
DÜNYA basınından bir
haberle başlayalım: “Papalık tarihinde ilk defa bir papa, Papa Francis, Kuzey Irak’ı
ziyaret etti.” (Bayram değil, seyran değil, bu gidişin amacı ne?)
Orta
Çağ’da Kilise’nin baskısıyla kendi içinde didişen ve bunalım yaşayan Avrupa, Endülüs
İslâm Medeniyeti’nin değerlerinin Avrupa içlerine taşınmasıyla yeni bir döneme
adım atacaktı. İnsan hak ve hürriyetinin (hümanizma) öne alındığı, ilim ve
sanattaki yükselmenin (Rönesans) hızlandığı yeni çağa kapı aralanıyordu. Bu
çağda ortak temayül, dini inkâr etmeden dinin yanında aklı, Kilise’nin yerine
üniversiteyi, ruhban sınıfı yerine filozofları ve ilim adamlarını ön plâna
çıkardı (Durmuş Hocaoğlu, Köprü, 2004, sayı 78, s.54-55).
Arkasından
ferdin-aklın-ilmin hürriyete ihtiyacı olduğunu görerek hürriyetin vazgeçilmez
olduğunu gördü. Hürriyetine kavuşan fert, akıl ve ilim vasıtasıyla tabiatla,
maddî dünya ve toplumlarla temasa geçerek incelemeye ve bilgi üretmeye başladı.
Ahiretle ilgilenmeyi Kilise’ye bıraktı. İşte Avrupa’da devrim yapan, Avrupa’nın
önünü açan, bu zihniyet değişmesidir. (Prof. Bayram Kodaman, SDÜ Fen Edebiyat
Fakültesi Dergisi, 2007, Sayı:16, sayfa 12)
Yeni
ticâret yollarının keşfi, Amerika ve Afrika’dan getirilen kıymetli madenler ve
hammaddeler, bunların işlenerek piyasaya arzı, Avrupa’nın giderek güçlenmesini
sağlayacaktı. Güçle birlikte talan ve
sömürme
doğru orantılı artıyordu. Ne yazık ki ferdî hürriyetle insanî değerler elde
eden Avrupa, “daha fazla güç” ihtirasıyla kolonilerdeki yerlilere akıl almaz
kıyımlar yaparak insanî değerleri hunharca harcadı. Zaten buna aldırdığı da
yoktu; yeter ki daha fazla zengin, daha çok güçlü olsun.
Üç
kıtada son (maksimum) sınırlarına erişmiş olan Osmanlı Devleti, elde ettiği
toprakları sömürgeleştirme gibi bir gayeye hiçbir zaman teşebbüs etmemiştir. İnanmış
olduğu İslâm dini, insanlara adalet ve hakkaniyetle idare etmeyi emretmektedir.
Bunun ispatı her devirde birçok vakayla yaşanmıştır. Fatih Sultan Mehmed bir
gayr-ı Müslim ile mahkemelik olmuş, kadı, Sultan’ın aleyhine hüküm vermiştir. Osmanlı
orduları Avrupa’da seferdeyken, karşılarına çıkan ekin tarlalarını
çiğnememişler, saflarını bozarak ekin arasındaki patikalardan yollarına devam
etmişlerdir. Öncü kuvvetlerin (Akıncıların) Avrupa içlerindeki akınlarında
meyve bahçelerinden tatmış oldukları yemişlere karşılık altın keselerini
dallara asarak bıraktıkları bilinmektedir.
Hariçte
yeni ticâret yollarının keşfi, dâhildeki İpekyolu gibi gelir getiren ticârî
yolların önemini kaybetmesi, Osmanlı Devleti’nin gelirlerinin azalmasına yol
açtı. İktidar mücadelesi, iç isyanlar, eyalet valilerinin ihtirasları hengâmesinde
zenginleşen ve güçlenen Avrupa’daki sanayi inkişafının farkına geç varıldı.
Askerî araçların ve silahların alımı için yapılan ödemeler de iktisadî dengenin
daha da bozulmasına yol açacaktı. İçerideki hain idarecilerin teşebbüs
ettikleri ve gafil idarecilerin göz yumduğu Balta Limanı Ticâret Anlaşması ölüm
fermanı gibiydi. Buna göre yed-i vahid (tekel) usulü kaldırıldı, ihracattan
alınan vergi miktarı yüzde 12, ithalat vergisi ise yüzde 3 olarak tespit
edildi. Bu şekildeki ekonomik liberalleşme ile imparatorluk toprakları açık
pazar hâline getirilerek sömürgeleştirilme sürecine sokuldu. Bu süreçte yerli
sanayi ve esnaf yok edildi, devlet ise borçlanmak mecburiyetinde kaldı. Söz
konusu ticâret anlaşmasıyla İngiltere’ye tanınan imtiyazların diğer Avrupa
ülkelerine de verilmesiyle imparatorluk, sanayileşmiş Avrupa devletlerinin
pazarı hâline geldi. Zira Osmanlı’nın rekabet edecek hiçbir sanayi ürünü yoktu.
Dolayısıyla 1838 Ticâret Anlaşması yıkılış sürecini başlattı. Osmanlı’ya çok
ağıra mâl oldu bu. (Bayram Kodaman, SDÜ Fen Edebiyat Fakültesi Dergisi, 2007, Sayı:
16/20)
Ekonomisi
bozulan, ihtiyaçlarını gidermek için dışarıya borçlanan, borç yükünün devamlı
arttığı Osmanlı tablosu karşısında Avrupa devletleri zamanla daha da
güçleniyordu. Dünya olaylarını artık Avrupa belirliyordu. Avrupa, bütün
kıtalarda olduğu gibi Osmanlı İmparatorluğu’nun kapılarını zorlama ve
imparatorluğun her yerine sızma imkânına sahipti. Nitekim ticârî mallarıyla, teknolojisiyle,
fikirleriyle, sermayesiyle, okullarıyla, misyonerleriyle, konsoloslarıyla, tüccarlarıyla,
kumpanyalarıyla, bankalarıyla Osmanlı ülkesine girmeleri zor olmamıştır. Bu
süreçte İstanbul, İzmir, Selânik, Beyrut, Trabzon ve Samsun gibi şehirler
Avrupa emperyalizmin önemli giriş noktaları vazifesini görmüşlerdir. (Bayram
Kodaman, SDÜ Dergisi, 2007, Sayı: 16/15)
Emperyalist
devletlerin sömürme faaliyetlerinde iki önemli faktör başrol oynar: Ticârî ve misyoner
faaliyetler... Ticâret, görünen yüzüdür. Normal bir dinî çalışma olarak
gösterilen misyonerlik ise su altında kalan “aysberg” gibidir. Zahiren kendini
belli etmez. Afrikalı bir reisin bir İngiliz misyonerine söylediği, “Siz
memleketimize geldiğiniz zaman bizim toprağımız, sizin ise mukaddes kitabınız
vardı. Şimdi ise bizim mukaddes kitabımız, sizin de toprağınız var” ifadesi,
misyoner çalışmalarının sonucunu göstermektedir.
Türklerin Anadolu’yu yurt tutmasıyla başlayan Müslüman-Hıristiyan çatışmaları, daha sonra Osmanlı-Avrupalı veya Doğu-Batı mücadelesi Avrupalı nezdinde “Şark Meselesi” (Eastern Question) olarak nitelendirilecekti. Meselenin birinci safhasında Anadolu’ya ve İstanbul’un Fethi’yle Avrupa’ya yerleşen Türkler, muzaffer olmuşlardır. Avrupa’daki ilerleyiş 1683’te Viyana önlerine kadar devam etti. Ticârî zenginleşme ve sanayi hamlesiyle üstünlüğü yakalayan Avrupa devletleri ikinci safhada Osmanlı’yı geri püskürtme fırsatını elde ettiler. Misyonerlik faaliyetleri, Osmanlı Devleti’nin gerilemesine paralel olarak 19’uncu yüzyıldan itibaren sömürgeci Batılı büyük devletlerin emperyalist politikalarına hizmet eder hâle gelmişti. Bu yönü ile Osmanlı topraklarında faaliyet gösteren misyonerler, Batılı ülkelerin Osmanlı ile olan Şark meselesini hâlletmelerinde araç olarak kullanıldılar. Esâsını Osmanlı’yı yıkarak mirasını paylaşmak oluşturan Şark meselesinde Batılıların takip ettikleri politikalardan birisi, içerideki Hıristiyan azınlıkları devletten koparmaktı. Bunun için en fazla misyonerlik faaliyetlerinden yararlanıldı.
Asya’nın Hristiyanlaştırılmasında Türkiye’nin merkez kabul edilmesi plânları, memleketimizin istikbâlde karşılaşacağı tehlikelerin habercisidir!
19’uncu
yüzyıla gelindiğinde sömürgeciliğin de gelişmesiyle Osmanlı toprakları Batılı
ülkelerin menfaat mücadelelerine sahne oldu. Bu dönemde Anadolu, Boğazlar, Orta
Doğu, petrol bölgesi, Akdeniz çevresi ve Makedonya gibi dünyanın jeopolitik ve
jeostratejik bakımdan önemli bölgelerine sahip olan Osmanlı Devleti, Batılı
devletlerin göz diktikleri bir alandı. Bundan dolayı bölge daha çok İngiltere, Fransa,
Rusya ve Avusturya arasında görülen mücadelelere sahne oluyordu. Bölgelerdeki
nüfuzunu arttırmak isteyen ülkeler misyonerlik faaliyetleri ile kendilerine
yandaş gruplar oluşturmak istiyorlardı. Değişik tarihlerde Osmanlı ülkesine
gelen misyonerler, yaptıkları çalışmalar sonrasında Müslümanlar ve Yahudiler
arasında fazla etkili olmadıklarını anlayınca bütün mesailerini ülkedeki Hıristiyan
azınlıklar üzerinde yoğunlaştırdılar. Onları bir yandan kendi mezheplerine
kazandırmaya çalışırlarken, bir yandan da verdikleri eğitimle millî duygularını
uyandırarak Osmanlı’dan koparmak için uğraştılar.
Başlangıçta
Rum, Ermeni ve Yahudi üzerinde oynanan oyunlar daha sonra Bulgar, Arap, Kürt ve
Nasturi gibi diğer unsurlara yönelik olarak devam etti. (Prof. Ayten Sezer,
Hacettepe Üniversitesi, Osmanlı Döneminde Misyonerlik Faaliyetleri)
Misyonerlik
ve Türkler
Milât’tan
sonra 375 ile 1250 tarihleri arasında Türkistan üzerinden Karadeniz’in
kuzeyinden Avrupa’ya ulaşan Türk boyları, Slavlar, Franklar ve Grekler ile
savaşarak oralarda hâkimiyet sağladılar. Bunlar Hunlar, Avarlar, Macarlar, Bulgarlar,
Peçenekler, Uzlar, Kıpçaklar, Hazarlar ve Sabarlardır. Orta Avrupa ve Balkanlarda
uzun süre hâkimiyet sağlayan bu boylar, yerleşik bir devlet kuramayıp geleneksel
göçebe hayata devam etmişlerdir.
Adı
geçen Türk kavimleri, yerleşik düzene geçmeyip sürekli göçer olmaları ve
arkadan gelen yeni bir Türk kavmi tarafından tazyik altına alınmaları sonucu
devamlı bir devlet yapısı gösterememişlerdir. Ortodoks misyonerlerinin yoğun
propagandası karşısında Hıristiyanlığı kabul ederek Slav, Frank ve Grek
toplumları içinde asimile olmuşlardır. Sadece bunlardan geriye Bulgar ve Macar
adları kalabilmiştir. Bu nedenle bunlara “Türklerin
on kayıp kavmi” denilmiştir. (Süleyman Kocabaş, Misyonerlik ve Misyonerler,
2002, s.36)
İslâmiyet
hariç, hiçbir din, Türklerin yapılarına uygun olmamış, onların içlerinde
asimile olmalarına meydan vermiştir. Göktürk hakanı Bilge Kağan, veziri
Tonyukuk’tan bir Budist mabedi yapılmasını istediğinde, Vezir Tonyukuk ona, savaşı
ve hayvan kesmeyi yasaklayıp miskinlik telkin eden bir dinin kabulünün Türkler
için felâket olacağını salık vermiştir. Tarih, Vezir Tonyukuk’un sözlerinin
kehanet olmadığını ortaya koymaktadır. Macarlar ve Bulgarlar Hıristiyanlık
içinde, Hazarlar da Musevilik inancında adeta erimişlerdir. Bunların aksine
İslâmiyet’in kabulü, Türklerin yeni bir ruh ve kuvvetle Asya steplerinden
Avrupa içlerine kadar uzanan büyük ve uzun ömürlü devletler kurmalarına imkân
sağlamıştır. (Prof. Hakkı Dursun Yıldız, İslâmiyet ve Türkler, 2000, s.9)
Hıristiyan
misyonerlerin Orta Çağ’da Türkistan içlerine gelerek faaliyette bulundukları
biliniyor. Bunun izleri vardır. 893 yılında Talas şehri Müslüman Araplar
tarafından fethedilince buradaki büyük kilisenin camiye çevrilmesi, misyonerliğin
Türkistan’da erken dönemde başladığını ortaya koymaktadır. (W. Barthold, Orta
Asya Türk Tarihi, 1975, s.78; çev: K.Y. Kopraman-A.İ. Aka)
Fakat
misyonerlerin etkileri fazla olmamış, fazla taraftar bulamamışlardır. Talas’ta
İslâmiyet ile karşılaşan Türkler, kısa bir tetkikten sonra hakikati
bulduklarına kani olmuşlar, hiçbir zor altında olmadan, can-ı gönülden İslâmiyet’i
kabul etmişlerdir.
İman
nurunun şuurlarında oluşturduğu etki ile hakikî kimliğe kavuşan Türkler, göçebe
hayattan cihan şümul devletlerin temellerini atmışlardır. Dünya tarihine
bıraktıkları şan o derece kuvvetlidir ki “Türk” adı İslâmiyet ile özdeş hâle
gelmiştir.
Yukarıda
özet izahlarımızdan kaçınılmaz derecede gün yüzüne çıkan hakikat de şudur: Tanzimat’tan
günümüze kadar yapılan misyoner faaliyetleriyle milletimizin Hıristiyanlaştırılamayacağı
aşikâr olmuştur. Bu sefer taktik değiştirilmiş, Batı’nın uygar medeniyet
seviyesine çıkarılacağı vaadiyle propagandalar ve tatbikatlar oluşturulmuştur. Son
iki yüz senedir içimizden yetiştirilen yazar çizer ve siyâset adamları, “Türk
milletinin yüceliği” maskesiyle milleti İslâmiyet’ten uzaklaştırmak için yoğun
çaba harcamışlardır. Aldanarak veya bilerek bunlara verilen rolün gayesi, diğer
on Türk boyunda olduğu gibi milletimizin emperyalist
güçler içinde eritilmesidir.
Misyoner
taarruzları
Her
din mensubu, kendi dininin gelişmesini ve kuvvetlenmesini ister. Bu tabiî bir
istektir. Bizim kendi inancında olan, inancını yaşayan ve yaşatmak isteyenlere
bir diyeceğimiz yok. Dini maske yapıp bağlı olduğu devletin emperyalist
arzusuna hizmet eden sözde din adamlarıdır karşı çıktığımız. Ya da içimizde
azınlık mensubu olup vatandaş haklarından nimetlendiği hâlde yabancı
sömürücülere casusluk yapan, birliğimizi ve dirliğimizi bozmaya matuf
çalışmalarda bulunan din bezirgânlarıdır.
Rönesans
ve sanayi inkişafıyla atağa kalkan, Amerika ve Afrika kolonilerindeki talan
düzeniyle zenginleşen ve güçlenen Avrupa devletleri, doymaz gözünü 23 milyon
kilometrekare toprağa sahip Osmanlı Devleti’ne dikti. Sanayi ihtiyacının “1”
numaralı hammaddesi “petrol” Orta Doğu’da onun hakim olduğu arazideydi. Osmanlı’yı
yıkmak ve mallarını paylaşmak olan “Şark Meselesi” (Eastern Question) nasıl hâlledilmeliydi?
Plân hazırdı. Önce hasta et, sonra ilâç yerine zehir sun ve nihayetinde defin
işlemleri… Başta müdahale için sebep gerekti ki o da hazırdı: Azınlık hakları…
Rahiplerin
ilim ve akıl dışı baskısından kurtularak onları kiliseye hapseden Avrupalı
devlet adamları, bu sefer kendileri dini kullanarak Osmanlı içindeki gayr-ı
Müslimlerin hâmisi kesildiler. İslâmiyet’i rehber etmesi ve Müslümanları
korumasıyla emperyal faaliyetlerine set teşkil eden Osmanlı Devleti’nin
yıkılması elzemdi.
L. Brown’un, “İslâm, Avrupa emperyalizmine yegâne duvardır” sözü bunu açıkça göstermektedir. Deizme ve ateizme kayan insanlardan dolayı cemaatleri azalan kiliseler de Müslüman topraklarda insan avlamayı oldukça câzip buldu. Zaten “Pavlos” bu topraklarda gezip durmamış mıydı? Misyonerlerden Charles R. Watson’un işaret ettiği taktik de hazırdı: “Misyonerlerin güvercinler gibi masum olmaları gerekir. Fakat bu, onların yılanlar gibi kurnaz olmalarına mani değildir.”
Eğitim
mi, tuzak mı?
Misyonerlerin
amacına ulaşmak için kullandıkları vasıtaların birincisi eğitimdir. Okullar
açılarak, buralarda kabiliyetli talebeler özenle eğitilerek hedefleri
istikametinde yönlendirilirler. Misyoner Henry H. Jessap, mevzuyu şöyle
açıklıyor: “Misyonerliğin başarısı için temel şart okullardır. Bu bir gaye
olmayıp vasıtadır. Şu bir hakikattir ki, misyonerlerin yahut İncil’in başka
yollarla sokulmaya imkân bulamadığı birçok yere İncil, okul vasıtası ile
sokulabilmiştir.” (Mustafa Halidi-Ömer Feruh, İslâm Ülkelerinde Misyonerlik ve
Emperyalizm, İstanbul, 1968, s.79)
Elemanların
şartlandırılarak hazırlanması önemlidir. Bunun için eğitim ve yaşı erken
dönemdir. Misyonerler çocuk iken hizmete alınır, yapacakları vazifeye göre
ilmen, ahlâken ve fikren yetiştirilirler. Şöyle ki; İngiliz Misyon Cemiyeti her
sene bütün orta mektep talebesinin zekilerinden otuz kırkını seçerek himayesine
alır, onları kabiliyetlerine göre üçer beşer ayırarak muhtelif memleketlerde
yetiştirir. (Prof. Dr. Erol Güngör, Türkiye’de Yabancı Kültürü, Türk Yurdu, Sayı:
2, 1959, s.33)
Fransız
misyonerlerin Senegal’de Müslüman bir ailenin çocuğunu alıp Hıristiyan olarak
yetiştirdikten sonra memleketine yolladıkları ve reisicumhur yaptıkları
bilinmektedir. Başta İngiltere olmak üzere Batılı devletler mankurt ajanlar
yetiştirip memleketlerinde devlet adamı yapmışlardır. Osmanlı topraklarında bu
gaye ile eğitim kurumlarının açılması, yerden mantar biter gibi sayılarının
çoğaltılması hayli düşündürücüdür.
Amerikan
Protestan misyonerleri 19’uncu yüzyılda Osmanlı’da birçok mektep açmıştır ki
bunlardan ikisi meşhurdur. Biri 1835 yılında Beyrut’ta, misyoner Simon Kolhon
tarafından kurulan “Amerikan Üniversitesi”… Bu üniversitede yaşanan bir vaka,
hayli dikkat çekici!
Üniversite
idarecileri Pazar ayini için kiliseye bütün talebelerin katılmasını mecburî kılmıştır.
Müslüman talebeler bunu protesto edince, senato bir bildiri yayınlamıştır. Yayınlanan
bildirinin dördüncü maddesi, “Burası bir Hıristiyan kuruluşudur. Hıristiyanların
mallarıyla kuruldu. Onlar bu yeri satın aldılar, bu binaları kurdular, hastahaneyi
yaptılar ve teçhiz ettiler. Şayet üniversite Hıristiyanlığa dayanmazsa, devam
etmesine imkân yoktur. Onlar bütün bunları ders müfredatına İncil girsin ve
talebelere Hıristiyan dininin faydaları anlatılsın, böyle bir eğitim sistemi
meydana gelsin diye yaptılar. Bütün talebelere Hıristiyanlık gerçeklerini
anlatmaya kendimizi mecbur görüyoruz. Müessesemize giren her talebe, önce kendisinden
ne istendiğini bilmek mecburiyetindedir” demektedir.
İkincisi
ise, Robert Koleji… 1863 yılında Cyrus Hamlin isimli bir misyoner tarafından
İstanbul’da açılan Robert Kolej’in Bulgaristan’ın bağımsızlığını sağlayacak
kadroların yetişmesinde önemli rol oynadığı bilinmektedir. Nitekim kurucuları, yöneticileri
ve çoğu öğretim elemanı misyonerlerden meydana gelen bu kolejin 1863-1903
tarihleri arasındaki mezunlarının çoğunu Bulgar öğrenciler oluşturuyordu. Yine
kolejin ilk Bulgar kabînelerinden her birinde en az bir Robert Kolej mezununun
yer aldığı görülüyordu. (Keith Maurice Greenwood, Robert College: The American
Founders, The John Hopkins University, 1965, 101-104)
Nasıl İstanbul’daki Robert Kolej’de Bulgar talebeler Osmanlı’ya karşı kışkırtılıyorsa, Beyrut’taki üniversitede de Arap talebeler, Arap ırkçılığı üzerine yetiştirilip isyana zemin hazırlanıyordu. Bu iki kolejin haricinde Anadolu’nun muhtelif bölgelerinde Amerikan misyonerlerinin Ermenilere yönelik eğitim faaliyetleri bulunmaktadır. Anadolu’da ilk Amerikan misyoner merkezi, 1852’de, Harput’ta kurulmuştur. Aynı yerde Osmanlıların “Fırat Koleji” dedikleri Ermenistan Koleji (Armenian College), Merzifon’da Anadolu Koleji (Anatolia College), İzmir’de Milletlerarası Kolej (International College) ile kızlar için açılan Amerikan Kolej, Antep ve Maraş’ta açılan kolejler, Tarsus’taki St. Paul Enstitüsü gibi kolejler başlangıçta Hıristiyan azınlıkların çocuklarını eğitmişler, onlara millî duygular kazandırarak bilinçlendirmiş ve sonuçta Osmanlı Devleti’ne karşı ayaklanmalarını sağlamışlardı. (Prof. Dr. Uygur Kocabaşoğlu, Amerikan Misyoner Faaliyetleri, Tarihî Gelişmeler İçinde Türkiye’nin Sorunları Sempozyumu, Ankara, 1992)
Emperyalist devletlerin sömürme faaliyetlerinde iki önemli faktör başrol oynar: Ticârî ve misyoner faaliyetler... Ticâret, görünen yüzüdür.
Osmanlı’da
misyoner okullar
Hıristiyanlık;
Katolik, Protestan ve Ortodoks olarak üçe ayrılır. Katoliklerin başlıca
tarikatları Cizvitler, Fransiskenler, Dominiken, Kapuçin ve Frerlerdir. Osmanlı
Devleti bünyesinde, Fransa’nın himayesinde faaliyete başlayan bu tarikatların
amaçları, Roma ve Bizans kiliselerini yani Katolik ve Ortodoks mezheplerini
birleştirmek ve Papa’nın otoritesini yükseltmekti. Ayrıca Müslümanları Hıristiyan
yapmak, Osmanlı Devleti sınırları içerisindeki Rum, Ermeni ve Katolik olmayan Hıristiyanları
Katolik yapmak ve Fransa’nın nüfusunu kuvvetlendirmekti. Osmanlı Devleti’nde
Katolik misyonerlerin erkenden faaliyete başlamalarının sebebi, Fransa’ya
verilen kapitülasyon imtiyazları olmuştur. (Süleyman Kocabaş, Misyonerlik ve Misyonerler,
İstanbul, 2002, s. 77-78)
Osmanlı
Devleti tarafından yabancılara tanınan ticârî kapitülasyonlar yanında din ve
ayin serbestliği, misyonerlerin Osmanlı memleketlerine gelmelerine yol
açmıştır. Aslında yabancı devletlerin baştan beri izlediği politikanın gayesi,
Osmanlı ülkesinde Müslüman olmayan toplulukları denetim altına almaktı.
Himayeci
politika güden devletlerin başında Fransa geliyordu. Zamanla himaye
kuvvetlendi. 1604, 1673 ve 1740 tarihli kapitülasyon fermanlarına ticârî
imtiyazlar çerçevesinde himayeye dair maddeler de konulmuştur. Himaye konusunda
önemli olan şey, tüccarlara yardım edecek konsoloslukların açılmasıydı. Böylece
etkilerini göstermeye başladılar. Azınlık zümrelerinin her biri milliyetine
göre bir Hıristiyan Katolik devletin himayesine girmeye başlamıştı. Katoliklerin
en büyük hâmisi Fransa idi. Ortodoksları Rusya, Protestanları İngiltere ve
Amerika himaye ediyordu. Yabancı okullar Osmanlı topraklarında 1700’lü
yıllardan itibaren çoğalmaya başlamış ve 1850 yıllarında oldukça yaygın hâle
gelmiştir. (Doç. Dr. İlknur Polat Haydaroğlu, Osmanlı İmparatorluğu’nda Yabancı
Okullar, Ankara, 1993, s.13-15)
Osmanlı
Devleti’nde yabancı okulların yanı sıra Rum, Ermeni ve Yahudi cemaatlerine ait
çok sayıda gayr-ı Müslim cemaat okulu da açılmıştır. Osmanlı Devleti’nin güçlü
olduğu zamanlarda zararlı olmayan bu azınlık okulları, kapalı cemaat şeklinde,
dil ve din tedrisatını serbestçe yapmışlardır. Osmanlı Devleti zayıflama
sürecine girdikten sonra, devlet bünyesinde yaşayan gayr-ı Müslimlerin ayrılıkçı
hareketlere yönelmiş olduklarını görmekteyiz. Osmanlı Devleti’ni yıkmak ve
parçalamak isteyen emperyalist devletler ile iş birliği yapan gayr-i Müslimler,
yabancıların misyoner okullarına eleman ve siyâsî gayelerine destek
vermişlerdir.(Prof. Remzi Kılıç, Osmanlı Türkiye’sinde Azınlık Okulları, Türk Kültürü,
1999, s.151)
Fransız
Katolikleri ilk defa 1583 yılında, İstanbul’da St. Benoit Okulu’nu açtılar.
Katolik Cizvit mensuplarının Osmanlı’daki okul sayısı 37, talebe sayısı ise 6
bin 565’e çıkacaktı. Fransiskenlerin ağırlıklı olarak Suriye ve Filistin
bölgesinde bin 69 öğrencinin okuduğu 16 okulu vardı. Ayrıca Samsun, Trabzon,
Harput, Malatya, Diyarbakır ve Mardin illerinde toplam 670 öğrencinin okuduğu 7
hemşire okulu bulunuyordu. Kapuçinlerin, 635 öğrencinin okuduğu 13 okulu vardı.
Özellikle Yukarı Mezopatomya’da faaliyet gösteren Dominikenlerin Musul ve
Kerkük’te 500 civarında öğrencileri bulunuyordu. Trabzon’daki okulda 200,
Erzurum’daki okulda çoğunluğu Katolik Ermenilerden oluşan 250 öğrenci öğrenim
görüyordu. İzmir’deki 5 okulda ise 763 öğrenci vardı. Bu teşkilâtın en önemli
ve en etkili okulu ise İstanbul Kadıköy’deki Saint Joseph’tir. (Tevfik Çavdar,
Osmanlıların Yarı Sömürge Oluşu, İstanbul, 1970, s.9)
Saint
Joseph Kolej’de zengin ailelerin çocukları okumaktaydı ki bunlardan bir kısmı
mezuniyetten sonra devlet kadrolarında memur oldular.
1914’e
gelindiğinde, Fransız okullarının sayısı (53’ü İstanbul’da olmak üzere) 500
civarındaydı ve bu okullarda 59 bin 414 öğrenci öğrenim görüyordu. (Osman Nuri
Ergin, Türkiye Maarif Tarihi, İstanbul, 1977, s. 775)
İtalyan
misyonerleri de çoğunluğu İstanbul’da olmak üzere Hatay, Beyrut, Selânik,
Bingazi, Derne, Humus, Trablusgarp gibi değişik bölgelerde okullar açmışlardı.
(Nurettin Polvan, Türkiye’de Yabancı Öğretim, İstanbul, 1952)
19’uncu
yüzyıldan itibaren Osmanlı topraklarına gelen Alman misyonerleri ise daha çok
kültürel etkinlik kurmaya çalıştılar. Kültür propagandaları uzmanları olarak
bilinen Almanlar, Yakın Doğu’daki Alman çocuklarının ve ekonomik kuruluşlarının
ihtiyacı olan kadroların yetiştirilmesi maksadıyla başta İstanbul olmak üzere
İzmir, Beyrut, Selânik bölgelerinde ilk ve ortaokul seviyesinde okullar
açtılar. (İlber Ortaylı, Osmanlı İmparatorluğu’nda Alman Nüfusu, İstanbul, 1983,
s. 63)
James
Barton isimli bir misyonerin 1919 tarihli bir raporuna göre, Kurtuluş Savaşı
öncesindeki Alman misyonerlerin sayısı, 79 eğitim elemanı ve 791 rahip olmak
üzere 890’dır. Ayrıca 7 çocuk yuvası, 17 ilkokul ve 1 ortaokul, 2 hastane ve 1
dispanserleri vardı. Dünya Savaşı öncesi Almanların 1868’de İstanbul’da
açtıkları Alman Lisesi’nden başka İzmir’de iş okulu niteliğinde bir enstitüleri
ile Beyrut’ta 7, Kudüs’te 4 okulları vardı. (Tevfik Çavdar, Osmanlıların Yarı
Sömürge Oluşu, İstanbul, 1970, s. 96)
Katoliklerin yanı sıra Protestan misyonerleri de Osmanlı’da faaliyet sürdürmüşlerdir. Tanzimat ve Islahat fermanlarıyla din ve vicdan hürriyeti neticesi tanınan mezhep değiştirebilme serbestiyetinden en çok Protestan misyonerleri yararlanmıştır. İngilizlerin öncülüğünde, 1842’de Kudüs’te ilk olarak Protestan kilisesi açıldı. Bu kiliseye İngiltere, Almanya ve Amerika’dan Protestan misyonerleri gönderildi. Bölgedeki İngiliz konsoloslarının destekleriyle başka din ve mezheplerdeki unsurları Protestanlaştırmaya çalıştılar. Osmanlı topraklarına ayak basan ilk Protestan misyoner grubu, 1815’te Mısır’da görülmüştür. (Uğur Uygur Kocabaşoğlu, Misyoner Okulları, s.16)
19’uncu
yüzyıldan itibaren daha çok Mezopotamya ve Ege bölgesine gelecek okullar açan
İngiliz misyonerleri ayrıca İstanbul, Antakya, Harput, Ankara, İzmir, Erzurum,
Bursa ve Antep gibi şehirlerde faaliyetlerde bulundular. World’s Missions, 1914
tarihli istatistiklerine göre Osmanlı topraklarında faaliyetlerde bulunan İngiliz
Misyoner Cemiyeti’nin 12 bin 800 öğrencisi ve 178 okulu vardı. (Nahit Dinçer,
Yabancı Özel Okullar, s. 70)
İngilizler,
Nasturiler ve Durziler ile yakın temasta bulunarak etki altında tutmaya
çalıştılar. Bunlar için okullar açtılar, matbaalar kurdular. İngiliz Protestan
misyonerleri daha çok Orta Doğu’ya yönelik olarak çalışırken, Amerikalı
misyonerler Anadolu’ya ağırlık verdiler. Burada etkili olan en güçlü Amerikan
misyoner örgütü, 1810’da Boston’da kurulan ve “Amerikan Board” olarak anılan
kuruluştur. Örgütün ilk misyonerleri Pleny Fisk ve Levi Parsons’tur. 1820
yılının Ocak ayında İzmir’e gelerek ilk misyonu burada kurdular. (E. Kırşehirlioğlu,
Türkiye’de Misyoner Faaliyetleri, İstanbul, 1962)
19’uncu
yüzyılın ikinci yarısından itibaren hız kazanan misyoner faaliyetleri sonucunda
okulların sayısında önemli artışlar görüldü. Amerikalı misyonerler gayelerine
ulaşabilmek için Osmanlı topraklarını 4 misyon bölgesine ayırmışlardır. Bunlar
Avrupa, Batı, Doğu ve Merkezî Türkiye misyonlarıdır. Bu son üç misyonun
Ermeniler üzerinde çalıştıkları dikkati çekmiştir. (Bilal Şimşir, Ermeni
Politikasının Amerikan Boyutu Üzerine, Ankara, 1985)
1900’lü
yıllarda Amerika’ya ait 400 aşkın okulda 20 bine yakın öğrenci öğrenim görürken,
aynı yıllarda faaliyet gösteren idadi ve sultani sayısı 69 olup, 7 bine yakın
öğrenci vardı. Aynı yıllarda Osmanlı topraklarındaki misyonerlere ait toplam
yabancı okul sayısı 2 bin civarında idi. Bunlara azınlıkların kendi okulları da
ilâve edilirse bu sayı 10 bine yaklaşmaktadır. (Prof. Ayten Sezer, Osmanlı
Döneminde Misyonerlik Faaliyetleri)
Görüldüğü
gibi, Osmanlı Devleti’ne ait mektep ve talebe sayısı misyonerlerinki ile
karşılaştırıldığında kıyaslanmayacak derecede zayıf kalmaktadır. Hocalarının
çoğunluğu rahip olan misyoner mekteplerinde eğitim gören Türk talebelerinin
menfi etkileneceği de tabiîdir. Böyle bir menfi etki bombardımanına hiçbir
millet dayanamaz. Osmanlı Devleti’nin son 200 yıl içinde bulunduğu siyâsî,
iktisadî ve içtimaî bunalımların ana nedeni budur. Beyni hasta olan, beyin fonksiyonlarını
günden güne yitirmekte olan bir bedenin diğer uzuvlarının sağlam olması ise
akıbeti değiştirmez. Osmanlı Devleti önce eğitim alanında hayatiyetini
kaybetmiş, kaçınılmaz son vuku bulmuştur.
Sonuç
1-Üç
kıtaya yayılmış Osmanlı topraklarında 1600’lü yıllardan itibaren açılmaya başlanmış
olan misyoner eğitim kurumları başta azınlıklara dinî hizmet görünümüyle
çalışırken sonradan faaliyetlerini siyâsî alana kaydırmışlardır. Osmanlı
tebaası olarak beş yüz sene birlikte yaşadığımız Rum, Ermeni, Bulgar, Yahudi ve
gayr-i Müslim diğer azınlıklar devlet aleyhine kışkırtılarak isyan ettirilmişlerdir.
İçeride azınlıkları bu şekilde yetiştirerek kışkırtan misyonerler, dışarıda da
Avrupa ve Amerikan kamuoyunun Türkiye aleyhine çevirmek için kendi
tahrikleriyle çıkan ayaklanmaların bastırılmasını “Türkler Hıristiyan ahaliyi
kesiyor” propagandalarıyla etkilemeye çalışarak Batı dünyasını Osmanlı Devleti
aleyhinde tavır almak üzere harekete geçiyorlardı. İyi yetiştirilmiş Ermeniler
ABD’ye götürülüyor ve çoğu Amerikan vatandaşlığına geçtikten sonra Osmanlı
topraklarına geri dönüyor ve özgürlük propagandası yaparak lehlerinde reformlar
yapılmasını istiyorlardı.” (Ercüment Kuran, ABD’de Türk Aleyhtarı Ermeni Propagandası,
Sempozyum, Sivas, 1985)
Aynı oyun bugün doğumuzda sergilenerek PKK eliyle vatanımız parçalanmak istenmektedir.
Çanlar
kimin için çalıyor?
2-Hıristiyan
devletler aralarında kavgalı olsalar da İslâm’a karşı birleşebilmektedir. Millî
Şairimiz Mehmed Âkif’in hatıratı buna misâl teşkil eder. Birinci Cihan Harbi
safhasında Avusturya’da (Viyana) seyahattedir Âkif. Avusturya, Almanya ile
birlikte müttefikimiz… Gece yarısı çanlar çalıyor, halk ise ellerinde
meşalelerle coşkuyla dolaşıyor. Hayret eden Âkif, aşağı inerek ne olduğunu
soruyor. Biri, “Bu gece bayram yapıyoruz. İngiliz general Allenby, Kudüs’ü
almış” diyor. Müşterek düşmanın galibiyetine seviniyorlar. Bu vaka bize, “küfrün
tek bir millet olduğu” hadîs-i şerifini hatırlatmaktadır.
3-Azınlık
okulları Osmanlı Devleti aleyhine birer fesat ocağı hâline gelmişlerdi. Ders
müfredatları, Türk düşmanlığı, Türk milletini ve Osmanlı Devleti’ni nasıl yok
edeceklerine dair konular ile doldurulmuştu. Müfredatlarında Türklerin ezel3i
düşman olduğunu propaganda etmek, Avrupa’yı Türklere düşman etmek, ekonomik
olarak zayıflatmak, Türk milletini ahlâk, milliyet, din, gelenekleri bakımından
çürütmek, küfrü öğretmek, küfrü Türkler arasında yaymak, Türkleri zinaya ve
diğer ahlâksızlıklara teşvik etmek, aralarında sevgi-saygı bağlarını koparmak,
hocaları içkiye alıştırmak gibi konular yer almaktaydı. (Süleyman Kocabaş,
Ermeni Meselesi Nedir, Ne Değildir; İstanbul, 1983, s. 97)
Kolejlerdeki
Müslüman talebelere, Batılı gibi çağdaş olabilmek için İslâm dininin ve
geleneklerinin engel olduğu telkiniyle Müslüman şartlanmasından uzaklaşılması
tavsiye ediliyordu. Osmanlı yönetimi ve padişahlarsa diktatör, zorba, halk
düşmanı gibi vasıflarla takdim edilmekteydi.
İkinci
Cihan Harbi’nde Nagazaki ve Hiroşima’ya atılan atom bombalarıyla perişan olan Japonya
teslim olduktan sonra, ilmi ve teknolojiyi öğrenmek için ABD’ye göndereceği
talebelere “Bu millet, pirincinden keserek Amerika’nın tekniğini öğrenmek için
sizi yurtdışına gönderiyor. Çok çalışarak okuduğunuz üniversiteleri iyi
derecede bitirip Japonya’ya dönüp hizmet edeceksiniz” diye telkin ediyorlardı.
Talebelerin ekserisi üniversitelerden ilk sıralarda mezun olup geri döndüler.
İyi derecelerde mezun olamayanlar ya üzüntüden harakiri yaptılar ya da mahcubiyetlerinden
geri dönemeyip Amerika’da kaldılar. Osmanlı Devleti’nin ilim tahsil etmek için
Avrupa’ya gönderdiği talebelerse Batılı ajanlarla ittifak yapıp devleti yıkmak
için kurgulanan plânlarda roller üstlendiler.
4-Misyoner
faaliyetlerinin 1829’da Yunanistan’ın, 1908’de Bulgaristan’ın ve Cihan Harbi’nde
Arap coğrafyasının Osmanlı Devleti’nden kopmasında ve sonunda da devletin
yıkılışında payı büyüktür. Bugün 23 milyon kilometrekarelik Osmanlı
topraklarında elliye yakın devlet bulunmaktadır. Amerikalı Dr. Earle’nin, “Misyonerler
ve din adamları dünyanın hiçbir ülkesinde Türkiye’deki kadar emperyalizme
hizmet etmemiştir” sözü, acı gerçeği ifade etmektedir.
5-Günümüzde
misyonerlik, dinî gayeden ziyade ticârî ve siyâsî kurum olarak faaliyet
göstermektedir. 1992 yılı verilerine göre misyonerlere ait 120 bin 880 kurum,
misyonerleri yetiştiren 99 bin 200 enstitü, misyonerlik faaliyetlerinde çalışan
meslekî misyoner 4 milyon 208 bin 250 kişidir. Bu misyoner kurumlarında 82
milyon bilgisayar, misyoner kurumlarında bir yıl içerisinde çıkarılan 88 bin 160
adet kitap, misyonerlik hizmetlerinde faaliyet gösteren 2 bin 340 radyo ve
televizyon istasyonu vardır. Misyonerler her yıl bedava 53 milyon İncil
dağıtmaktadır. Kilise okullarında okuyan 9 milyon öğrenci, bu kiliselere ait 10
bin 600 hastane, yine kiliselere ait 680 huzurevi ve 10 bin 50 adet eczaneleri
vardır. Hıristiyanlaştırma hizmet projelerinin bütçesi 163 milyar dolardan
fazladır. (Muhammet Umara, Müslümanların Hıristiyanlaştırılması, Denge Yayınları,
İstanbul, 1995)
6-20’nci
yüzyılda komünizmi büyük tehlike gören kapitalist Batı, ileri sürdüğü Yeşil
Kuşak Projesi ile İslâmiyet’in yanında görünüyordu. Komünizmin yıkılmasıyla
21’inci yüzyılda İslâm hedef gösterildi. Batılı siyâsiler, “Haçlı ittifakından”
söz eder oldular. Papa İkinci Jean Paul’un 24 Aralık 1999’da yayınladığı Yılbaşı
mesajındaki, “Birinci binyılda Avrupa Hıristiyanlaştırıldı. İkinci binyılda
Amerika ve Afrika Hıristiyanlaştırıldı. Üçüncü binyılda Asya’yı Hıristiyanlaştıralım”
ifadesi, bütün politikalarını açıklamıştır. Asya’nın Hristiyanlaştırılmasında Türkiye’nin
merkez kabul edilmesi plânları, memleketimizin istikbâlde karşılaşacağı
tehlikelerin habercisidir!
Yeni Papa’nın ilk defa Kuzey Irak’a yapmış olduğu ziyaret ve Iraklı yetkililerin içinde bulundukları gaflet ve de Arap coğrafyasındaki yöneticilerdeki zafiyet, Orta Doğu’da yeni dönemin tehlike çanlarının çaldığını duyurmaktadır!