Karınca kararınca yaşamak

Ölümü hatırla, toprağa bak! Ölümü yok sayan zihin, günahları, sınırları, hayırları ve ibadetleri sürekli öteler. Toprağa bakmayan insansa kendini gitgide büyüyen ve her şeye hâkim olacak kadar güçlü bir varlık olarak tanımaya başlar. Toprağa bakmanın da en güzel ve kolay yolu “secde etmektir”. Secde etmedikçe kendini tanıyamaz, acizliğini keşfedemez ve seni kurtuluşa erdirecek fiilleri gerçekleştiremezsin.

ZAMANIN hükmü insanı yanıltıyor. Tükenen bir dünyada yaşıyor oluşumuz her şeyin tükeneceği endişesini ve buna bir “Dur!” diyebilmek ümidini beraberinde getiriyor.

Tik tak… Tik tak…

Bazen uzun ve acımasız, bazen ağır aksak ama buhranlı, bazen neşeli ve hızlı tükeniyor zamanlar… Saatler baş döndürüyor. Kalp atışlarımızın hiç durmadan atıyor oluşu da tıpkı zamanın kusursuz işleyişi gibi bir kaos duygusuna sürüklüyor insanı…

Bu akıp giden her şey, insanın asıl gâyesini unutmasına neden oluyor. Ne için yaşıyoruz, neden dünyadayız ve neden birtakım kararlar ve yargılarla dolu dört bir yanımız? Bunları bir an için bile düşünebilmek o kadar önemli ki…

Kazanmak için binbir telâş, sürekli bir rekabet duygusu, sanki açıkta kalacakmış gibi bir yer kapma savaşı, uçurumdan düşecekmişiz de halatı ben bağlayacağım kaygısı, bir yerde son ekmek satılıyormuş da onu alabilmek için yakıp yıkmalar… Daha binlerce yersiz mücadele (!) ile harcanan bir kimlik sorunu var.

Kendi varlık ahdini ve şerefini zedeleyen buhranlar silsilesi, zamanın akış ritminde kaybedilen değerlerin bir sonucu…

Kanıyor, yanılıyor, aldanıyoruz.

Hiçbir şey kaybetmeden ve kazanç namına çerçöp biriktirmeden yaşamak mümkün. Buna, “karınca kararınca yaşamak” diyorum. Tabiî en yüce yaşamak fiilinin bu olduğuna inancım tam!

Metaforların ve vecizlerin genel geçer anlamı da kabulümdür, ama her zaman değil. Karınca kararınca yaşamak, bu süreçte bana şu meali veriyor: Kanaatle, sabırla, gösterişsiz ve adaletli… Hattâ çok daha fazla sıfat ekleyebilirim: Anlamlı, hudutlu, zararsız, faydalı, imanlı, ince ve rikkatli… Şimdi tüm bu sıfatları tek kelâmda birleştirmek oldukça zor. O yüzden teşbih sanatlarından faydalanan bir söz öbeği işimi görür kanaatindeyim.

Sade, iddiasız ve yalansız yaşamak

Dürüst ve doğru bir yaşam; ancak iddiaların, sitâyişin ve hâd bilirliğin bir netîcesi olabilir. Ne kadar çok dünyevî temayül varsa, o kadar ârıza ve hırs kaplar yüzeyi. Gitgide yüzeyde katılaşan bu menfi maddeler gerçeğin ve olması gerekenin üzerini örter. Artık görünmeyen, unutulmuş ama aslında olması gereken anlamların kaybı vuku bulmuştur.

Çok şey istemek, insana ilk anda hak ettiği bir eylem hissi verebilir. Fakat bir yandan da hep birilerini geçmek, birilerinin hakkına göz dikmek ya da kendi kulluğuna ve insanlığına sekte vuran yollara sapmakla birliktedir. Daha çok para, daha çok keyif, daha çok mâkâm gibi dünyalık hırslar, temiz ve pürüzsüz yüzeylerin rengini ve doğallığını gizleyen kabartılar olarak düşünülmeli.

Elbette yaşadığımız bu âlemde dünyaya denk düşen talepler olması sıradan ve kabul edilebilir bir durum. Fakat hâddi aştıkça ortaya çıkan bu doyumsuzluk tablosu içler acısı bir hâl alıyor. Zamanla hayatın gerçek anlamı bu taleplerin ve hayâllerin gerçekleşmesi olarak algıda yer ediniyor. Sonra yaşamanın asıl gâyesi olan iyi ve güzel ne kadar eylem varsa ikinci plânda kalıyor.

Karınca kararınca yaşamak, hiçbir emek ve uğraş olmadan her şeyi olduğu yerinde bırakmak demek değil. Çalışmak, emek vermek fakat hâddi aşmamak demek.

Çok biriktirmek de böyle bir fiyaskodur meselâ. Neyi biriktirirsen, onun müptelâsı olursun zamanla. Hayatın anlam kayması burada başlar. Biriktirdiği şeye çalışan bir varlığa dönüşen insan, kimlik bunalımına girecek ve şairin mısralarında geçen “Bu ömrü sürmek değil, sürüklemektir” argümanına denk düşecektir.

Doğru amaç, hedef nokta, aslî kimlik

Doğru amaç, hedef nokta, aslî kimlik… Bu üç değişken, kişinin beklenti ve talepleri doğrultusunda şekilleniyor. Fakat böyle olmaması gerekiyor. Bu üç maddeyi sabit tutup diğer yaşamsal gereklilikleri yerine getirmek lâzım.

Doğru amaç ne mi? Doğru amaç; sana, bana, ona ya da belli standartlara, değişken durumlara ve çevresel etkilere göre şekillenemez. Zorluk ve kolaylık, zenginlik ve fakirlik, hastalık ve sağlık gibi değişkenlerde bile doğru amaç bir milim yerinden oynatılmamalı. O amaç, doğum ve ölüm arasındaki zamanda imkânlar el verdiğince faydalı olmaktır. Fayda, ibâdetin özetidir. Kendine fayda olarak başlar, yakın çevre ile devam eder ve tüm canlıların varlık sürdüğü sisteme kadar uzanır. Bu amacın durum ve beklentiye göre saptırılması, hedef noktadan uzaklaşma anlamı taşır.

Hedef nokta ne midir? Çeşitli hedefler koyabilirsin ve bu hedeflerin sebebi, mutlu ve başarılı olmaktır. Fakat benim bahsettiğim hedef daha uhrevî! Hedef, âhirettir. Dünyada ne kadar kalırsan kal, neler başarırsan başar, neye sahip olursan ol, gidileceği kesin olan ve erteleme yahut iptal gibi ihtimâllerin bulunmadığı ilk kavram, ölüm. Ölümden sonrası da malûm… Öyleyse hedef, doğru amaçla birlikte ölüme giden bu serüvende her daim nereye gittiğimizi hatırlamak. Ve tüm dünyalık işlerde de bu şiarla dürüstlüğü, hak çizgisini aşmadan mücadele vermek… Bundan sonrası da zaten “eşref-i mahlûkat” denilen aslî kimlik kavramına erişimi sağlayacaktır.

Doğru bir amaca kilitlenmiş ve hedef noktayı belirlemiş bir ruh ve beden, son nefese kadar aslî kimliğini kaybetmeyecektir. Kimlik, insan olmaktır. Bunun muhafazası da insan kalmaktır.


Tüm bunları yapabilmede de birtakım vazgeçişler ve birtakım kabullenişler gerekiyor. Bahsini ettiğim “karınca kararınca yaşamak” kavramını bir de maddeleyerek anlatmak istiyorum. Doğru ve amaçtan şaşmadan, kimliği kaybetmeden yaşam sürmenin ve değerli ölmenin sırrı bu maddelerde saklı. Bir bildiri niteliğinde olacak ama varsın olsun. Bir şeyi farklı farklı söylemek, değişen algılara hitap edebilmede bana yol gösterici oluyor. Bu defa da böyle denemek lâzım demek ki…

·       Her an ve her an parçasında, yaptıklarının, söylediklerinin, aldıklarının ve verdiklerinin hesabının yapıldığını unutma!

·       Kızdığında, hiddetlendiğinde ve nefret ettiğinde, seni Yaratan’la onu Yaratan’ın Tek olduğunu, O’nun hürmetine kötü duygularına gem vurman gerektiğini hatırla!

·       Fazla mal ve paranın yaşamanın asıl gâyesi olmadığını, kazanmak için Allah’ın sınırlarını geçmek, hak ve haram yemek gibi insanlık dışı eylemlerin hiçbir işe yaramayacağını bil! Paran ve malın artıyor gibi görünse de, görünmez bir anlamda çok şey kaybettiğini ve artan malının sadece nicelikte arttığını, seni daha rahat yaşatmayacağını aklına zerk et!

·       İbâdetsiz bedenin faydasız bir yığından başkası olmadığını keşfet! Beden ibâdet ettikçe ruhla bütünleşir, bir kemik yığını olmaktan çıkar ve gerçek kimliğini bulur.

·       Hiç vermeden ve fedâ etmeden kârda olduğun inancını yık! Bu bir yanılsamadır. İnsan da, can da, ruh da, anlam da, kalp de ve hattâ mal bile verdikçe artar, verdikçe verimli bir hâl alır. Vermeden, fedâ etmeden artan malın ve zenginliğin ya huzur vermek ya da hiç hesapta olmayan mecburiyetler için harcanır gider. Bir başka ihtimâlle, harcamak nasip olmadan ömür biter.

·       Cimrilik, kindarlık ve hasetliğin senin içinde seni günden güne kemiren bir fareden farkı olmadığı gerçeğiyle yüzleş! Cimri insan vermez ama hastalık, dert, borç, sıkıntı, afet gibisiyle elinden elbet çıkar vermedikleri. Kindar insan asla dingin ve huzurlu bir kalbe sahip olamaz. Haset bir kalp hiçbir güzellikle yetinemez ve kendini keşfedemez.

·       Sev! Çünkü sevmeyen kalp katran tutar. Ama her şeyi ve herkesi Allah için sev! Çıkar, menfaat, geri dönüş ve fayda hesabı olmaksızın sev! Ancak böyle bir sevgiyle Allah sevgisine ulaşma ihtimâlin var.

·       Hakkaniyetli ol! Adâlet ve hak çizgisinden çıktığında, hakkını ve kendin için sağlanmasını beklediğin adâleti ne çevrende, ne de Allah katında bulamayacağın vahametinden kork!

·       Zevk için harama, kâr için günaha, şöhret için ziyana düşme! Bunlar ilk anda tatlı gelse de, ömrünü acılaştıran şeyin sebebini bilemeyecek kadar körleştirir seni. An gelir, hayatın ne kadar da iç çürüten bir hapishane olduğunu hissedersin; fakat bunun sebebinin zevk, kâr ve şöhret için fedâ ettiğin güzellikler olduğunu bile çözümleyemezsin.

·       Aklını koru! Akıl ancak ibâdet, zikir ve bunlara eklenen bilim ve ilimle korunabilir. Aksi hâlde yavaş yavaş algı, hakkı tanıma, bâtılı ayırt etme gibi melekeler kaybolur. Ve sen yine sebep-sonuç ilişkisi kuramadan, sadece bu akılsızlığın içinde mânevî kayıplara duçar olursun.

·       Sorumluluk ve sınır sahibi ol! Ancak böyle bir insan değer taşıyacaktır. Akıl ve içgüdü sahibi olmayanlar sorumluluk taşımaz ve ancak hayvan cinsi sınırsız bir yaşam güdüsüne sahiptir. Seni tek hücreli canlılardan ve hayvanlardan ayıran özelliğin, sorumluluk ve sınırlarda yaşamak olduğunu kalbine öğret.

·       Ölümü hatırla, toprağa bak! Ölümü yok sayan zihin, günahları, sınırları, hayırları ve ibadetleri sürekli öteler. Toprağa bakmayan insansa kendini gitgide büyüyen ve her şeye hâkim olacak kadar güçlü bir varlık olarak tanımaya başlar. Toprağa bakmanın da en güzel ve kolay yolu “secde etmektir”. Secde etmedikçe kendini tanıyamaz, acizliğini keşfedemez ve seni kurtuluşa erdirecek fiilleri gerçekleştiremezsin.

·       Bütün bunlarla birlikte çalış, kazan, dinlen, eğlen, sev, sevil, anla, anlat, gez, öğren! Fakat hâddi hududu aşmadan… Gerisi Allah Kerîm!