü, acı gerçeği ifade etmektedir.

5-Günümüzde misyonerlik, dinî gayeden ziyade ticârî ve siyâsî kurum olarak faaliyet göstermektedir. 1992 yılı verilerine göre misyonerlere ait 120 bin 880 kurum, misyonerleri yetiştiren 99 bin 200 enstitü, misyonerlik faaliyetlerinde çalışan meslekî misyoner 4 milyon 208 bin 250 kişidir. Bu misyoner kurumlarında 82 milyon bilgisayar, misyoner kurumlarında bir yıl içerisinde çıkarılan 88 bin 160 adet kitap, misyonerlik hizmetlerinde faaliyet gösteren 2 bin 340 radyo ve televizyon istasyonu vardır. Misyonerler her yıl bedava 53 milyon İncil dağıtmaktadır. Kilise okullarında okuyan 9 milyon öğrenci, bu kiliselere ait 10 bin 600 hastane, yine kiliselere ait 680 huzurevi ve 10 bin 50 adet eczaneleri vardır. Hıristiyanlaştırma hizmet projelerinin bütçesi 163 milyar dolardan fazladır. (Muhammet Umara, Müslümanların Hıristiyanlaştırılması, Denge Yayınları, İstanbul, 1995)

6-20’nci yüzyılda komünizmi büyük tehlike gören kapitalist Batı, ileri sürdüğü Yeşil Kuşak Projesi ile İslâmiyet’in yanında görünüyordu. Komünizmin yıkılmasıyla 21’inci yüzyılda İslâm hedef gösterildi. Batılı siyâsiler, “Haçlı ittifakından” söz eder oldular. Papa İkinci Jean Paul’un 24 Aralık 1999’da yayınladığı Yılbaşı mesajındaki, “Birinci binyılda Avrupa Hıristiyanlaştırıldı. İkinci binyılda Amerika ve Afrika Hıristiyanlaştırıldı. Üçüncü binyılda Asya’yı Hıristiyanlaştıralım” ifadesi, bütün politikalarını açıklamıştır. Asya’nın Hristiyanlaştırılmasında Türkiye’nin merkez kabul edilmesi plânları, memleketimizin istikbâlde karşılaşacağı tehlikelerin habercisidir!

Yeni Papa’nın ilk defa Kuzey Irak’a yapmış olduğu ziyaret ve Iraklı yetkililerin içinde bulundukları gaflet ve de Arap coğrafyasındaki yöneticilerdeki zafiyet, Orta Doğu’da yeni dönemin tehlike çanlarının çaldığını duyurmaktadır!