“İŞGAL edilmiş
zihinler” tanımının masal olduğuna inanırdım. Yani işgal edilemeyeceğine... Ve
bir gün hayÂllerimizin, hedeflerimizin, gelecek tasavvurlarımızın kocaman
buldozerler ile yerle bir edildiğini gözlerimle gördüm. Avuçlarım terlemiş,
zihnim üşümüştü. Ne söyleyeceğimi bilemediğim nadir anlardan biriydi. Dondum kaldım,
sonra düşündüm...
Kalabalık
bir ortamdaydık, bu sebeple yanımdakilerde de durumun böyle olduğunu zannetmiştim.
Zannettim ki, hep beraber üşüdük. Konuyu başa sardım, sordum, sustum; yine çaylar
içilmeye, dedikodu denizinin kenarlarında dolaşılmaya başlandı. O an anladım
ki, o ok sadece beni delip geçmişti. Kendim için mi, yoksa gelecek kuşaklar için
mi üzülmüştüm, bilmiyorum. Hayret etmekle kalmamış, konuşmaların ruhuma yansıttığı
o tuhaf izdüşümü ile yerimde duramaz olmuştum.
Bir
arkadaş ortamında konular evrildi, yumuşaktan en derinine keskin dönüşler yapıldı,
kimi yutkunup sessiz kaldı, kimi de olmayanı oldurmak istercesine sözünü gönlüne
vekil kıldı.
Ve
aklıma birden, “Neden ağlıyorsun Elizabeth, yoksa mutlu değil miyiz?” kitabı düştü(!).
***
Anne,
on bir yaşında olan oğlunun hayâllerinden bahsediyordu. İleride hangi mesleği
yapmak istediğinden... Bizler küçükken doktor, öğretmen, en çok da hemşire
olmak isterdik. Oğlanlar da mühendis, polis, avukat... Her zaman olduğu gibi,
kim olursa olsun, samimiyetle konuşulan “duygular” olunca, işte o an mum
kesiliyor, tüm dikkatimle konuya odaklanıp kendime, kendi ruhuma vitamin olması
duasıyla ufak da olsa kırıntılar toplamaya başlıyordum. Tam bu anda gözlerim
yerinden fırladı; çünkü anne, büyük bir rahatlık ve övünç ile anlatmaya
koyuldu.
Dedi
ki, “Benim oğlum büyüyünce Youtuber olacakmış.
Bana bunun gerçek bir iş olduğunu, bunu yapan insanların çok para kazandığını
söyledi. Başta hoşumuza gitmese de, babasını ve beni ikna etti. Biz de bundan
dolayı onu artık destekliyoruz”.
Önce
gerçekten şaka yaptığını zannettim. Sonra kalakaldım. Annenin coşku içinde
anlatışına ayrı bir takılmıştım(!). Ama asıl konu, bir çocuğun sözleriyle
zihnimde bin bir parçaya bölünen “meslek ve gelecek” algısıydı.
En
olmadık bir anda duyulan şarkı sözü gibi... Ya da kitabın ortasında hikâye bitmiş
gibi... Ya da rüzgârda hışırdayan yaprakların uğultusu gibi…
Yine
yakın zamanda büyük oğlum ile gençlerin gelecek ve özellikle meslek konusunda büyük
bir çıkmazın içinde olduklarını konuştuğumuzu hatırladım. “Belirsiz”, “yorucu”,
“sıkıcı” gibi tanımlamalar yapmıştı. Yani hayâlsiz olduklarını... Hayatlarının
neredeyse tamamını etkilemesi muhtemel olan bu konuda karar vermenin yahut
verilen karardan vazgeçmenin kırılganlığından dem vurmuştu. Beklentilerimizin,
dile gelen (gelmeyen) dua ve hayâllerimizin onların üstünde görünmez
parmaklıklar ördüğünü îmâ etmekten de geri durmamıştı. Konuşmasını “bizleri
konunun dışında tuttuğunu” söyleyerek (güya) devam ettirse de ben anlamıştım.
Hakkıma düşene “Âmenna” diyerek çekilmiştim köşeme.
***
Değişen
zaman ve mekâna göre birtakım yeni oluşumların meslek veya uzmanlık alanlarında
çeşitlilikler oluşturduğunu biliyoruz. Bundan çok değil, birkaç on yıl önce, sanırım
“insan kaynakları mühendisliği” veya “nano-teknoloji” dalları yoktu. Çok fazla
etkenin aynı anda etki yaptığı, sosyolojik okumalar konusu olan, çoğunluğun
fark etmeden olağanlaştırdığı, esasen bir avuç insanın kafa yorduğu meseleler olduğunu
zannediyorum bunların. “Ama bu noktaya nasıl (ne zaman) gelmiştik?”, “Youtuber
olmak ne demek?”...
Artık
çocuklar, oyuncak ile oynamak yerine o oyuncakları oynayanların videolarını
seyrediyorlar. Henüz konuşmayı bilmeyen bebekler, küçücük çocuklar, o minik parmaklarıyla
ekranı kaydırıp oyuncak videoları izliyorlar. Anneler biraz rahat olsunlar
diye, çaylarını kahvelerini içsinler, sözüm ona biraz stres atsınlar (!) diye
onları telefon ekranına mahkûm ediyorlar. Bu gerçeği nereye koyacağız?
“Zamanın
gerekleri” deyip bağrımıza mı basmalı, gelişen teknolojiye ve modern zamana göre
konuyu yeniden formatlayıp pedagoglara mı söyletmeliyiz? On on bir yaşında
Youtuber olmanın hayâl edilebilecek (övünülecek) bir yanı bulunabilir mi
gerçekten?
“Dünya
değişti” diyoruz. Çoğu zaman alkış tutuyor, geride kalanları duymamak için
kulaklarımızı tıkıyoruz. Sürekli bir sonrasını, daha fazlasını düşünüp plânlayarak
geriye düşmekten-düşünmekten özenle kaçıyoruz. Peki, değişimin bizâtihî kendisi
bir rutin olabilir mi?
“Değişimin değişmezliği için değiştirilemeyecek değerleri sabitleyelim” duasına eğiliyor ruhum...