Karz-ı hasen

Bir karz-ı hasen masası kurulmalı ve bütün millet etrafına oturmalı. Her söze kulak vermeli. Allah için vermeyi, vermek için vermeyi bilenler ve sevenler öne geçip, arkadakilere öğretebilmeli. Gücümüze güç gelmeli, özümüze fer gelmeli, düşmanımıza akıl fikir verebilmeli. Bu millet şaha kalkmalı!

GÜZEL insanlar, selâmunaleyküm!

Bismillahirrahmanirrahim…

Bir ömre, bir büyük mucizeye, en yüce heyecanlardan birine işaret eden iki kelimeyle karşı karşıyayım. İlk kez karşılaştığımda bu kavramla, neredeyse tepe taklak olmuştum: En güzel borç, Allah’a verilen borç…

Düşünsenize, bir borç durumu var. En güzeli, Allah’a verilen bir borç olması ile iyiden iyiye insanı köşeye sıkıştırıp şah mat eden bir durum… Rabbim, Bakara Sûresi’nin 245’inci ayet-i kerimesinde şöyle buyuruyor: “Kim Allah’a güzel bir borç verirse, o takdirde (verdiği) kendisine kat kat çoğaltılarak ödenir. Ve Allah, (rızkı) daraltır ve genişletir. Ve O’na döndürüleceksiniz.”

Bir de şöyle buyuruyor Rabbim: “Namazı kılın, zekâtı verin, Allah’a gönül hoşluğuyla ödünç (karz-ı hasen) verin. Kendiniz için önden (dünyada iken) ne iyilik hazırlarsanız, Allah katında onu bulursunuz; hem de daha üstün ve mükâfatça daha büyük olmak üzere… Allah’tan mağfiret dileyin, şüphesiz Allah çok bağışlayıcı çok esirgeyicidir.” (Müzemmil, 20)

Böylesine muhteşem bir kavram hakkında elbette ilim ve kalem sahipleri en güzelini yazacaklardır. Benim dileğim ise heyecanımı aktarmaktan başka bir şey değil.

Rabbim yaratma sanatıyla önce sonsuzluğu, sonra içine o sonsuzluğu bile kendi içinde bir damlaya dönüştürecek, sayılması ve tümüyle idrak edilmesi imkânsız nimet, ilim ve sırlarıyla doldurması, hayranlıkların en güzeliydi. İşte o hayranlıklardan bir tanesi “karz-ı hasen”!

Karz-ı hasen hakkında inşallah tarifsiz ve yüksek heyecanımı doğru kelimeler le ifade edebilirim. Rabbimin bana bahşettiği rızkın zekâtını, zekât olduğu, Allah rızası veya bir mükâfat beklediğim için değil, nasıl ki bana verilen sayısız nimetin sırf vermek fiili yüce ve benden daha öte bir şey olduğu içinse, işte ben de öyle vermek istiyorum. Verebildiğim kadar, paylaşmanın güzelliği içinde, benden daha ötede bir şey olduğu için vermek ve geriye çekilmek istiyorum. Sadece hayatın, o içinde bütün renkleri barındıran rengine boyanmak istiyorum. Olmak ve bu oluşun yüceliğini doyasıya ciğerlerime çekmek istiyorum. Bir sorumluluk, sevap, cennet, zekât durumu düşünmeden vermek…

Zekât, elbette biz insanlara Rabbimden verilmiş yüce bir iktisadî hediye. Sadaka ve infak da insanlara hediye edilmiş birer yıldız. Bu yıldızın değerini bilen, ışıltısını arttırır, en güzel zenginliğe, en güzel içsel duyguya kavuşur. Peygamber Efendimiz (sav) ömrünü infaktan uzakta kalarak geçirenlere şu şekilse sesleniyor: “Âdemoğlu, ‘Malım, malım’ deyip duruyor. Ey Âdemoğlu, yiyip tükettiğin, giyip eskittiğin veya sadaka olarak verip sevap kazanmak üzere önden gönderdiğinden başka malın var mı?” (Müslim, Zühd, 3,4; Tirmizi, Zühd, 34.)

Ben kim oluyorum ki veren Rabbime ters yönde yürüyeceğim? Elbette vereceğim. Hiçbir beklentim de olmayacak inşallah. Yüce Mevlâ’m Kendi katından “vermek” değerini kalbime aşılamışsa, zaten büyük bir hazineye kavuşmuşum demek değil midir? Bunun üstüne daha ne isteyebilirim?

Yaşamla, Rabbimle dini, özü ve kendiyle bütünleşmiş bir millet düşünün… İmkân nispetinde kimi aklını, kimi malını, kimi gücünü, kimi sözünü, kimi kalemini infak ediyor. Öyle ki, herkes kendinden başka herkesi yükseltmeye ve yüceltmeye çalışıyor. Herkes kendinden çevresine daha başka ne gibi bir fayda yayılabileceğini düşünürken, bir yandan da çevresinden hiç beklemediği hâlde gelen sürpriz iyiliklerle nurlu bir ömre kanatlanıyor. Suç ve ceza tarih oluyor. Geriye kalan, bir tek “hesap” oluyor. O da kul ile Allah arasındaki hesap…

“İnşallah” diyorum bu duaya. Diyorum ya, kolay değil yazabilmek bazı konuları. O nedenle yazımdaki karmaşadan dolayı özür diliyorum. Üzerimde birçok emanet, birçok değer ve nimet var. İstesem de, istemesem de üzerimde ve içimde bulunan her şeyimle, çevremle bir alışveriş içerisindeyim. Ya hayırlıdır bu alışveriş, ya şerdir. Bazılarını bilebiliriz belki ama çoğundan hiç haberimiz olamıyor maalesef. Rabbim her hâlükârda kazançlı olabileceğimiz bir alışverişten haber veriyor bize. İhtiyaç sahibinin ihtiyacını en güzel şekilde karşılıyoruz karşılık beklemeden ve aradan çekiliyoruz. Rabbim ihtiyaç sahibinin borcunu üstüne alıyor.

Rabbim, kendisine borç verdiğimiz ihtiyaç sahibinin borcunu üstüne alıyor

Rabbimle bir alışverişe girişmek… Ne güzel bir olay bu! Tamam, karşılığını Allah’tan bekleyeceğiz ve kim bilir ne sürprizlerle gelecek ama benim takıldığım, Allah’ın muhatabı olma heyecanı!

Bu heyecanla yapmak istediğim tek şey, malımla, aklımla, gücümle, kalemimle ömrüm boyunca karz-ı hasen denizinde yüzmek. Rabbim, “Karşılık olarak ne isterdin?” derse isteyeceğim şey belli. Son nefesine kadar adı konulmuştu zaten. Kalbimin her atışıyla birlikte semaya yükselen duamı her daim en iyi bilen Rabbime sonsuz hamd ve şükrolsun!

Nasıl ki bu ülke, bu millet içinde yer almak bize büyük bir şerefti, nasıl ki bu millete İslâm bu kadar güzel yakışmıştı, bu bayrak nasıl ki bu kadar şanlı ve nazlı idi, nasıl ki tarih bizleri hep alnımızdan öpmekte idi, işte bütün kâinatta da karz-ı hasenin en güzel hayat buluşu, tabiî ki bu millete nasip olacaktı. Biz, Rabbimizi çok seven bir milletiz. İnanıyorum ve tarih de buna şahitlik ediyor ki, Rabbim de bu milleti çok seviyor. O hâlde yapılacak belli değil midir?

Rabbim Kur’ân-ı Kerim’inde bizlere yol gösteriyor. O yola biraz daha önem, biraz daha ciddiyet vermemiz gerekiyor. Sonrasında önem verdiğimiz ve inandığımız birçok şeyi hayata tatbik etmekteki sıkıntılarımızı aşmamız gerekiyor. Devletiyle, bürokratıyla, doktoru, mimarı, ev hanımı, işçisi, öğrencisi, yaşlısı ile bildiklerimizin bir adım ötesine geçmek için ortak bir masada buluşma vakti gelmedi mi? Peygamber Efendimiz (sav), iki günümüzün eşit olmamasını dilemekte ve biz de bu sözü çok sevmekteyiz. Karz-ı haseni çok sevmekteyiz. Komşunun komşuya olan haklarını gayet iyi bilmekteyiz. Kur’ân’ı ve Rabbimizi çok sevmekte, ülkemizi, ilmi, özümüzü kendimizden değerli bulmaktayız.

Evet, bunlar çok güzel duygular ve bilgiler. İnanıyorum ki elimizden geleni yapıyoruz. Korktuğum şeyse, şu âna kadar olan bakış açılarının şu andan sonra da devam edecek olması. Bilginin ve değerli olan şeylerin hayatımıza tatbikinde farklı bakış açılarının getirilmesi kaçınılmazdır sanırım. Parça parça her şey sanki... Eğitim sistemimiz henüz toparlanamadı sanırım. Belki hâddimi aşıyorum ama gerçek anlamda bir bütün olmakta zorlanıyoruz. “Neden?” diye sormak istiyorum. Farklı farklı anlayışlardan, mesleklerden, yeteneklerden insanlar aynı masa etrafında buluşmakta zorlanıyor, neden? Buluşabilenler neden orta bir yol bulamıyor?

Üniversitelerde, meclislerde, kitaplarda, işyerlerinde, özelinde, kamusunda, teleskobunda ve mikroskobunda aranması gereken bir tek şey var bence: Bir ve beraber nasıl oluruz? Bu beraberlik ile inadına insanı insana zehreden faktörleri nasıl etkisiz ve zararsız hâle getirebilir ve insan varlığını kâinattaki ve Rabbinin nazarındaki hak ettiği yere nasıl taşırız?

Şu cümleleri yazarken dahi “En kısa sürede kimin nasıl bir ihtiyacını giderebilirim?” düşüncesindeyim. Gerçekten bulunmaz bir hazine bu. Bu hazinenin kitaplarda, meclislerde, eğitim sisteminde, projelerde hak ettiği yeri alması gereğine inanıyorum. “Bu millet zaten gereğini yapacaktır” inancı ile gerçekten çok yüksek değerlere, gelişmişliğe ve maneviyata daha hızlı ulaşabiliriz.  

Güneş, yağmur, kar, toprak yapmaz hiçbiri vermenin hesabını. Onlar var olabilmek için verirler. Hiçbirinin derdi almak değildir. Onlar varlıklarına, özlerine işlenmiş en güzel İlâhî kanunla donatılmışlardır: Vermek… Bu kâinattaki bütün zerreler ve içimizdeki bütün hücreler, diğer bütün zerreler ve diğer bütün hücreler için çalıştığı için bir bütün arz etmezler mi? Değil mi ki kavgalar ve savaşlar kendini ayrı görmekten kaynaklanıyor? Açlık ve cehalet neden bu kadar çok? Alanlar verenlerden çok olmasın sakın?

O hâlde çare belli: Bu dünyaya bu ülke örnek olmalı! İnsan diğer bütün insanlar için çalışmalı ve kimin ne yeteneği, ne imkânı, ne sözü varsa çevresine vermeli. “Etraf karanlık” diye ışığından, “Bana gelen yok” diye gitmekten, “Ne alıyorum ki karşılığında?” diye vermekten ve çalışmaktan vazgeçmemeli.

Bir karz-ı hasen masası kurulmalı ve bütün millet etrafına oturmalı. Her söze kulak vermeli. Allah için vermeyi, vermek için vermeyi bilenler ve sevenler öne geçip, arkadakilere öğretebilmeli. Gücümüze güç gelmeli, özümüze fer gelmeli, düşmanımıza akıl fikir verebilmeli. Bu millet şaha kalkmalı!

Rabbim kime ne şekilde karşılık veriyor, hangi millete nasıl bir gelecek hazırlıyor, biz bilebilir miyiz? En iyisi mi bu işi, bizi bizden iyi bilene, bizim için en iyi olanı bilene teslim edelim: “Görelim Mevlâ neyler/ Neylerse güzel eyler!”