Karı koca kocaman bir dünya

Aile yuvasının her bir bireyi, aileyi huzurlu bir okula dönüştürebilmelidir. Burada herkes öğretmen, herkes öğrencidir. Birbirimizden öğreneceğimiz çok şey, beraberce okuyabileceğimiz bir sonsuzluk var.

SEVGİ ile el ele verince taş, taç olur yüreklerde. “Aile” kavramı her zaman çok önemli bir konumdaydı ama artık sahip çıkılması ve korunması gereken hassas zamanlardayız. “Komşuluk bitti” diye konuşanlar, şimdilerde aile yapısının gördüğü tahribatı konuşmaktalar.

Aile yapısı birçok yönden saldırı altında. Burada aile durumu gayet iyi olanlar için zaten sözümüz yok ama genele bakmak zorundayız. Ki genel durum hiç iç açıcı değil gibi.

Ekonomik nedenler, teknoloji, genetiği değiştirilmiş gıdaların bedenimizdeki etkisi, medya, siyaset, dış güçler derken birçok etken içsel ve ailesel yapımıza olumsuz izler bırakmakta. Hemen hemen hepimizin evinde az çok tartışmalar, acı ve tatlı yaşanan hayatlar vardır. Aile çatısı içinde, ne olursa olsun, o çatı altında yaşanıp en makul sonuca vardırılmalıdır. Temel ölçüt, en başta karı koca olmak üzere, kişiler benliklerinden ve fikirlerinden tamamen feragat etmeden, ama en ön sıraya kendilerini değil aile kurumunu koyarak ve çeşitli durumlardan nasıl etkileneceğini gözeterek hareket etmelidir.

Karı koca kocaman bir dünya, kocaman bir yuvadır. Bu kocaman dünyada elbette her şey yaşanacaktır. Önemli olan, günün sonunda bu dünyanın ayakta kalması, mücadelelerden güçlü çıkmasıdır. Kendi ailemden örnekler vererek konuyu genişletmek istiyorum.

Eşim ile neredeyse hiç ortak yanımız yok gibidir. Benden bir yaş büyük olan eşimle birçok konuda farklı görüşlere sahibiz. Yaşama bakışımız o kadar farklı ki, bir yerde buluşmamız neredeyse imkânsız oluyor. Yemek zevkimiz, TV programı seçkimiz, boş vakitleri değerlendirme alternatiflerimiz, çocuklarla olan diyaloglarımız, alışveriş davranışlarımız, uyku alışkanlıklarımız ve daha aklıma gelmeyen birçok ev içi ve dışı yaşam alışkanlıklarımızın yüzde 99’u uyuşmuyor neredeyse. Bunun doğal sonucu olarak fikir ayrılıkları ve tartışmalar olabiliyor.

Biz görücü usulü evlenen bir çiftiz; birbirimizden bireysel ve donanımsal olarak çok büyük beklentiler içinde olmadan ama sıcak ve sevgi dolu bir yuvanın temennisiyle bir araya geldik. Temellerimizi maddiyat, mekân, çevre ve beklentiler üzerine değil sevgi, saygı, bağlılık ve ahlâkî temeller üzerine kurduk ki şu an geride bıraktığımız on üç senelik evliliğimizin her geçen gün sağlamlaşan yapısı bunun en güzel sonucu diye düşünüyorum.

Birbirimizin kaşı gözü veya maddî durumu yahut da herhangi bir şey için değil, birbirimize olan saygı ve sevginin korunması üzerine temel attık. Farklılıklarımızı çatışma için değil paylaşmak için bir araya getirdik. Aile kurumu bireylerin üstünde bir yapıdır ve biz her daim bunu gözetmeye gayret gösterdik. Çok zorlandığımız anlarda imdadımıza yetişen şey, yuvanın kutsallığı ve her şeyin geçici olduğuna olan inancımızdı. Ve haklı çıktık; her şey ama her şey yıllar içinde şekerin çayın içinde erimesi gibi eridi geçti. Geriye kalansa çayın tadı oldu, yıllar oldu, ileriye giden yuvanın sağlığının artması oldu.

Birbirimize ve çocuklarımıza her türlü imkânı sunamıyoruz elbette. Çocuklarımız için en iyi eğitim imkânlarını sunamıyoruz. Eşim de, ben de ehliyet alma cesaretini gösteremedik, bu nedenle hastanelere taksiyle, alışveriş veya gezilere toplu taşıma araçlarıyla gidiyoruz. Yazın özellikle camdan, arabası olanların sık sık piknik hazırlıklarını izleyip gidişlerini izliyoruz. Malûmunuz, taksi veya toplu taşıma ile elinizde termos ve diğer piknik malzemeleriyle yola çıkmak öyle kolay bir şey değil. Memleket ziyaretleri yine ayrı dert. Bunları şikâyet anlamında yazmıyorum, herkesin yaşam standartları farklı. Bunu anlatmak zorundaydım, çünkü neye odaklandığımız çok önemli.

Eşimle kocaman ve mutlu bir yuva inşâ ettik. Bunun için çok ter döktük, birbirimizle ve kendi içimizde çok kavgalar verdik. Ama sonu mutlu bitti, şükür. Eğer odağımız sadece kiracı olmamız, gelir sahibi olmamız ve çevre yönünden tek başımıza kalmamız olsaydı, yaşadıklarımıza değil yaşayamadıklarımıza, sahip olduklarımıza değil sahip olamadıklarımıza kafayı yormayı devam ettirseydik, şu an yaşadığımız manevî ve sosyal zenginliğimize asla ulaşamayacaktık.

Yaşadığımız bazı zenginliklerden de bahsetmek gerek; çünkü neyin karşısında ne olduğunun bilinmesi önemli. Bunların en önemlisi, birbirimize vakit ayırmanın değerini bilmemiz. Şahsen iş dışındaki zamanımın tamamını aileme ayırmaya çalışıyorum. Zaman zaman hafta sonları farklı şeyler de yapabilirim tabiî ama aileme ayırdığım vakit benim için asla boşa geçmiş ve değersiz bir zaman dilimi değildir.

Çağımızın en büyük sıkıntılarından biri olan teknoloji ve internet bizim evde de kendine yeterince yer bulsa da eşimle birlikte elimizden geldiğince çocuklarla beraber yaptığımız etkinlik ve gezilerle dengeyi sağlamaya çalışıyoruz. Aile yemeği, aile oyunları, beraber film izlemek, kitap okuma saatlerimiz ve çeşitli aktivitelerle aile bağlarımızı korumaya ve geliştirmeye çalışıyoruz. Yazımı kolay olsa da uygulaması artık zor şeyler bunlar. O yüzden ailenin ve toplumun geleceği için bu gayret ve mücadeleyi vermek zorunda olduğumuza inanıyoruz.

Ne tam bir disiplinden yanayım, ne de tam bir teslimiyetten yana. Aile bireylerinin kendilerini ifade etmesine engel olmak istemem, yanlış yapıyor bile olsalar bunu sert ve keskin uyarılarla değil, farkına varabilecekleri ve öz benliklerinin oluşması için harcanan ortak bir çabanın yer aldığı bir ortamın oluşması taraftarıyım.



El ele, omuz omuza, göz göze, diz dize aile olmak

Karı koca kocaman bir dünyayız. Her şeyi içimizde yaşar, dışarıya tebessüm ve esenlik sunarız. Eksiğimiz, hatamız ne kadar çok olursa olsun, hayat yolculuğunda el eleyiz. El ele verince unutulur tüm dertler, kavgalar, hatalar, ayrılıklar ve yanlış anlaşılmalar. Zaman, ayrışma zamanı değil, haklı olma zamanı hiç değil. Zaman, daha çok birbirimize yaklaşma, kenetlenme, anlayış gösterme ve sevme zamanı!

Birbirine çok yakışan, yan yana durunca zamana denge ve huzur katan iki kelime “sevgi ve saygı”. Bir kalpte en iyi şekilde ağırlanıyorsa bu iki kelime, o kişi ne yaşarsa yaşasın, günün sonunda da, ömrünün sonunda da kazanan o olur. Yaşam bizim idrakimizin çok ötesinde komplike bir unsur. İmtihanlarla süslenir bazen günlerimiz ve insan en çok da insan tarafından zorlanır. Mutlu da olur, gözyaşı da döker, hata yapıp günaha da dalar, sevap işler, iyilerden olur, ama en önemlisi kalbinde ne olduğudur. Allah kalbe bakar.

Kalp de kalbe bakar, yarınlar kalbe bakar, beyin kalbe bakar; kalbimizde ne varsa sofraya o gelecektir. O nedenle insan, kalp evine hangi eşyaları yerleştirdiğine, orada nasıl vakit geçirdiğine, onun bakımı ile ne derece ilgilendiğine dikkat etmeli. Beynin kendi sorumlulukları dışında yaptığı en önemli görev, kalbi takip etmektir. Kalpte olanı görmek o kadar zor olmasa gerek. Kalpte olan dildedir, yüzdedir, imtihandadır ve ömürdedir. Yaşadıklarımızı, hissettiklerimizi ve düşündüklerimizi takip ettiğimizde, kalbimizde neyin az neyin çok, neyin eksik neyin fazla olduğunu idrak etmek o kadar zor olmasa gerektir.

Birey olarak en büyük eksikliklerimizden biri de bu konu. Yani günün sonunda kendimizle baş başa kalıp içsel yapımızı, kalbimizi ve yaşarken deneyimlediklerimizi okumak için zaman ayırmamak, hatta böyle bir şeyin ihtiyaç ve niyetinde olamamak. Hâl böyle olunca, kendini bilemeyen kişi ve toplum ne yarınını bilebiliyor, ne de Rabbini.

Birey çok fazla dışa dönük yaşadığı zaman toplumda çözülüyor, kendini toparlayamıyor. Eşler önce kendini bilir, kendini tanır, kalbi ile ilgilenir ve içinde en güzel köşelere sevgi ve saygıyı yerleştirirse, el ele aşılamayacak tepe kalmayacaktır. Kalbi olgun kişinin yüzü, duruşu ve sözü de olgun olur; karşısındakine hoş ve güzel titreşimler gider. Ki tatlı dilin neler yapabileceğini hepimiz biliyoruz.

Rabbim, kimse için tek kişilik bir hayat yaratmamıştır. Kâinat içindeki tüm oluş ve varlık âlemi ile birlikte insanın evi, ailesidir. Bu bilinçte olan kişi, kalp evine ve aile fertlerine iyi davranır. Kişiye düşen tek bir şey vardır aslında, “okumak”. Düşünsenize; yaşamak ve insan olmak o kadar basit olmasa gerek. Arkamızda bıraktığımız onlarca hâdise lâf olsun, ömür dolsun diye var olmuş olamaz. Bunu fark etmemek için çok ama çok meşgul olmak gerek.

Soru sormalıyız; her aklımıza geldiğinde pencereden dışarı değil, içimize doğru tüm gücümüzle bağırarak: Yaşanan bunca şeyin anlamı ne? Var oluşumun sebebi ne? Sağlığın ve hastalığın, doğumun ve ölümün, gecenin ve gündüzün, evliliğin, savaşın ve barışın, gençliğin ve ihtiyarlığın, kadın ve erkek olmanın hikmeti ne? Var olan bunca şey bana ne anlatmaya çalışıyor?

Cevap, okuyabildiğimiz kadarıdır. Okumak özel bir eylem. İyi bir okur, ne demek istediğimi anlar. Okumak sadece sayfalar üzerinde göz gezdirmek değil, aynı zamanda dinleme yeteneğini geliştirmektir. Duyabiliyor musun kalbini, hayvanları, bitkileri, hislerini?

Okumak, aynı zamanda yazabilmektir. Ellerinin ve ayak izlerinin neler yazdığını görebiliyor musun? İyi bir yazar mısın? Var oluşunla her an bir şeyler karaladığını hissedebiliyor ve kalemi biraz daha dikkatli kullanman gerektiğini far edebiliyor musun? Okumak aynı zamanda paylaşabilmektir; eşinle, dostunla, sevdiğinle, sevmediğinle neyini paylaşıyor, elinle verdiğin kalbinle verdiğinin aynısı mı?

Okumak şükretmek, merak etmek, cevaba doğru giden yolculuk etmektir. Bu, yaşamın en değerli ve en heyecanlı yolculuğudur. Bunun keşfini yapan insan, kâinattaki en bahtiyar insandır; bunun idrakine varılan yuva, en mutlu yuvadır. Aile yuvasının her bir bireyi, aileyi huzurlu bir okula dönüştürebilmelidir. Burada herkes öğretmen, herkes öğrencidir. Birbirimizden öğreneceğimiz çok şey, beraberce okuyabileceğimiz bir sonsuzluk var. Yaşanacak, okunacak ve paylaşılacak bunca güzellik varken ve insan ömrü bu kadar kısayken neden kavgalara, anlaşmazlıklara ve boş işlere bu kadar bol ve insafsızca zaman harcar insan?

Kalplerimizde kocaman, sevgi dolu dünyalar kurup herkesi oraya davet edelim, kalan ömrümüzü en güzel şekilde geçirelim isterim. Bu davet hepimize, tüm insanlığa. Kalp kulağı aktif olan duyacaktır bu duayı ve daveti.

Allah’a emanet olun...