“Kardelen kızlar”: Songül ve Şükran

Çölü aşarken sendin yanımda. En bilinmez sorulara cevap anahtarım oldun ve seni kodladım her şıkta. “Merhem” diye seni sürdüm dertlerime. Aşkı senden öğrendim, Mecnun’u seninle tanıdım ve öylece düştüm Leyla’nın peşine…

DOĞU Anadolu” diye tabir edilen coğrafik bölgenin soğuk ikliminde, dağları örten kar kristalleri erimeden açan kış çiçeklerine “Kardelen” denildiğini bilmeyen yoktur.

Yörede zorlu yaşam koşullarına “zemheri” kışlar ve bir de töre kuralları eklenince, bahara ulaşmak sabır, emek ve cesaret ister.

Hele hele bahsedilen yıllar kıtlığın ve yokluğun hükümran olduğu, kız çocuğunu okutmanın “ayıp”, hatta “günah” sayıldığı bir dönem ise, açıkçası kara kışa, tipiye, borana değil, “ölüme” meydan okumaktır.

İlim irfanla buluşmak için can atan, sonsuz bir bilgi kaynağına yönelen ve onun açtığı kollara koşan kız çocukları... Her birinin ayrı bir hikâyesi var. Kendi “varoluş mücadelelerini” resmeden hikâyeleri... Cehaletin bağrını, kara toprağın bağrını deler gibi “ilim” ve “ışığa” ulaşan kardelenlerin hikâyesi…

Onlar, bacıdan ziyade arkadaş, dert ortağıdırlar. Büyük ablaları evlenip evden ayrılınca, çetin kış şartlarına hazırlık için gazel, çalı çırpı toplamak, kavak ağacı soymak, değirmen yolunu tutup buğday öğütmek, çuval dolu unla hamur yapmak, yufka açmak, adam boyu küfelerde turşu kurmak, leğende çamaşır, çeşme başında bulaşık yıkamak, yatak toplamak, kayısı sermek, bağda üzüm toplayıp pekmez kaynatmak, ceviz ağaçlarını başak etmek onlara kalmıştır. Yapmadıkları tek şey kar küremektir; o da evin çömezi olan erkek kardeşlerine düşmektedir.

Altın kızlar

Üç kız kardeşin kader birliği bununla sınırlı değildir. Her seferinde satırlara sığmayan acıların merkezinde bulurlar kendilerini. Yüksünmezler, sebat ederler ve yaparlar.

Onlara kol kanat geren çınar misâli bir baba ve merhameti yedi düvele yayılmış cesur bir anne vardır etraflarında. İtaat kültürüyle yetişmişlerdir. “Yap!” denilen yapılır, “Yapma!” denilenden de ırak durulur.

Yüksel, evdeki kızlardan en büyüğü… Annenin, babanın, komşunun, teyzenin, velhasıl yakının uzağın eli ayağıdır. İlk fedakârlık ondan gelir. Çok okumak istese de birilerinin okuması için evde kalmayı göze alır.

Songül ve Şükran ise bir karar vermek zorundadır: Ya gazel toplayacaklardır güz boyu ya da okuyup alın terleriyle para kazanacaklardır!

Akşam Sanat Okulu’nda geçen yaz tatilinden sonra yeni eğitim-öğretim yılında kendilerini 100 kilometre uzaklıktaki Yatılı Kız Öğretmen Okulu’nda bulurlar. Aynı sınıfa düşerler, aynı yatakhanede kalırlar ve aynı gecenin karanlığında yatar, aynı güneşin aydınlığında sabahlarlar. Üşüdüklerinde sarılacak, ağladıklarında gözyaşlarını silecek kardeşler, birlikte “öğretmenlik” hayâli kurarlar.

Anne gurbeti yakın eder ve erinmeden çalışmaktadır. Genç kızların üzerinde modelli elbiseler onun imzasını taşır, tandırda kızaran ekmeklerde, bayramlarda ikram edilen baklavalarda onun elinin lezzeti aranır. Bin bir yoklukla elde ettiği üç beş kuruşu, ihtiyaçlarını karşılaması için ceplerine sıkıştırarak ayrılır okuldan.

Tüm bunlara ek olarak, bir de dedikodularla mücadele edilir. Genç kızların şehir dışına yatılı olarak gönderilmesi, karanlık zihniyetin ağzına balçık gibi yapışır.

Onlar, etrafın ağzını büzmek için uğraş vermezler, “Yetimhaneye verilmişler!” sözüne ise içerleseler de belli etmezler ve kendilerini müziğin tılsımlı dünyasına teslim ederler. Her ikisinin de elinde birer mandolin vardır. Akşam oldu mu, genç kızlar yatakhaneye doluşur, onların neşe ve sevgi dolu sohbetleri okulun en uzak köşesinden dahi duyulurdu.

Neşeli, nüktedan, arkadaş canlısı bir yapısı vardı Songül’ün. Sınıfı kaynatmak, kahkahaya boğmak âdeta onun işiydi ve büyük bir zevk alırdı bundan. Öğretmen arkasını döner dönmez, ya dudaklarıyla tavşan taklidi yapar ya da kaşını gözünü oynatarak arkadaşlarının dikkatini çekmeyi başarırdı. Öğretmen öğrencilere döndüğünde ise hiçbir şey olmamış gibi gayet ciddî bir tavır takınırdı.

Onlar bu çetin kışın ömrünün kısa olacağına, karları yararak gün ışığıyla buluşacaklarına yürekten inanmışlardı. Onlara inanan bir de anneleri vardı. Acı tatlı hatıraları geride bırakarak yedi yılı tamamladılar.

Beklenen gün

Önce Songül, ardından Şükran mezun olur. Songül, son sınıfta Edirne Öğretmen Okulu’na, intibak eğitimine gider ve açıktan atama ile kendi ilçesine “öğretmen” olarak atanır. Kendisinin diktiği “döpiyes takım” ile Emrah İlkokulu’nda ilk dersine girer.

Onu bir sürpriz beklemektedir. Tahtaya döndüğü sırada, sınıfta yükselen kahkaha sesiyle irkilir. Sınıfa döner, arka sıralarda oturan öğrencilerinden birini, yıllar evvel öğretmen okulunda bizzat kendisinin yaptığı hareketin birebir aynısını yaparken görür ama görmezlikten gelir. “Etme bulma dünyası!” der ve karatahtaya dönerek gizlice tebessüm eder. İlk derste dersini almıştır.

Şükran ise, geometri dersine giren hocasının, “Bu dağlar benim, bu sene sana güneş yok!” dercesine geçer not vermemesi üzerine “öğretmenlik” mesleğine bir yıllık gecikmeyle başlar. O buna da aldırış etmez. Yukarı Işıklı köyüne atanır. İki derslikli, küçük ama bir o kadar da şirin okulun “ilk” bayan öğretmenidir. O öğrencilerini sever, öğrencileri de onu. Genç öğretmen, arkasında “Yangın Ali” yazan alev kırmızısı minibüsün yağız delikanlısına teslim edilir. Teslim eden babası, teslim edilen de halası oğludur.

“Yılın annesi”

Kız kardeşler, hem toprağı, hem de karları delen birer kardelendirler artık. Dün onları eleştirenler, bugün onun sınıfına evlâtlarını vermek için yarışanlardan başkaları değildir.

Kardelenlerin annesi Seher Sultan’ın emeği, Kaymakamlık ve İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü tarafından verilen “Yılın Annesi” ödülüyle taçlandırılır. Ödülünü aldıktan sonra önce çok sevdiği sigarasını tüttürür, ardın da çayını yudumlar. Yüzüne ise binlerce ödüle bedel bir tebessüm yerleşir.

Annenin ödülü bununla sınırlı kalmaz. Kaderin cilvesi olarak Songül, annesine ikinci hediyeyi tam on yıl sonra, 12 Eylül İhtilâli’nin ardından açılacak olan “Okuma Yazma Seferberliği”nde okuma yazmayı öğretip diploma takdimiyle verecektir.

Bu dağların karı da, kardeleni de eksik olmaz!

Onlar yeni kardelenler için birer ümit, birer kılavuz olma gayretindedirler. Öyle de olur. Sayısız mezun verirler. Zaman zaman ellerini öpenlerin apoletine bakarlar; bakan, milletvekili, belediye başkanı, hâkim, savcı, avukat, doktor, mühendis ve kendileri gibi öğretmen olanları görürler.

Her ne kadar emeklilik kelepçesiyle bir köşede tutulsalar da kolları ilk günkü aşk ve heyecanla hep açık ve onlara doğru koşacak olan minik bedenlerin çıkardığı ayak seslerini, arıları andıran cıvıltılarını, çiçeklere benzeyen gülümseyişlerini bekliyorlar.

Kırk yıllık değil, ömürlük kölelik

İliklerime düştün hece hece ve bir kan dolaşımı gibi gezindin bedenimde, cümle oldun beynimde. Karanlığa inat bir ateş yükseldi ötelerden. Kılavuzum oldun, el uzatıp çıkardın en karanlık dehlizlerden. Çölü aşarken sendin yanımda. En bilinmez sorulara cevap anahtarım oldun ve seni kodladım her şıkta. “Merhem” diye seni sürdüm dertlerime. Aşkı senden öğrendim, Mecnun’u seninle tanıdım ve öylece düştüm Leyla’nın peşine. Yiğitlik türküleri besteledim. Dağları, ovaları, denizleri seninle gezdim. Binlerce insan vardı içimde, içimdeki kuyuları mühürledim. Kuşlara kanat oldum. Sen mucidim, sığınağımsın. Merhamet ve şefkat kokulu anamdan izler bulduğumsun. Sen, öğretmenimsin!

Hakkınızı vermekten bahsetmeye hicap duyarız. Şimdi tek talebimiz var, “elinizi öpmek”. Uzatın da o pak ellerinizden öpelim! Sizler tek günlük değil, ömürlük minnetimiz, en değerli hazinemiz, “öğretmenlerimizsiniz”…