ZAMANIN hükmü insanı
yanıltıyor. Tükenen bir dünyada yaşıyor oluşumuz her şeyin tükeneceği
endişesini ve buna bir “Dur!” diyebilmek ümidini beraberinde getiriyor.
Tik
tak… Tik tak…
Bazen
uzun ve acımasız, bazen ağır aksak ama buhranlı, bazen neşeli ve hızlı tükeniyor
zamanlar… Saatler baş döndürüyor. Kalp atışlarımızın hiç durmadan atıyor oluşu
da tıpkı zamanın kusursuz işleyişi gibi bir kaos duygusuna sürüklüyor insanı…
Bu
akıp giden her şey, insanın asıl gâyesini unutmasına neden oluyor. Ne için
yaşıyoruz, neden dünyadayız ve neden birtakım kararlar ve yargılarla dolu dört
bir yanımız? Bunları bir an için bile düşünebilmek o kadar önemli ki…
Kazanmak
için binbir telâş, sürekli bir rekabet duygusu, sanki açıkta kalacakmış gibi
bir yer kapma savaşı, uçurumdan düşecekmişiz de halatı ben bağlayacağım
kaygısı, bir yerde son ekmek satılıyormuş da onu alabilmek için yakıp yıkmalar…
Daha binlerce yersiz mücadele (!) ile harcanan bir kimlik sorunu var.
Kendi
varlık ahdini ve şerefini zedeleyen buhranlar silsilesi, zamanın akış ritminde
kaybedilen değerlerin bir sonucu…
Kanıyor,
yanılıyor, aldanıyoruz.
Hiçbir
şey kaybetmeden ve kazanç namına çerçöp biriktirmeden yaşamak mümkün. Buna, “karınca
kararınca yaşamak” diyorum. Tabiî en yüce yaşamak fiilinin bu olduğuna inancım
tam!
Metaforların
ve vecizlerin genel geçer anlamı da kabulümdür, ama her zaman değil. Karınca
kararınca yaşamak, bu süreçte bana şu meali veriyor: Kanaatle, sabırla,
gösterişsiz ve adaletli… Hattâ çok daha fazla sıfat ekleyebilirim: Anlamlı,
hudutlu, zararsız, faydalı, imanlı, ince ve rikkatli… Şimdi tüm bu sıfatları
tek kelâmda birleştirmek oldukça zor. O yüzden teşbih sanatlarından faydalanan
bir söz öbeği işimi görür kanaatindeyim.
Sade,
iddiasız ve yalansız yaşamak
Dürüst
ve doğru bir yaşam; ancak iddiaların, sitâyişin ve hâd bilirliğin bir netîcesi
olabilir. Ne kadar çok dünyevî temayül varsa, o kadar ârıza ve hırs kaplar
yüzeyi. Gitgide yüzeyde katılaşan bu menfi maddeler gerçeğin ve olması
gerekenin üzerini örter. Artık görünmeyen, unutulmuş ama aslında olması gereken
anlamların kaybı vuku bulmuştur.
Çok
şey istemek, insana ilk anda hak ettiği bir eylem hissi verebilir. Fakat bir
yandan da hep birilerini geçmek, birilerinin hakkına göz dikmek ya da kendi
kulluğuna ve insanlığına sekte vuran yollara sapmakla birliktedir. Daha çok para,
daha çok keyif, daha çok mâkâm gibi dünyalık hırslar, temiz ve pürüzsüz
yüzeylerin rengini ve doğallığını gizleyen kabartılar olarak düşünülmeli.
Elbette
yaşadığımız bu âlemde dünyaya denk düşen talepler olması sıradan ve kabul
edilebilir bir durum. Fakat hâddi aştıkça ortaya çıkan bu doyumsuzluk tablosu
içler acısı bir hâl alıyor. Zamanla hayatın gerçek anlamı bu taleplerin ve hayâllerin
gerçekleşmesi olarak algıda yer ediniyor. Sonra yaşamanın asıl gâyesi olan iyi
ve güzel ne kadar eylem varsa ikinci plânda kalıyor.
Karınca
kararınca yaşamak, hiçbir emek ve uğraş olmadan her şeyi olduğu yerinde
bırakmak demek değil. Çalışmak, emek vermek fakat hâddi aşmamak demek.
Çok
biriktirmek de böyle bir fiyaskodur meselâ. Neyi biriktirirsen, onun müptelâsı
olursun zamanla. Hayatın anlam kayması burada başlar. Biriktirdiği şeye çalışan
bir varlığa dönüşen insan, kimlik bunalımına girecek ve şairin mısralarında
geçen “Bu ömrü sürmek değil, sürüklemektir” argümanına denk düşecektir.
Doğru
amaç, hedef nokta, aslî kimlik
Doğru
amaç, hedef nokta, aslî kimlik… Bu üç değişken, kişinin beklenti ve talepleri
doğrultusunda şekilleniyor. Fakat böyle olmaması gerekiyor. Bu üç maddeyi sabit
tutup diğer yaşamsal gereklilikleri yerine getirmek lâzım.
Doğru
amaç ne mi? Doğru amaç; sana, bana, ona ya da belli standartlara, değişken
durumlara ve çevresel etkilere göre şekillenemez. Zorluk ve kolaylık, zenginlik
ve fakirlik, hastalık ve sağlık gibi değişkenlerde bile doğru amaç bir milim
yerinden oynatılmamalı. O amaç, doğum ve ölüm arasındaki zamanda imkânlar el
verdiğince faydalı olmaktır. Fayda, ibâdetin özetidir. Kendine fayda olarak
başlar, yakın çevre ile devam eder ve tüm canlıların varlık sürdüğü sisteme
kadar uzanır. Bu amacın durum ve beklentiye göre saptırılması, hedef noktadan
uzaklaşma anlamı taşır.
Hedef
nokta ne midir? Çeşitli hedefler koyabilirsin ve bu hedeflerin sebebi, mutlu ve
başarılı olmaktır. Fakat benim bahsettiğim hedef daha uhrevî! Hedef, âhirettir.
Dünyada ne kadar kalırsan kal, neler başarırsan başar, neye sahip olursan ol,
gidileceği kesin olan ve erteleme yahut iptal gibi ihtimâllerin bulunmadığı ilk
kavram, ölüm. Ölümden sonrası da malûm… Öyleyse hedef, doğru amaçla birlikte
ölüme giden bu serüvende her daim nereye gittiğimizi hatırlamak. Ve tüm
dünyalık işlerde de bu şiarla dürüstlüğü, hak çizgisini aşmadan mücadele
vermek… Bundan sonrası da zaten “eşref-i mahlûkat” denilen aslî kimlik
kavramına erişimi sağlayacaktır.
Doğru bir amaca kilitlenmiş ve hedef noktayı belirlemiş bir ruh ve beden, son nefese kadar aslî kimliğini kaybetmeyecektir. Kimlik, insan olmaktır. Bunun muhafazası da insan kalmaktır.
Tüm
bunları yapabilmede de birtakım vazgeçişler ve birtakım kabullenişler
gerekiyor. Bahsini ettiğim “karınca kararınca yaşamak” kavramını bir de
maddeleyerek anlatmak istiyorum. Doğru ve amaçtan şaşmadan, kimliği kaybetmeden
yaşam sürmenin ve değerli ölmenin sırrı bu maddelerde saklı. Bir bildiri niteliğinde
olacak ama varsın olsun. Bir şeyi farklı farklı söylemek, değişen algılara
hitap edebilmede bana yol gösterici oluyor. Bu defa da böyle denemek lâzım
demek ki…
·
Her
an ve her an parçasında, yaptıklarının, söylediklerinin, aldıklarının ve
verdiklerinin hesabının yapıldığını unutma!
·
Kızdığında,
hiddetlendiğinde ve nefret ettiğinde, seni Yaratan’la onu Yaratan’ın Tek
olduğunu, O’nun hürmetine kötü duygularına gem vurman gerektiğini hatırla!
·
Fazla
mal ve paranın yaşamanın asıl gâyesi olmadığını, kazanmak için Allah’ın
sınırlarını geçmek, hak ve haram yemek gibi insanlık dışı eylemlerin hiçbir işe
yaramayacağını bil! Paran ve malın artıyor gibi görünse de, görünmez bir
anlamda çok şey kaybettiğini ve artan malının sadece nicelikte arttığını, seni
daha rahat yaşatmayacağını aklına zerk et!
·
İbâdetsiz
bedenin faydasız bir yığından başkası olmadığını keşfet! Beden ibâdet ettikçe
ruhla bütünleşir, bir kemik yığını olmaktan çıkar ve gerçek kimliğini bulur.
·
Hiç
vermeden ve fedâ etmeden kârda olduğun inancını yık! Bu bir yanılsamadır. İnsan
da, can da, ruh da, anlam da, kalp de ve hattâ mal bile verdikçe artar,
verdikçe verimli bir hâl alır. Vermeden, fedâ etmeden artan malın ve
zenginliğin ya huzur vermek ya da hiç hesapta olmayan mecburiyetler için harcanır
gider. Bir başka ihtimâlle, harcamak nasip olmadan ömür biter.
·
Cimrilik,
kindarlık ve hasetliğin senin içinde seni günden güne kemiren bir fareden farkı
olmadığı gerçeğiyle yüzleş! Cimri insan vermez ama hastalık, dert, borç,
sıkıntı, afet gibisiyle elinden elbet çıkar vermedikleri. Kindar insan asla
dingin ve huzurlu bir kalbe sahip olamaz. Haset bir kalp hiçbir güzellikle
yetinemez ve kendini keşfedemez.
·
Sev!
Çünkü sevmeyen kalp katran tutar. Ama her şeyi ve herkesi Allah için sev!
Çıkar, menfaat, geri dönüş ve fayda hesabı olmaksızın sev! Ancak böyle bir
sevgiyle Allah sevgisine ulaşma ihtimâlin var.
·
Hakkaniyetli
ol! Adâlet ve hak çizgisinden çıktığında, hakkını ve kendin için sağlanmasını
beklediğin adâleti ne çevrende, ne de Allah katında bulamayacağın vahametinden
kork!
·
Zevk
için harama, kâr için günaha, şöhret için ziyana düşme! Bunlar ilk anda tatlı
gelse de, ömrünü acılaştıran şeyin sebebini bilemeyecek kadar körleştirir seni.
An gelir, hayatın ne kadar da iç çürüten bir hapishane olduğunu hissedersin;
fakat bunun sebebinin zevk, kâr ve şöhret için fedâ ettiğin güzellikler
olduğunu bile çözümleyemezsin.
·
Aklını
koru! Akıl ancak ibâdet, zikir ve bunlara eklenen bilim ve ilimle korunabilir.
Aksi hâlde yavaş yavaş algı, hakkı tanıma, bâtılı ayırt etme gibi melekeler
kaybolur. Ve sen yine sebep-sonuç ilişkisi kuramadan, sadece bu akılsızlığın
içinde mânevî kayıplara duçar olursun.
·
Sorumluluk
ve sınır sahibi ol! Ancak böyle bir insan değer taşıyacaktır. Akıl ve içgüdü
sahibi olmayanlar sorumluluk taşımaz ve ancak hayvan cinsi sınırsız bir yaşam
güdüsüne sahiptir. Seni tek hücreli canlılardan ve hayvanlardan ayıran
özelliğin, sorumluluk ve sınırlarda yaşamak olduğunu kalbine öğret.
·
Ölümü
hatırla, toprağa bak! Ölümü yok sayan zihin, günahları, sınırları, hayırları ve
ibadetleri sürekli öteler. Toprağa bakmayan insansa kendini gitgide büyüyen ve
her şeye hâkim olacak kadar güçlü bir varlık olarak tanımaya başlar. Toprağa
bakmanın da en güzel ve kolay yolu “secde etmektir”. Secde etmedikçe kendini
tanıyamaz, acizliğini keşfedemez ve seni kurtuluşa erdirecek fiilleri
gerçekleştiremezsin.
· Bütün bunlarla birlikte çalış, kazan, dinlen, eğlen, sev, sevil, anla, anlat, gez, öğren! Fakat hâddi hududu aşmadan… Gerisi Allah Kerîm!