Kaş ile Göz-2: Örtülen zaferler

Hamidiye, Yunan donanmasına görünmeden Adriyatik’e 11 Mart 1913’te varmayı başarır. 13 Mart’ta karşısına çıkan Yunan Leros şilebini esir alır. Personelini sorguya çekerek Adriyatik’teki Yunan gemilerinin yerini ve sayısını öğrenir. Şilebi mahmuzlayarak batıran Rauf Bey, karşı atağa geçecektir. Yunanların savaş malzemesi ve asker taşımakta kullandığı yedi gemiyi de denize gömerek Yunan lojistik desteğine ağır kayıplar verdirmiş olur.

BİR flaş haberle başlayalım: Yunanistan Cumhurbaşkanı Katerina, Meis (Göz) adasındaki askerlerini 13 Eylül 2020 tarihinde ziyarete geldi. (Bu isim bana hep, ordusunu kurtarmak için Baltacı Mehmet Paşa’nın çadırına girdiği söylenen Rus Çariçesini çağrıştırıyor.) Bu yakın ziyaret, tabiî ki bir anlam taşıyor. Blöfü görmek gerekiyordu. Savunma Bakanımız Hulusi Akar, aynı gün Antalya’nın Kaş ilçesine hareket etti.

Şimdi diyeceksiniz ki, “Bunda flaş haber nerede?”. Televizyonda haber verilirken, Sayın Bakanımızın bir eski subayımız olan “Mustafa Ertuğrul”un kabrini ziyaret ettiği bilgisi veriliyordu. Arkasından verilen bilgi, beynimde şimşekler çaktırdı: “İlk uçak gemisini batıran Türk zâbiti…”

-Uçak gemisi mi? Kimin gemisi? Ne zaman batırıldı?

Yaşımız ileri sayılır. Basını da takip etmeye çalışırız. Eh, tarihe de merakımız vardır. Mümkün mertebe araştırır, okuruz. Fakat şimdiye kadar bu hâdiseden neden haberimiz olmadı? Televizyonda “spot” olarak verilen haber tekrarlanmadı da. Birilerinin gündeme getirdiğini de görmedik. Bu çok mühim bir hâdise idi. Dünya savaş tarihinde bir uçak gemisini ilk defa batıran, bir Türk subayı idi. Hemen araştırmaya koyulduk…

Mustafa Ertuğrul

Tarih, 9 Ocak 1917… Birinci Cihan Harbi’nin son dönemleri… İngiliz uçak gemisi Ben My Chree, Fransız garnizonuna erzak ikmâli yapmak için Meis (Göz) limanına demirliyor. Karşı kıyıda yani Kaş tarafında Topçu Mülâzım (Teğmen) Mustafa Ertuğrul, gemiyi yakın takibe alıyor.

Ben My Chree, eni 14, uzunluğu 114 metre ve 3 bin 888 ton ağırlığında bir uçak gemisi. Mustafa Ertuğrul, bir manga (takribî yirmi er) birliği ve 4 adet 7.7’lik top bataryası ile mevzilendi. Tetkiklerin müsait olduğunu gören Ertuğrul, ateş emrini verdi.

-Atışlar tam isâbet! Bye bye Chree…

Mustafa Ertuğrul (1893-1961), Girit adasının Hanya şehrinde doğdu. (Bu da bizim “Kaş ila Göz (1)” anlattığımız, Osmanlı Devleti devrinde adaların Türk olduğunu ispatlamaktadır.)1912 yılında Harp Okulu’ndan topçu subayı olarak mezun oldu. Çanakkale Savaşı’nda 27’nci Alay’da düşmana karşı savaştı. Göstermiş olduğu başarılarla birçok madalya aldı. Şimdi de Kaş’ta, dünyada bir uçak gemisini batıran ilk kişi ve bir Türk subayı olarak adını tarihe yazdırıyordu.

Peki, ama neden bu harikulâde başarıyı daha önce duymadık? İngilizlere karşı ayıp olurdu da ondan... Koskoca “güneşi batmayan krallığın” bir uçak gemisi, ufak bir Türk birliği tarafından batırıldığı cümle âleme ilân olunsun, hiç olacak iş mi? Sonra İngiliz muhibbanı bunu nasıl izah eder?


Dünyada ilk defa bir uçak gemisini batıran Türk subayı Mustafa Ertuğrul. Mustafa Ertuğrul, bu zor işi karadan atılan top ateşi ile gerçekleştirmiştir.

Mustafa Ertuğrul’un kahramanlıkları devam edecek…

İngiliz ve Fransız savaş gemileri, Ege’de, yiyecek taşıyan Türk yelkenlilerine el koyuyor, kıyılardaki liman ve şehirleri bombalıyordu. Ertuğrul’un yeni hedefi bunlardı. Fransız savaş gemisi Paris-II, 13 Aralık 1917’de, Kemer yakınlarındaki Ağva koyuna yanaşacaktı. Ertuğrul, ekibiyle pusudaydı. Toplar ateşlendi. Sekiz metre genişliğinde, elli metre uzunluğundaki Fransız gemisi, Akdeniz’in sularına gömüldü.

-Adieu Paris-II!

Denize atlayan mürettebatın kaptanı, birkaç subay ve erler teslim alındı.

Ertuğrul’un kahramanlıkları bununla da bitmiyor. Adı düşman donanması tarafından duyulmuştu. Savaş gemileri Ege kıyılarına eskisi gibi yanaşamıyorlardı. Açık denizde korsanlıklarına devam ettiler. Erzak taşıyan yelkenlileri durdurup boşaltıyorlardı. Karadan denize ateş menzilinde savaş gemisi bulamayan Ertuğrul’un canı fenâ sıkılmıştı ama ne yapsın, düşman gemilerini korkutmuştu, ihtiyatlı davranıyorlardı.

Aklına parlak bir fikir geldi. Madem düşman yanaşmıyordu, o yanlarına gitmeliydi. Üstlerinden izin aldı. Plânını tatbike koyuldu. Yelkenliyi portakal sandıklarıyla doldurdu. Alttaki sandıkların birinin içine düzenekle birlikte dinamitler yerleştirildi. Yelkenli denize açıldı. Karşısına Fransız savaş gemisi Alexandra çıktı. Tarih, 8 Mart 1918… Daha önce tembihli olan tayfa, denize atlayarak yelkenliden uzaklaştı. Portakal sandıklarıyla dolu ganimeti gören Fransızlar sevindiler. Biri yelkenliye inerek içeriyi araştırdı. Alınan numuneler, gemi doktoru tarafından tetkik ettirildi. Portakallar temizdi. Sandıklar gemiye aktarılmaya başlandı. Sıra dinamit dolu sandığa geldiğinde büyük bir patlama duyulacaktı. Su alan gemi, Akdeniz’in sularına gömülüyordu…

-Sana da adieu Alexandra!

Küçük bir topçu birliğiyle üç savaş gemisini batırarak destan yazan, Millî Mücadele’de de yararlılıklar gösteren Mustafa Ertuğrul, yüzbaşı rütbesinde emekliye ayrılacaktı. Antalya’da, 1961 yılında vefat etti.

Kahramanlıklarla dolu hayatına yeni vâkıf olduğumuz bu subayımız gibi nice kahramanlarımız vardır. Bunların bir kısmı meçhul kalmış, bir kısmı ise gün yüzüne çıkarılmışsa bile yeterince aydınlatılmamıştır. Hamidiye kahramanları ve Kutü’l-Amâre muzafferleri gibi…

Hamidiye Kahramanı

Sultan Abdülhamit’in İngiltere’ye sipariş verilerek yaptırdığı kruvazör, 1905 yılında İstanbul’a getirildi.

Uzun süre Haliç’te demirli kalan gemi, Balkan Savaşı çıkınca görevine başladı. Gemi komutanı, Millî Mücadele’de de adını duyuracak olan Hüseyin Rauf (1881-1964) Bey’di. Rauf Bey, Bahriye Mektebini ve Mühendishâne-i Bahri-i Hümayununu bitirip deniz subayı olarak donanmaya katılmış, ABD ve Almanya’da deniz eğitimi çalışmaları yapmıştır.

1912 Balkan Savaşı’nda Karadeniz’e açılan Hamidiye, Bulgar gemilerini kovalayarak limanları bombalayacaktı. 21 Aralık 1912 gecesi bir Bulgar torpil gemisi tarafından vuruldu. Kaptan Rauf, baş tarafı tamamen suya gömülü hâlde gemiyi İstanbul’a getirmeyi başardı. Haliç’te onarıma alındı.

Ocak 1913’te Ege Denizi’nde görev alan Rauf Bey, Marmara’dan Çanakkale’ye doğru hareket etse de bu gelişi haber alan Yunanistan’ın beş muhribi, Çanakkale çıkışında beklemekteydi. Düşmanla karşı karşıya geldiklerinde Hamidiye’den dumanlar yükselmeye başladı. Kaptan Rauf, İstanbul’a şifresiz bir mesaj çekti. Gemide yangın çıktığı, ağır hasar aldığı, geriye dönüleceği bildirildi. Güvertesi tamamen dumanlarla kaplanmış olarak tornistan eden gemiyi gören Yunan muhripleri, (mesajı da dinlediklerinden) Hamidiye’nin iş göremeyeceğine karar verip uzaklaştılar. Hüseyin Rauf Bey, böylece düşmanı aldatmıştır. Güvertede benzin döktürüp yaktırdığı şilteleri denize atıp Ege’deki yoluna devam eder.

Ege’de akına çıkan Hamidiye, Yunanistan’ın Syrus adasındaki barut ve dinamit fabrikasını bombardımanla yerle bir ettikten sonra ünlü “Makedonya” kruvazörünü batırdı. Daha sonra rotasını doğuya, Anadolu’ya paralel hareketle güneye çevirerek Mısır’a yöneldi. Amacı kömür ihtiyacını hâlletmekti. Port Said Limanı’nda yakıt ikmâli yaparken, İngiliz Hükûmeti’nin Mısır temsilcisi Hamidiye’ye gelerek, bir an önce limanı terk etmesini, yoksa İngiliz donanmasının işe karışacağı tehdidinde bulundu. Rauf Bey’in cevabı gayet netti: “Buraya gelecek İngiliz filosuyla hesaplaşmaya hazırız. İngiliz filosunun geleceği varsa göreceği de vardır ekselans!”


Kahraman Hamidiye Kruvazörü…

Yakıt ikmâlini tamamlayan Hamidiye, halkın Yunanlarla savaşan bu gemiye gösterdikleri sevgi ve tezahüratla limandan ayrılarak Akdeniz’e açıldı. Bir hafta süreyle fırtınaya tutulan gemi, 14 Şubat’ta Malta’nın La Valetta Limanı’na sığındı. Uluslararası hukuka göre tarafsız ülkelerde ancak 24 saat kalınabilmektedir, ancak makine arızası müstesna. Rauf Bey tabiî ki bu istisnadan faydalanarak üç gün kazanacak, bu arada da yakıt ikmâlini yapacaktı. Hamidiye’nin Malta’da olduğunu haber alan Yunan donanması, Ege’de vaziyet almıştı. Yunanlar bekleyedursun, Hamidiye, 17 şubat 1913 günü Malta’dan ters istikametle hareket ederek 22 Şubat’ta Gazze’ye gelecek, Hayfa Limanı’nda demirleyerek yakıt ikmâli yapacak ve buradan da Suriye’nin karasuları içindeki Arvat adasına geçecektir. Amacı, adadan aldığı 50 ton cephaneliği Arnavutluk’ta tecrit edilmiş olan Garp Ordusuna yetiştirmektir.

Hamidiye, Yunan donanmasına görünmeden Adriyatik’e 11 Mart 1913’te varmayı başarır. 13 Mart’ta karşısına çıkan Yunan Leros şilebini esir alır. Personelini sorguya çekerek Adriyatik’teki Yunan gemilerinin yerini ve sayısını öğrenir. Şilebi mahmuzlayarak batıran Rauf Bey, karşı atağa geçecektir. Yunanların savaş malzemesi ve asker taşımakta kullandığı yedi gemiyi de denize gömerek Yunan lojistik desteğine ağır kayıplar verdirmiş olur. Dıraç’taki Sırp kuvvetlerinin karargâhı da Hamidiye tarafından bombalanacak, büyük zayiat meydana verilecektir. Singin’de beş Sırp nakliye gemisi de denizi böylece boylamıştır.

Hedeflerini târumâr eden Hamidiye, İtalya’ya yakın seyrederek Akdeniz’e açıldı. Rotasını Mısır’a çeviren Rauf Bey, ikmâl için İskenderiye Limanı’na ulaştı. Beş ay daha Akdeniz’in çeşitli bölgelerinde dolaşan Hamidiye, başarılı faaliyetlerden sonra İstanbul’a geri döndü. 7 Eylül 1913’te, Yeşilköy’de büyük bir törenle karşılanan Hamidiye, “Kahraman” unvanını aldı. Zeki ve cesur kaptanı “Hüseyin Rauf” ise tarihe “Hamidiye Kahramanı” olarak adını yazdırdı.

Hamidiye’nin Ege ve Akdeniz’deki akınları tam 7 ay 24 gün sürdü. Bu süre zarfında faaliyetleri dünya basınında büyük bir alâka ile takip edildi. Nerede kaybolup nerede göründüğüne dair haberler yarış hâlinde kitlelere aktarılmaktaydı. Sultan Abdülhamit’in Balkanlardaki siyâsetini terk eden İttihatçı kadro, çıkan isyanlar netîcesinde hem asker, hem toprak kayıplarıyla büyük bir hezîmete uğramıştı. Ancak Hamidiye’nin Ege ve Akdeniz’deki harikulâde başarıları yurt dâhilinde kalpleri ferahlatacak, gelecek için ümit ışığı olacaktı.

Hamidiye Yeşilköy önlerinde görüldüğünde, vapurlar, mavnalar, yelkenliler ve sandallar etrafını saracak, sahilde coşkulu kalabalık, tepelerde, ağaçlarda, balkonlarda, çatılarda insanlar görülmemiş bir sevgi seli şeklinde âdeta deniz ile bütünleşecekti. El sallayanlar, alkışlayanlar, haykıranlar, ağlayanlar hep aynı lâfzı tekrarlıyorlardı: “Kahraman Hamidiye! Kahraman Hamidiye!”


Kutü’l-Amâre Zaferi

Kutü’l-Amâre’yi duydunuz mu? Burada da nice kahramanlar var. Kutü’l-Amâre Savaşları, Birinci Dünya Harbi’nde Çanakkale’den sonra kazandığımız ikinci büyük zafer. Bundan kaçımızın haberi var? Son seneler hâriç, yeterince duyuruldu mu? Yapılmadı maalesef!

Kutü’l-Amâre, Irak’ın doğusunda, Dicle nehri kıyısındaki Kut şehri havalisidir…

İngiliz 6’ncı Tümeninin Bağdat’a hareketiyle çatışmalar başladı. İngiliz birliğinin komutanı Tümgeneral Townshend (22 Kasım 1915), Selman-ı Pak Muharebesi’nde Ordumuza yeniliyor ve geri çekilerek Kut’ta mevzileniyor. İngilizlere yardıma giden General Aylmer komutasındaki Tigris Kolordusuyla askerlerimiz, 6 Ocak 1916 tarihinde Şeyh Saad bölgesinde yaman bir muharebeye tutuşuyor. Dört bin askerini kaybeden İngilizler geri çekilmek zorunda kalıyorlar. 13 Ocak’ta hücûma kalkan İngilizler, Vadi Muharebesi’nde bin altı yüz zayiat veriyorlar. 21 Ocak 1916 Hannah Muharebesi’nde ise 2 bin 700 asker kaybederek ricat ediyorlar. 8 Mart 1916’da tekrar hücûma kalkan General Alymer’i, Albay Ali İhsan Bey komutasındaki 13’üncü Kolordu, Sabis mevkiinde durduruyor ve çetin bir çatışma netîcesinde İngilizler 3 bin 500 zayiatla geri çekiliyorlar… Ve arka arkaya yenilen General Aylmer, görevinden azlediliyor.

6’ncı Ordu komutanlığına getirilen Halil Paşa, Kut’ta yerleşmiş olan General Townshend’i muhasara altına alıyor. Townshend kara kara düşünüyordur ki yardıma gelen kuvvetler yenilmiş ve geri püskürtülmüşlerdir. İçeride erzak tükenmek üzeredir, askerlerinin morali bozuktur. Aklına kendince parlak bir fikir gelir. İngiliz siyâset hinliğine müracaatla, Halil Paşa’ya özel bir elçi gönderir. Beraberinde bulunan 13 bin kişilik ordusunun Hindistan’a gitmesine müsaade buyurmasını, bunun karşılığında 1 milyon İngiliz lirası vermek teklifinde bulunur. Bununla Halil Paşa’nın paraları cebine indireceği, kendisinin de şerefini ve ordusunu kurtaracağı düşüncesindedir. Ancak Halil Paşa durumu telgrafla Genelkurmay’a bildirir. Gelen cevap net ve kesindir: “Siyâseten İngilizlerin hoşuna gidecek işler yapmaya mecburiyetimiz olmadığı gibi, paralarına da ihtiyacımız yoktur. Ordusunu kâmilen teslim etmek üzere, yalnız Tümgeneral Townshend’e şahsen müsaade edilebilir. Bundan başka hiçbir şart kabul olunamaz!”

Tümgeneral Charles Vere Ferrers Townshend’e teslim olmaktan başka bir yol kalmamıştı. Altıncı Ordu Komutanı Halil Paşa, 16 Nisan 1916’da Genelkurmay’a gönderdiği telgrafta, “13 bin 794 mevcûdunda olan mahsur Tümgeneral Townshend’in ordusunu harp esiri olarak bu sabah teslim almaya başladığımızı arz ederim” ifadesini kullandı.

Halil Paşa, Altıncı Ordu’ya yayınlandığı bildiride de şu bilgileri veriyordu: “Orduma: Aslanlar! Bütün Osmanlılara şeref ve şan, İngilizlere kara meydan olan şu kızgın toprağın güneşli semâsında şehitlerimizin ruhları sevinçle gülerek uçarken, ben de hepinizin pâk alınlarından öperek cümlenizi tebrik ediyorum. Ordum gerek Kut karşısında ve gerekse Kut’u kurtarmaya gelen ordular karşısında 350 subay ve 10 bin erini şehit vermiştir. Fakat buna karşılık, bugün Kut’ta 13 general, 481 subay ve 13 bin 300 er teslim alıyorum. Bu teslim aldığımız orduyu kurtarmaya gelen İngiliz Kuvvetleri de 30 bin zayiat vererek geri dönmüşlerdir. Şu iki farka bakılınca, cihanı hayretlere düşürecek kadar büyük bir fark görülür. Tarih bu hâdiseyi yazmak için kelime bulmakta müşkülata uğrayacaktır. İşte Osmanlı sebatının İngiliz inadını kırdığı birinci zaferi Çanakkale’de, ikinci zaferi burada görüyoruz.”

Zafer, tüm cephelerde büyük bir coşkuyla kutlandı. 18’inci Kolordu Komutanı Miralay Kâzım Karabekir de sevincini, birliğine şu şekilde duyurdu: “Tarihimizin iki yüz seneden beri yâd etmediği böyle bir zaferi bize lütfeden Cenâb-ı Allah’a şükredelim. Bu zaferin en büyük şan ve şerefi, böyle bir vakayı İngiliz tarihinde ilk defa Türk süngüsünün kaydetmesindedir. 18’inci Kolordu’nun aslan yürekli erleri! Cenâb-ı Allah’a secdeye kapanalım. Bu akşam şehitlerimize Fatihalar, Tebarekeler, Yasinler okunsun. Gaziler birbirine sarılsın, birbirini tebrik etsinler. Ben de bugünkü Kutü’l-Amâre Bayramı vesîlesiyle sizin pâk ve yüksek alınlarınızdan kemâl-i hürmet ve samîmiyetle öperim.”

Bu zafer, İngiliz tarafında büyük bir hüsran ve şok meydana getirdi. İngiliz tarihçi James Morris, hâdiseyi, “Britanya askerî tarihinin en aşağılık teslimi” diye kaydedecektir.

Sıra Osmanlıların borçlarına gelince, büyük kısmı, yeni kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne bırakılmıştır. Bize yaptırılmış olan fedakârlık, karşımızdakilere neden işletilmemiştir? 

Netîce

Gerek Mustafa Ertuğrul ve Hamidiye Kahramanı, gerekse Kutü’l-Amâre Zaferlerinden aşağıdaki netîceleri çıkarmamız mümkündür:

1-Herhangi bir anlaşma akdedilirken, hudutların tayininde, tarafların askerî kuvvetlerinin bulundukları bölge göz önüne alınır. Lozan Antlaşması başlamadan önce, 30 Ekim 1918 tarihinde Mondros Antlaşması imzalandığında Musul’da bizim ordumuz mevcût idi. Dolayısıyla Mîsak-ı Millî tayin olunurken Musul havalisi kendi topraklarımız olarak gösterilmiştir. Lehimize olan bu hususun Lozan’da yeterince üzerine gidilmemiştir.

İngiliz kamuoyu ve de yeni kurulan kabîne, sulhun yapılmasını istiyordu. Hattâ Lord Curzon, sulhun tesisi için Musul meselesinin üzerinde fazla durulmamasına dair direktifler almıştı. Heyetemizin acemiliklerini ve ne pahasına olursa olsun bir an önce anlaşmanın yapılması arzusunu gören kurt politikacı Curzon, işi yokuşa sürdü. Bu meselenin anlaşmadan sonra “Cemiyet-i Akvam”da (Birleşmiş Milletler) ele alınarak çözümlenmesini savundu. Bizimkiler de bölge ahalisinin Osmanlı’yı istediklerini bildiklerinden, bu yolla netîceye gidebileceklerini sandılar. Hâlbuki Cemiyet-i Akvam, o devrin süper gücü olan İngiltere ve müttefiklerinin kontrolü altındaydı; İngiltere’nin istemediği bir kararın çıkması ihtimâl dışıydı. Nitekim öyle oldu. Bunun içindir ki, İkinci TBMM’de Lozan görüşmelerine dair bir kısım vekil, Musul’un sürüncemede bırakılmasına şiddetle karşı çıkarak teessürlerini beyan ettiler.

2-İngiltere’nin gözü Musul’un topraklarında değil, petrolündeydi. Sultan Abdülhamit zamanında Irak’a güya arkeoloji çalışmaları bahanesiyle heyetler göndermişlerdir. İngilizleri iyi tanıyan Sultan, aralarına Türk casuslar sokarak gâyelerinin petrol olduğunu ve bölgede külliyetli miktarda rezerv bulunduğunu öğrenmişti. İleride istenmeyen durumlar olduğunda -mülkiyetin şahsîliği esas olduğundan- rezerv topraklarını şahsî parasıyla satın alarak üzerine geçirdi. Yahudilerin Filistin’de bir devlet kurma arzusunu bilen ve değerinin çok çok üstünde yerli halktan toprak satın aldıklarını gören Abdülhamit Han, oraları da aynı yolla mülkiyetine geçirdi. İstikbâli görmekten yoksun İttihatçılar, Abdülhamit Han’ hâl’ edince, mülkiyetinde bulunan o toprakları millîleştirdiler. Irak elden çıkınca, petrole de veda olundu. Filistin’in durumu ise malûm…


3-Bazı yazarların Millî Mücadele başlangıcında “Bitmiştik, mahvolmuştuk” şeklindeki değerlendirmeleri doğru değildir. Her ne kadar Birinci Cihan Harbi’nden mağlûp çıksak da, yurt genelinde tecrübeli, zeki ve cesur subaylarımız, askerlerimiz mevcûttu. Mustafa Ertuğrul bunlardan sadece biridir. Batı Anadolu’da askerlerimiz terhis olunmuş, silahlar müsadere olmuş ise de doğuda (meselâ) Kâzım Karabekir Paşa’nın ordusu gibi teçhizatlı birliklerimiz vardı. Bunun içindir ki, “Kuvay-ı Milliye” kısa zamanda teşkilâtlanmış, işgal kuvvetlerine karşı koyacak vaziyete gelmiştir.

4-Doğu Anadolu ve Güney Anadolu’daki işgalcilerle milis kuvvetler mücadele etmiş, bölgelerinden def etmeyi başarmışlardır. Nizâmî ordu olarak savaş sadece Yunan ordusuyla yapılmıştır. “Megalo-İdea” hayâliyle İzmir’e ayak basan Yunanlar, İngilizlerin dolduruşuna geldiklerini sonradan acı şekilde tecrübe etmişlerdir. 1830 Mora İsyanı’na kadar Osmanlı Devleti’nin bir eyaleti olarak idare olunuyorlardı. Böyle orta ölçekli bir eyaletin devlet kurup, üç kıtada süper devletlerle harp eden bir milleti esir etmesinin “hayâlî bir arzu” olduğunu baştan anlamaları gerekirdi. Bizim de -silah mühimmatımızdaki eksiklikler göz önüne alındığında- Yunanları yurdumuzdan def etmemiz bir başarı olsa da, öyle çok fazla büyültülecek bir hâdise olmasa gerektir. Zira Cihan Harbi’nde yapılan savaşlar ele alındığında, bu açıkça anlaşılır. Meselâ yukarıda anlatımına çalıştığımız Kutü’l-Amâre’de, 4 ayda 10 bin 300 asker kaybederek İngilizlere karşı zafer elde ettik. “4 yıl süren Millî Mücadele, Yunanlarla yaptığımız savaşlarda zayiatımız 662 subay, 8 bin 505 er olmak üzere 9 bin 167’dir” (Ergün Aybars, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi, Ege Üniversitesi 1986 sayfa 348). Yunanların Anadolu’da kalış süreleri bile fazladır. Aslında daha önce yurdumuzdan def etmemiz gerekirdi.

5-Düşmanı İzmir’den kovmakla kalmayıp, ilerleyerek zaten bizim olan yerleri geri almalıydık. On İki Adalar, İtalyanların 1912 tarihindeki işgaline kadar hâkimiyetimiz altındaydı. Onlarla yapılan Uşi Anlaşması’na göre, Libya’ya karşılık adaları terk edeceklerdi. Bu arada Balkan Harbi çıktığından, ortalığın durulmasına kadar Adalarda bulunmalarına göz yumuldu. Yunanlıların tecavüzüne uğrayan Batı Trakya’da ise Müslüman Türk Osmanlı tebâsı yaşıyordu. Büyük Taarruz netîcesinde yenilerek İzmir’den firar eden düşman kuvvetlerinin peşine düşülerek, bizim olan bu yerler kurtarılabilirdi. İlerlemek hakkında “tehlikeli macera” mı deniliyor? Hiç de değil! Peşlerine düşmeyerek düşmana büyük fayda sağladığımızı kendileri itiraf ediyorlar: “Eğer İzmir’e ve Ege sahillerine vâsıl olan Türk kuvvetlerine ‘Dur’ emri verilmemiş olsaydı, bütün Ege adalarını Türkler işgal ederek geri alabilir, hattâ Atina’ya kadar gelebilirlerdi.” (Niko Andonekea, Poliki İstoria Elados, 1821-1950)

Batı Trakya’daki soydaşlarımızı ise düşmanın ellerine terk etmek tam bir faciadır! Haydi Adalar ve Batı Trakya alınmadı, bâri Yunanistan’ın yakıp yıktığı gayr-i menkulün bedeli tazminat olarak alınsaydı. Yapılan tecavüzler, işkenceler, öldürmeler bir yana, bâri tutanaklarla tespit edilmiş 300 bin küsur ev, cami, bağ ve bahçenin karşılığını ödeselerdi. Ödemediler. Neden?

Lozan Antlaşması’nın 59’uncu maddesine göre, Yunan ordu ve idaresi, Anadolu’da yıkım ve hasar yapmış olduğunu, bunun mesuliyetinin üzerlerinde olduğunu kabul eder. Diğer taraftan Türkiye, Yunanistan’ın mâlî durumunun bozukluğu nedeniyle hakkı olan alacağından feragat eder. Yani vazgeçer! Neymiş efendim? Mâliyesi bozukmuş da, acıklı durumu görüp af eylemişiz… Ne kadar insancıl!

Müsamahakâr davranılmışsa ne olmuş yani? Bâri üstüne üstlük para yardımı yapsaydık da (enayiliğimiz) tamam olsaydı.

Sıra Osmanlıların borçlarına gelince, büyük kısmı, yeni kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne bırakılmıştır. Bize yaptırılmış olan fedakârlık, karşımızdakilere neden işletilmemiştir? Bizim mâliyemiz çok mu iyiydi? Haydi onlar görmek istemediler, bizim murahhaslarımızın hiç mi aklına gelmedi? Birinci Cihan Harbi’nden önce İngiltere’ye üç kruvazör savaş gemisi sipariş verilmişti. Parası altın olarak nakit ödenen bu gemiler tamamlanmış, teslim aşamasında Cihan Harbi’nin başlamasını bahane eden İngilizler bu gemileri vermemişlerdi. Yapılan ödeme istendiğinde, ona da yanaşmadılar. Lozan’da da alınamadı. Böylelikle uçtu bizim 12 milyon adet altın!

Mütecaviz Yunanistan, Ege’de adalara sahip oldu. Batı Trakya’yı işgal ettiler. Anadolu’ya asker çıkarıp Orta Anadolu’ya kadar tecavüz, gasp, cinayet, yakıp yıkma fiiliyatında bulundular. Büyük Taarruz’da bozguna uğrayıp kaça kaça Ege sahillerine dökülerek, geldikleri gibi gittiler. Savaşı biz kazandık. Kaybeden kim oldu? Saldırgan Yunanlar, sebep oldukları maddî-mânevî kayıplara rağmen ne toprak kaybettiler, ne de tazminat ödediler. Bilakis, sınırları daha da artmış oldu. Bu nasıl adâlet, bu nasıl hukuk, bu ne menem anlaşma? (Devam edecek…)