Kaş ile Göz (5) - Ahtapotun kolları: Misyoner faaliyetleri

Milletin çoğunluğuyla seçilmiş olana sözde demek, millete hakaret etmektir. Yani denilmek isteniyor ki, “Siz sözde milletsiniz. Değersiz, boş, bir araya gelmiş kuru bir yığınsınız”… Bu millet sandıkta bunun cevabını verecektir elbet! Bakınız, buraya yazıyoruz; bunu söyleyenlerin siyâsî hayatı bitmiştir! İlk seçimde siyâset sahnesinden silinip gideceklerdir.

HIRİSTİYANLIĞI yaymak gayesiyle çalışan kimselere “misyoner”, yapılan faaliyetlere de “misyonerlik” denilmektedir. Hıristiyan olmayan memleketlerde bu gaye ile kurulan teşkilatlar da misyonerlik olarak adlandırılırlar. Fransızca “mission” kelimesinin mânâsı, “hususi vazife” (özel görev ve yetki) şeklindedir.

Her din mensubu, kendi dininin gelişmesini, çoğalmasını ve yükselmesini ister. Bu tabiî bir arzudur. Bizim burada misyonerlik faaliyetlerini tahlilimiz, dinî maske altında emperyalist amaç için çalışan, Müslümanlığı yok etmeyi, birliğimizi parçalamayı, istiklâlimizi esaret altına almayı baş hedef olarak almış sinsi faaliyetleri gün yüzüne çıkarmak üzeredir.

1299 yılında temeli atılan Osmanlı Devleti, 16’ncı asrın sonlarında üç kıtada 23 milyon kilometrekare araziye sahip muhteşem bir Türk devletidir. Bu geniş alan içindeki çeşitli dil ve renkteki milletlere İslâm dininin ana rükünlerinden olan adaleti mümkün mertebe tatbik etmeye çalışmıştır. Avrupa’da Viyana kapılarına dayanan temaslar neticesi, “Türk” adı Müslümanlıkla eşdeğer olarak, bayraktaki “hilâl” ise İslâmiyet’in sembolü olarak anılmaya başlanmıştır. Yakın tarihte Sırpların Bosna-Hersek’te Müslümanlara yapmış olduğu katliamların ana nedeni, o Müslümanların Türkleşmiş olarak vasıflandırılmalarıdır. İslâmofobinin alevlendiği günümüz Avrupa’sında “Türk” deyince akıllarına gelen mevhum, İslâmiyet’tir. Teke tek devlet gücüyle baş edemeyip birleşerek Haçlı ittifakıyla da muvaffak olamayınca, askerî kuvvetlerle başarı elde edilemeyeceklerini anladılar ve başka yollar (metotlar) aramak ihtiyacını duydular.

Bu sinsi usulün (metodun) ne olduğu, Sultan Mahmud devrinde patrik olan Gregorius’un zamanın Rus çarı Aleksandr’a yazmış olduğu mektupta açıkça görülmektedir. Türkleri dünya siyâsetinden ve askerî gücünden, hattâ müstakil (bağımsız) bir millet olmaktan mahrum bırakacak tavsiyeler ihtiva eden mektup, özetle şöyle devam etmektedir:

“Türkleri maddeten ezmek ve yıkmak mümkün değildir. Çünkü Türkler, çok sabırlı ve mukavemetli insanlardır. Gayet mağrurdurlar ve şahsiyet sahibidirler. Bu hasletleri (özellikleri), dinlerine bağlılıklarından ve kadere rıza göstermelerinden, ananelerinin kuvvetinden, padişahlarına, kumandanlarına ve büyüklerine olan itaat duygularından gelmektedir. Türkler, zekidir ve kendilerini müspet (doğru) yolda sevk ve idare edecek reislere sahip oldukları müddetçe de çalışkandırlar. Gayet kanaatkârdırlar. Onların bütün meziyetleri, kahramanlık ve şecaat duyguları ananelerine olan merbutiyetten (bağlılıktan) ahlâklarının salâbetinden (kuvvetinden) gelmektedir.

Türklerde evvelâ itaat duygusunu kırmak ve mânevî rabıtalarını kesretmek (bozmak), dinî metanetlerini zaafa uğratmak icap eder. Bunun da en kısa yolu, millî ananelerine ve mâneviyelerine uymayan haricî fikirler ve hareketlere onları alıştırmaktır. Türkler haricî muaveneti (yardımı) reddederler. Haysiyet hisleri buna mânidir. Muvakkat (belirli) bir zaman için zahirî kuvvet ve kudret verse de, Türkleri haricî muavenete (yardım almaya) alıştırmak lâzımdır. Mâneviyatları sarsıldığı gün Türkleri kendilerinden kalabalık ve zahiren hâkim kuvvetler önünde zafere götüren asıl kudretleri sarsılacak ve maddî vasıtaların üstünlüğü ile yıkmak mümkün olabilecektir.


Bu sebeple Osmanlı Devleti’ni tasfiye etmek için mücerred (yalnızca) olarak harp meydanlarındaki zaferler kâfi değildir. Hatta sadece bu yolda yürümek Türklerin haysiyet ve vekarını tahrik edeceğinden, hakikatleri görmelerine sebep olabilir. Yapılacak olan, Türklere bir şey hissettirmeden bünyelerindeki bu tahribi tamamlamaktır…

Mektuptaki tespitler, “mazimiz ve istikbâlimiz” hakkında çok önemli bilgiler taşıyor. Madde madde tetkik edilmeli, daha iyi anlaşılması için şu maddelere dikkat edilmeli:

1-İdarecilerine ve büyüklerine olan itaat duygusunun kırılması… Neden böyle bir isteği ilk sıraya koyuyor? Cevabı kendi içinde: “Türkler zekidir ve kendilerini doğru yolda sevk ve idare edecek reislere sahip olduklarında başarırlar” diyerek şu tavsiyeyi belirtiyor: “O hâlde baştakine tu kaka de, kötüle, iftira at, alay et, hakaret et…” Bu saldırı dışarıdan ve içeriden sürekli yapılsın ki milletin hafızasına yer etsin…

Şehit Abdülaziz Han’ın ve Sultan Abdülhamit Han’ın başına gelenler bu sinsi plânın ne derece başarılı tatbik edildiğini gösteriyor. Bulunduğu mâkâm itibariyle zafiyet derecesinde merhametli olan Sultan Abdülhamit, gaddar, zalim, diktatör, Kızıl Sultan ilân edilmedi mi? Avrupa basınında, içerideki gazete ve mecmualarda hep kötülenmedi mi? Bırakınız alt tabakadan bireyleri, muhafazakâr Millî Şairimiz Mehmed Âkif bile “onu gördüğünde kusacak derecede” nefret ettiğini beyan etmedi mi? Evet, muhtelif şiirlerinde, milletine eziyet eden zalim olduğunu yazdı. Meşhur hocalar bile aleyhindeydi. Sonraları davranışının hatâ olduğunu kabul eden Molla Sait bile onun istibdatçı olduğunu söylüyordu. 31 Mart günü halk ayaklandırılarak Yıldız Sarayı’na doğru nümayişe kalkıştırılıyor, siyâsî deha olan mazlum padişahın hâlline yol açılıyordu. Sultan Abdülhamit Han, 32 senelik uzun devlet başkanlığı döneminde yalnız bir kişinin idamını tasdik etti. O da ebeveynlerini öldüren bir câni idi. Hariçteki güçlü düşmanlar ve dâhildeki sinsi hainlerle ustalıkla mücadele edip boğuştu. Yerli yabancı bütün tebaasına “baba şefkati ile “ muamele etti. Öyle ki, kendisine suikast tertip eden komitacı Ermeni’yi bile affederek serbest bıraktı. Selânik’ten gelen, içlerinde başıbozukların, Sırp eşkıyalarının bulunduğu “Hareket Ordusunu” durdurmak için İstanbul ordu komutanının yalvarışlarına bile iltifat etmedi. Paşa, “birkaç saat izin vermesini, çapulcuları çil yavrusu gibi dağıtacağını” söylediği hâlde izin vermedi. Çünkü hatalı da olsa milletinin katledilmesine, kan dökülmesine engin merhametiyle dolu gönlü razı gelmiyordu.

Ah Abdülhamit Han ah! Hayatın boyunca hain tuzakları bertaraf ettin de sonunda büyük hata yaptın! Bu hata hem şahsının, hem de devletinin devrilmesine yol açtı. Eğer izin verseydin tarihin akışı değişebilirdi. Cihan harbinin çıkacağını tahmin ediyordun. Harbe girilmezdi ve şimdi daha geniş ve müreffeh vatanda ikâmet edebilirdik…


“Sözde cumhurbaşkanı” ne demek?

O tarihlerde Abdülhamit Han’a yapılan haksız ithamların, iftiraların benzerleri günümüzde Reisicumhurumuza yapılıyor. “Tek adam, diktatör, zorba”… Demek ki sinsi plân işliyor. Son zamanlarda bir yenisi eklendi: “Sözde cumhurbaşkanı”… “Sözde”, ne demek?

Milletin çoğunluğuyla seçilmiş olana sözde demek, millete hakaret etmektir. Yani denilmek isteniyor ki, “Siz sözde milletsiniz. Değersiz, boş, bir araya gelmiş kuru bir yığınsınız”… Bu millet sandıkta bunun cevabını verecektir elbet! Bakınız, buraya yazıyoruz; bunu söyleyenlerin siyâsî hayatı bitmiştir! İlk seçimde siyâset sahnesinden silinip gideceklerdir.

Evet, milletimiz zekidir, kendisini müspet yolda sevk ve idare edecek Reisicumhurunu seçmiştir. Son 10 yılda devletimiz malzeme ve aletlerle, üniversitelerle millî eğitimde; donatılan teknik cihazlarla inşâ edilen hastanelerle sağlıkta; yollar, köprüler, hava meydanlarıyla ulaşımda; gemisiyle, tankıyla, SİHA’sıyla, helikopterleriyle savunmada atağa kalkmıştır. Türkiye artık eskisi gibi değil. Gelişiyor, büyüyor, güçleniyor. Onun içindir ki, “habersiz gecelerde ansızın” teröristlerin inine girip dayak atıyor. Dünyanın iki süper devletine Suriye’de “hat” çiziyor. Mavi Vatan’a “göz” dikene “kaş” ablukası tatbik ediyor. Akdeniz, Karadeniz ve Ege’de sondaj yaparak yarının Türkiye’sini hazırlıyor.

2-Mânevî rabıtaları bozmak, dinî metanetleri zaafa uğratmak... Din bağlantılarının bozulması iki türlüdür: Mekân olarak kutsal yerlerin kutsiyetinin hafife alınması, alay edilmesi, kabul görmemesi… 1940’lı yıllarda tedrisattaki tarih kitaplarında Mekke-i Mükerreme ve Kâbe-i Şerif hakkında bilgi veriliyordu. İbrahim Peygamber’in oğlu İsmail Peygamber’i kurban etmek istemesi, Melek tarafından koçun indirilip kurban edilmesi, İbrahim ve İsmail Peygamber’in Kâbe duvarlarını örmeleri, Kâbe’nin kutsal yer olarak ziyaretinin ve haccın farz olması birkaç sahifede anlatılıyor. Fakat sonuna tek bir cümle ilâve edilmiş ki yandı keten helva: “Bütün bunlar uydurulmuş birer masaldır.”

Günümüzden 15 sene önce televizyonlarda haber olarak gösterildi; bir siyâsî partinin başkan yardımcısı, hacca gitmek isteyen bir partili ile konuşuyordu: “Niye hacca gidiyorsun? Orda peygamber seni bırakmaz. (Aklınca alay ediyor.) Vazgeç, gitme!”      

Din büyüklerine iftira atmak sûretiyle inançların sarsılması; Müslümanların Peygamber Efendimize (sallallahü aleyhi vessellem) bağlılığı bilindiğinden daha ziyade Ashab-ı Kirâm ve din âlimlerine yapılan iftiralar; Ashab arasındaki ihtilafları “dünyalık” şeklinde göstermek; İslâm âlimlerinin gayretlerinin, mal ve şöhret için yapıldığı izleniminin sağlanması; doğrudan reddetseler düşmanlıkları anlaşılacağından hâdiselere zihinleri bulandıracak ilâveler yapılıyor ki Müslümanların imanları sarsılsın, yavaş yavaş dinden uzaklaşsınlar…

3-Örf ve ananelerden uzaklaştırmak, ahlâkların bozulması, haricî fikir ve hareketlere alıştırmak… Asr-ı Saâdet’ten sonra, Emevî ve Abbasî döneminde İslâm’ın tebliği için zamanın iki büyük gücü, Bizans ve Pers İmparatorluğu ile yapılan savaşlar sonucu elde edilen zaferler neticesinde İslâmiyet geniş bir coğrafî alanda yayıldı. Buralardaki halk ya cizye vermek sûretiyle inancına ve hayatına devam etti ya da Müslümanların içtimaî davranışından, insanlara olan muamelesinden etkilenerek İslâmiyet’in hak din olduğunu anlayarak hidayete geldi. Silahın tesiri olmadan İslâmiyet’i kabul eden tek kavim, Türklerdir. Şaman olan bazı boylar hariç olmak üzere tek tanrı inancı zaten mevcuttu. İbrahim Aleyhisselâm ve ondan sonra gelen bir kısım peygamberin Orta Asya’da nüfuz etmesi söz konusudur. Allah-u Teâlâ, sade Ön Asya’ya değil, yeryüzünün bütün bölgelerine peygamberler göndermiştir. Bu bize Kur’ân-ı Kerim’de bildirilmektedir.

O tarihlerde Abdülhamit Han’a yapılan haksız ithamların, iftiraların benzerleri günümüzde Reisicumhurumuza yapılıyor. “Tek adam, diktatör, zorba”… Demek ki sinsi plân işliyor. Son zamanlarda bir yenisi eklendi: “Sözde cumhurbaşkanı”… “Sözde”, ne demek?

Müslüman olduktan sonra hayat tarzı İslâmi kâideler üzerine bina oldu. Örf ve ananeler tebdil edildi. Haram ve yasaklar sıkı bir şekilde tatbik edildi. Görünen en bariz husus, kılık ve kıyafetlerde “avret” yerlerinin örtülmesidir. Ebeveynlere ve büyüklere saygı ve hürmet, idarecilere olan itaatse zaten geleneksel olarak câri idi. Selçuklular, daha sonra da Osmanlılarda İslâm’a uygun içtimaî hayat disiplini, bölgesel farklılığa rağmen devam etti. Gayr-ı Müslim azınlıklar, inançlarında ve ananelerinde hür ve serbesttiler. Üç kıtaya nüfuz eden Osmanlı Devleti’nde idarî kanunnamelerin çoğalmasıyla birlikte “giyim ve kuşamda” da belirli nizamlar getirildi. Müslümanların ve diğer din mensuplarının giyimleri farklıydı. Karşıdan gelenin hangi inanç sahibi olduğunu anlardınız. Hattâ Müslüman unvan ve meslek sahipleri de kıyafetlerinden belliydi. Askerse hangi sınıftan, tüccar mı, esnaf mı, hangi meslek sahibi ise hangi sanatı icra ediyorsa, hangi ulema sınıfından ise kıyafetinden rahatlıkla anlardınız. Bu önemli

husus, kişinin içtimaî hayatta, bir yanlışlığa duçar olmadan kendisine çekidüzen vermesine imkân tanırdı.

Osmanlı Devleti’nin nihaî sınırlara ulaştığı, azınlıklarla birlikte halkın müreffeh ve adilâne yaşadığı Orta Çağ’da Avrupa’da taassup ve karmaşa hâkim idi. Kilisenin, krallar, fen adamları ve halk üzerindeki baskısı devam ediyordu. Hâkim sınıf olan rahipler gibi düşünmeyenler Engizisyon Mahkemelerinin işkencelerinde yola getiriliyor ya da yakılarak imha olunuyordu. Alman ve İngiliz bir kısım din adamları Papa’nın dini kendi menfaati için kullandığını anlamakta gecikmediler. Protestan ve Angelikan mezhepleri meydana geldi. Arkasından da mezhepler arası katliamlar… Meselâ 1572 yılında Saint Bartelemous Yortu günü Dokuzuncu Şarl’ın emri ile Paris ve civarında 60 bin Protestan öldürüldü. Orta Çağ Avrupa’sında uzun süre devam eden Engizisyon faciaları Fransa’da 1772, İspanya’da 1834, İtalya’da 1859 yılında ancak kaldırılabildi. Kilisenin Hıristiyanlığı korumak bahanesiyle işlediği cinayetler ilme ve akla ters düşen görüşler aksi tesir ederek, halkın dinden soğumasına, deizmin ve ateizmin doğmasına yol açtı. İdareciler ve aydınlar, Kilise’nin nüfuzunun tapınak duvarları içinde kalmasına, dışarıda hür düşüncenin tesisine karar verdiler. Kısaca “lâiklik” denen bu sistem Kıta Avrupası’yla birlikte yeryüzüne yayılmaya başlayacaktı. Fikrî serbestliyetle beraber fen sahasında çalışmalar hızlanıyor, yeni icatlarla birlikte teknik gelişim ilerliyordu. Deniz yolu ile coğrafî keşifler, hammadde rezervlerine ulaşılması, yağma ve talanlar Avrupa’yı maddeden güçlendirdi.

“Rönesans” denen değişimle atağa kalkan Avrupa, yukarıda saydığımız hususiyetlerin birleşimi neticesinde “Sanayi İnkılabı” yani insan gücü yerine “makine gücü” elde edecekti. Sanayi gücünü geç fark eden Osmanlı, savaş meydanlarındaki üstünlüğünü kaybetmişti ki akabinde de geriye dönüşün yolu açılmış olmaktaydı. Başta İngiltere olmak üzere Amerika ve Afrika’yı sömüren Avrupa devletleri, palazlanıp bu sefer gözlerini Osmanlı topraklarına çevirdiler. Hıristiyan azınlıklar onların giriş kapılarıydı. Haklarının ihlâl edildiği bahanesiyle müdahaleler, gün geçtikçe hızlanarak artacaktı.

Fen ilminden ve teknikten geri kalmışlığın ezikliğini yaşayan ve çevresinin etkisinde kalan Sultan İkinci Mahmud (1808-1839) Avrupaî birtakım yenilikleri çare olarak gördü.

Memlekette Batılı gibi olmak özentisi yer etmeye başlamıştı ve engel olarak örf ve ananeler ileri sürülüyordu. Osmanlı’nın Avrupa’daki sefirlerine ve devlet adamlarına yapılan telkin, “çağdaşlığın” Batılı düşünüş ve hayat tarzıyla mümkün olacağı düsturu (sloganı) idi. Batılı olmak, ileride de görüleceği üzere hep yanlış tatbik edilecek, ilmi ve tekniği almak yerine daha kolay olan “şekilcilik” tercih edilecekti. Sultan İkinci Mahmud, kılık kıyafette değişiklik yaparak Avrupalı görünüşlü bir asker sınıfı tesis ettirdi. Beri yandan misyonerlik faaliyetleri hızlanmış, Osmanlı’nın muhtelif şehirlerinde yeni mektepler açılarak buralardaki Hıristiyan talebeler ve halk, devlet aleyhine kışkırtılmaya başlanmıştı. Yerli rahiplerden de destek

sağlanıyordu. Patrik Gregorius’un önayak olması ve teşkilatlandırmasıyla 1821 yılında Mora’da “Patras Vakası” denilen isyan başladı; silahlanan Rumlar, Müslüman ahaliye ansızın saldırarak on binlercesini katletti. Devam eden isyanlar durdurulamadı. Başta Rusya olmak üzere Avrupa’nın müdahalesiyle Yunanistan Devleti kurduruldu. Yıl 1828…

Sultan İkinci Mahmud, yapmış olduğu kılık kıyafet düzenlemesinden bir fayda görmediği gibi, halkın kendisine taktığı “gâvur padişah” lakabını da boynuna alacaktı.

Reşid Paşa sahnede

Sultan Mahmud’un son zamanlarında ve ondan sonra yerine geçen Sultan Abdülmecid devrinin meşhur sadrazamı, Reşid Paşa’dır. Hırslı ve açıkgöz mizaca sahip olan Reşid Paşa (1800-1858), nüfuzlu yakınlarının da etkisiyle devlet kademelerinde hızla yükseldi. Paris ve Londra sefaretinde hizmet verdi. Avrupalı devlet adamlarıyla yakın temaslar kurdu; bilhassa İngiltere’deki sefirliği sırasında İskoç Mason Locasının üstadı Lord Stratfort R. Rading ile dostluğunu ilerletti. Medenî olmanın ve efendilerine hizmet etmenin esaslarını öğrendi. Avrupalı dostlarının reddolunmaz tavsiyeleri sayesinde sadrazamlığa getirildi ve ilk iş olarak efendilerine olan borcunu vergide büyük taviz sağlayan ticâret anlaşmasıyla ödedi.

İngilizler önce Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’yı Osmanlı Devleti’ne karşı kışkırttılar. Reşid Paşa, İngilizlerden yardım alacağı vaadiyle Sultan Mahmud’u ikna etti. 16 Ağustos 1838’de (Balta Limanı) bir ticâret anlaşması imzalandı. Bu anlaşmaya göre Osmanlı üreticisi ve tüccarını koruyan tekel usulü (gümrük) kaldırılarak dâhilde İngiliz ticâretinin hâkimiyeti sağlanmış oluyordu. Diğer bir maddeye göre, isteyen Avrupa ülkeleri de bu haktan yararlanabileceklerdi.

Çok geçmeden başta Fransa olmak üzere İsveç, Norveç, İspanya, Hollanda, Belçika, Danimarka ve Portekiz ile benzer anlaşmalar yapıldı. Esnafı ve tüccarı zayıflatmaya ve iflâsa sürükleyen, devletin gelirlerinin azalmasına ve iktisadının mahvına sebep olan bu anlaşma, fakirleşen devletin düzeni sağlamak için dışarıdan borçlanmasına neden olacak, gitgide artan borç yükünün altında Osmanlı’yı ezmeye mahkûm kılacaktı. Osmanlı’dan yana siyâset gütmeye çalışan Avusturya Başbakanı, anlaşma karşısında, “İşte Osmanlı şimdi bitti!” demiştir.

Reşid Paşa daha sonra içtimaî hayatın düzenlenmesini ele aldı. Hürriyet ve musavvat (eşitlik) düsturlarıyla farklı dinlerden ve ırklardan oluşan Osmanlı tebaasını hizaya getirecekti. Yunanistan’ı kaybetmenin üzüntüsüyle fazla yaşayamayan Sultan Mahmud’un vefatıyla yerine geçen genç sultan (16 yaşında) Abdülmecit’i ikna etmek kolay oldu. 3 Kasım 1839 tarihinde İstanbul Gülhane Parkı bahçesinde, yerli ve yabancı devlet adamlarının da bulunduğu kalabalığa, bizzat kendisinin okuduğu “Tanzimat Fermanı”nı ilân etti. Devletin zayıflamasının, kanunların eksikliğinden kaynaklandığını, milletin eşit olarak farklılık gözetilmeksizin yeni düzenlemelere tâbi tutulduğunu ve yapılması gerekenleri uzun uzadıya anlattı.

Cahil zannedilen millet, feraset sahibidir, yapılmak isteneni çarçabuk kavrar ve kestirmeden izah eder. Yaşlı bir dedeye bu fermandan ne anladığı sorulduğunda, “Bundan sonra gâvura gâvur denemeyecekmiş evlât!” der.

Tanzimat Ferman’ında eğitim ile alâkalı bir husus yoktu. Bilakis Reşid Paşa, Fatih zamanından beri medreselerde okutulan matematik, fizik, astronomi gibi fen derslerini “Din adamlarının fen bilgisine ihtiyacı yoktur” diyerek kaldırttı.

Tanzimat’la gayr-ı Müslim azınlıklara devlette memur olma yolu açıldı. Milleti parçalamak, Osmanlı’yı yıkmak isteyen zihniyetler devlet bünyesinde kadrolaşıyorlardı. Kanserli hücrelerin bedende yayılması gibi tehlike arz ediyordu bu durum. Fermanla vergi toplama sistemi de değişmişti. İltiza ve âşar kaldırıldı. Maliye memurları Müslümanlardan vergi alacak, Hıristiyanların verdikleri cizye ise kilise tarafından toplanacaktı. Bu usul kiliselerin güçlenmesine, Hıristiyan azınlıkların kilise merkezli teşkilatlanmalarına, sonra da hürriyet ve muhtariyet nidalarıyla isyana yol açacaktı.

Tanzimat Ferman’ında eğitim ile alâkalı bir husus yoktu. Bilakis Reşid Paşa, Fatih zamanından beri medreselerde okutulan matematik, fizik, astronomi gibi fen derslerini “Din adamlarının fen bilgisine ihtiyacı yoktur” diyerek kaldırttı.

Tanzimat’la yapılmak istenen, güya Müslim ve gayr-ı Müslim tebaa arasındaki farklılığı kaldırarak eşitliğin temin edilmesiydi. Hâlbuki her azınlık dini, dili, âdeti ve iç hukuku ile hür yaşamaktaydı. Halk içinde bir didişme, çatışma yoktu. Dolayısıyla düzenlemeye ihtiyaç da yoktu. Ancak Hıristiyanların daha fazla hak elde etmeleri, Müslümanlarla olan dayanışmasını bozmuş, siyâseten ve iktisaden zenginleşen azınlıkların, Batılı devletlerin kışkırtmalarıyla isyan etmelerine zemin hazırlamıştır. Nitekim aynı kafayla hareket eden İttihat-Terakki devrinde Balkanlarda isyanlar başlamış, birer eyalet olan Yunanistan, Arnavutluk, Sırbistan ve Bulgaristan birer devlet hâline gelmiştir. Ve orada milyonlarca Türk tecavüze uğramış, işkence görmüş, öldürülmüştür.

Tanzimat Fermanı’ndaki vahim hataları gören Avusturya Başbakanı Metternich, Osmanlı devlet yöneticilerini uyarmak ihtiyacını hissetmiştir. Yapılan yanlışlığı uzunca anlatan metnin birkaç cümlesini iktibas etmeyi yeterli görüyoruz:

“Âdet ve maişet tarzlarınıza uygun olmayan bir idare usulü kurarak eski idareyi yıkmayınız! Avrupa medeniyetinden sizin kanun ve nizamlarınıza uymayan kanunları iktibas almayınız. Zira Batı kanunları, hükûmetinizin temelini teşkil eden kanunların usul ve kaidelerine asla benzemeyen kaideler üzerine kuruludur. Batı memleketlerinde esas olan şey, Hıristiyanlık kanunlarıdır. Siz Türk kalınız!”

Yabancı idarecilerin gördüğü hususları görmeyene yuh olsun!

Tanzimat’ın ve Balta Limanı Ticâret Anlaşması’nın getireceği yıkımı görmeyen Osmanlı idarecileri ya ahmaktır, ya hain. Reşid Paşa çok zeki bir insandır; İngilizler onu çok sevmiş, “Koca” (Büyük) lakabını takmışlardır. Evet, Osmanlı tarihinde devlete en büyük zarar veren ve en büyük hain, Reşid Paşa’dır!

Cumhuriyet döneminde ilk dış borç, İnönü Hükûmeti devrinde ABD’den alınan 10 milyon dolardır. Türkiye 11 Mart 1947’de kurulan IMF’ye, 10 gün sonra 43 milyon dolar ile üye oldu. İlk kredi 1961 yılında, ihtilâlden sonra alındı! 

IMF borcunu kim sıfırladı?

4-Türkleri haricî muavenete (yardım almaya) alıştırmak… Neden yardım almaya teşvik edilmesi isteniyor? Malî sıkıntılarını borç alarak ödemeye alıştırılan, devamlı aynı istekte bulunacaktır. Alınan borçları ödemede zorlanınca veya ödeyemeyince, paranın yanında önce rica, sonra tavsiye, daha sonra emir olarak karşısındakinin emelini yerine getirmek zorunda kalacaktır.

İngilizlerle hemhâl olan devlet adamlarımız sayesinde, 1838 yılında Balta Limanı Ticâret Anlaşması imzalandı. İngiltere’den Osmanlı’ya gelecek mallara çok düşük oranlı ve tek tip bir verginin uygulanması kuralını da getirdi. Oysa Osmanlı, kendi ülkesinde ürettiği malları bir şehirden diğer şehre gönderirken iç vergiye tâbi tuttuğundan, malın fiyatı çok artmaktaydı. Bu durumda halk, ucuz olan yabancı malları tercih etmekteydi. İngiltere’ye tanınan ayrıcalıklar, irili ufaklı bütün Avrupa devletlerine de tanındı. Böylece Osmanlı’nın el-ev tezgâhlarına dayalı ve üstelik pahalı olan küçük sanayii çökerken, ülke, Batılıların bir yarı sömürgesi hâline getirildi. (Halit Çiçek, Osmanlı İmparatorluğunda Mali Bunalım, Selçuk Üniversitesi SBE Dergisi, 2000, sayı 6, sh-69.)   

Bunun neticesinde yabancı tüccarlar zenginleşirken, yerli esnaf gerileyerek iflâsa doğru sürüklenmektedir. Genelde millet ve devlet için tehlike kapıda demektir. Dış ticâretten alınan vergilerin bu anlaşma uyarınca azalması devlet bütçesinin açıkları ile birleşince, Osmanlı İmparatorluğu büyük bir mali kriz ile karşı karşıya kalmıştır. Dolayısıyla 1838 Ticâret Anlaşması ile kabul edilen maddeler, Osmanlı Devleti’nin bir dış ticâret bağımlılığı içine girmesine neden olmuştur. Bu anlaşma ile Osmanlı hammaddeleri dış ticârete açılmış, yabancı tüccar karşısında yerli tüccar tam bir vergi hezimetine uğramıştır. Böylece Osmanlı toprakları ithal mallarla dolmuş, yerli tüccar hızla ortadan kalkmıştır. Osmanlı ekonomisinin kötüye gidiş eğiliminin bir çöküş şekline dönüşmesi, Sanayi Devrimi’nin yaşandığı döneme denk gelmektedir. 1838 Balta Limanı Anlaşması, bu çöküşün resmî belgesi olarak tarihe geçmiştir. (A. Mesut Küçükkalay, Avrupa ve Osmanlı Devleti, Konya, 2001, sh-313.)

İlk defa 1854 yılında, Kırım Savaşı başlangıcında İngiltere’den 200 bin sterlin alındı. Bu, Osmanlı İmparatorluğu’nun bilinen ilk borcudur (Türkiye Maliye Tarihi Maliye Bakanlığı Tetkik Kurulu, Neşriyat No:178-179). 1854-1875 arası 127 milyon lira borç alınmıştır. 20 Aralık 1881’de Osmanlı Hükûmeti’nin dış borcu 219 milyon 938 bin 559 Osmanlı lirasıdır. Bu tarihte “Muharrem

Kararnamesi” ile indirime gidilerek toplam dış borç 141 milyon 505 bin 309 lira olarak tespit edildi. Bu kararnamenin 15’inci maddesine göre Osmanlı Devleti, dış borç ödeyememesi sonucu borç ödemelerini garanti altına alacak olan vergi kaynaklarının toplanması ve yürütülmesi işlerini “Düyun-u Umumiye”ye bırakmıştır. Türkiye Düyun-u Umumiye olan borcunun son taksitini 25 Mayıs 1954’te ödemiştir.

Cumhuriyet döneminde ilk dış borç, İnönü Hükûmeti devrinde ABD’den alınan 10 milyon dolardır. Türkiye 11 Mart 1947’de kurulan IMF’ye, 10 gün sonra 43 milyon dolar ile üye oldu. İlk kredi 1961 yılında, ihtilâlden sonra alındı! Sonraki hükûmetler borç almak için Avrupa’yı turlamayı görev saymışlar, aldıkları borçları bir maharetmiş gibi anlatmışlardır.

Altı kere gidip yedi kere gelen Demirel, kendi deyimiyle devleti “70 sente muhtaç” hâle getirdi. Borç almak için yardımcılarını yaban diyarlarda kapı kapı dolaştırırdı. Halkçı Başbakanımız Ecevit ise, milleti kurtarmak için geldiği iktidarda, devlet ekonomisinin ev ekonomisi gibi kolay olmadığını gördü. Memur maaşlarını ödemek için “Dostum” dediği Alman Şansolye Hans Smidith’e koşmuştu. Hans’tan para yerine nasihat alan Ecevit, elini Lüksemburg’a uzattı. Lüksemburg denilen devletse (o vakit) 500 bin nüfusla, Konya ilimizden küçük bir devlet. Oradan 750 bin dolar hibe alan Ecevit’in sevinci görülmeye değerdi. Lüksemburg Dışişleri Bakanı Polfer, Türkiye’ye ziyarete geldiğinde devlet yetkilileri ile görüşmeden önce HADEP’le (şimdiki HDP) görüşüp gözaltına alınan belediye başkanlarının salıverilmesine dair demeç verince, Bay Ecevit fena bozulmuştu. E, atalarımız boşuna dememiş, “Parayı veren düdüğü çalar”…

Ekonomik kriz kendi krizine eklenince hepten bunalan Ecevit, kurtuluşu Dünya Bankası’nda çalışan Kemal Derviş’i çağırmada buldu. IMF sözcüsü Derviş, IMF’den borç alabilmesi için 15 şartının acilen kanunlaşmasını istemez mi? Emperyalizmle mücadele edeceğini söyleyenler, onun kucağına oturmaya razı oldular. IMF’nin patronluğunda Türkiye, faizlerini bile ödeyemeyecek durumda borçlanmaya devam etti. Tâ ki AK Parti iktidara gelene dek…

AK Parti hükûmeti, 23 buçuk milyar dolarla borcu devraldı. 11 yıl sonra borcu sıfırlamak, şimdiki Cumhurreisimiz Recep Tayyip Erdoğan’a nasip oldu. 14 Mayıs 2013 tarihli grup toplantısında Başbakan Erdoğan şöyle konuştu: “Bugün Türkiye’de tarihe tanıklık ediliyor. Büyüyen, güçlenen Türkiye yolunda çok önemli bir aşamaya geçtik!” Erdoğan ayrıca, Türkiye’nin artık IMF’ye borcu olan değil, tam tersine IMF’ye borç vermek için müzakereler yürüten bir ülke olduğunu belirtmişti: “Rabbim bizlere o günleri tekrar yaşatmasın! Bizleri IMF önünde borç beklentisi içindeki ülke konumuna düşürmesin!”

Evet, Türk milleti zekidir, kararlıdır. Yapmış olduğu seçimle haklılığını ispatlamış olan Reisicumhurunu büyük bir özgüvenle desteklemeye devam edecektir.


Muavenet muhribi neden vuruldu?

Bu bölümde kullanılan “muavenet” kelimesi size bir şeyler hatırlatıyor mu?

Açıklayalım...

1992 yılında Ege Denizi’nde NATO Kararlılık Gösterisi-92 Askerî Tatbikatı yapılıyor… 1 Ekim gecesi Amerika Saratoga uçak gemisinden atılan 2 adet füze, “Muavenet” adlı gemimizi vurarak batırıyor. Amerikalı yetkililer “Kaza ile oldu” deseler de doğru değil! Zira ateşleme olabilmesi için altı aşamalı onaydan geçmesi lâzım. Bu da kaza ihtimâlinin sıfır olduğunu gösteriyor. Gemi komutanı dâhil, beş şehit verdik. 22 de yaralı var. Facia daha büyük olabilirdi. Çünkü gemide yaklaşık üç yüz mürettebat bulunuyordu. ABD Dışişleri Bakanı Lawrence, Washington Büyükelçimiz Nüzhet Kandemir’e sadece “Geminizi batırdık, özür dileriz” dedi. Devrin Başbakanı Demirel’in tepkisi ise “Üzücü bir kaza” demekten ibaretti.

Şehit yakınları ve gaziler, Amerikan mahkemesine tazminat dâvâsı açtılar. Türk Hükûmeti taraf olmadı. Mahkeme, “hâdise askerî değil, siyâsî olduğundan dâvâya bakılamayacağına” karar verdi.

Peki, durup dururken neden bu saldırı yapıldı?

Türk kamuoyunda uzun süre tartışıldı olay. Televizyonda konuşmacılar, gazetelerde yazarlar ikna edici bir cevap veremediler. Genel kanaat, Amerika’nın Irak’taki hareketine Türkiye’nin müdahil olmaması için “gözdağı vermesi” yönündeydi. Bu mantıklı ve yeterli bir açıklama değildi. Çok az kimsenin bildiği ve sonradan açığa çıkan gerçekse şöyle:

O tarihlerde silahlı kuvvetlerimiz PKK teröristlerine karşı Kuzey Irak’ta harekâtlarda bulunuyordu. Bölgede bulunan Amerikan Çekiç Güç’ünün bundan rahatsız olduğu belliydi. Zaten basında Çekiç Güç’ün teröristlere mühimmat yardımı yaptığı sık sık gündeme gelmekteydi. Yine sınır ötesi bir harekâtta PKK’lı teröristler sıkıştırıldılar. O esnada havada peyda olan iki Amerikan helikopterinden birliklerimize, geri dönmelerine dair anons yapıldı. Bizimkiler karışmamalarını isteseler de teröristlerin koruyuculuğunu yapan helikopterlerin niyeti kötüydü. Öndeki helikopter vurularak düşürüldü, arkadaki ise selâmeti kaçmakta buldu. İşte bundan sonra “Muavenet” hâdisesi vuku buldu. Yani intikam alındı.

24 Ocak 1993 tarihinde, Amerikan ajanı FETÖ’cülerle PKK’nın iş birliği içinde olduğunu açıklama aşamasında olan Uğur Mumcu, bombalı suikastla öldürüldü. 17 Şubat 1993’te Orgeneral Eşref Bitlis Paşa, uçağı düşürülerek şehit edildi. Eşref Paşa, Irak’ın kuzeyindeki PKK yapılanmasını bitirecek sınır ötesi harekât hazırlığındaydı...

Bütün bunlar gösteriyor ki, sözde müttefikimiz, o tarihlerde doğu sınırımızda bir terörist devlet kurmayı kafasına koymuş. Pentagon’un uzun vadeli plânlar yaptığı zaten biliniyor. Günümüzde yaşananlar da bu plânı hayata geçirme çabasından başka bir şey değil. Amerika’nın, daha doğrusu İsrail’in amacı, doğumuzu da içine alan ezelî “Arz-ı Mev’ud” idealini gerçekleştirmektir. (Devam edecek...)