Kardan adam

Çocukluğumuzun eğlencelerinden biri de kar yağışlarıydı. Pencereden zevkle seyrederdim kar yağışını. Çünkü her bir kar tanesini bir meleğin yere indirdiğini anlatmışlardı. Bazen metrelerce yüksekten bir kar tanesini gözüme kestirir, bir kelebek gibi süzülerek inişini takip eder, sonra başka bir kar tanesinin peşine düşerdim…

BİR toplantıda yan yana oturduğumuz Ökkeş Narlı Ağabey’in kulağına eğilerek, “En son ne zaman kardan adam yaptın?” diye sordum. Ökkeş Ağabey -o zamanlar- 55 yaşlarında, İstanbul’da yaşayan tebessüm dolu Maraşlı bir baba, önce yüzüme baktı, gülümsedi, ciddi olduğumu anlayınca biraz düşündü ve “Beş altı sene oldu” diye cevap verdi. Dedim ki, “Kar geliyor, sen bu sene de çocuklarını, torunlarını, hatta komşu çocukları da davet et, kardan adam yapın yine”. Ökkeş Ağabey yüzüme tuhaf tuhaf baktı, gülümsedi, sonra “Tamam!” dedi.

Çocukluğumuzun eğlencelerinden biri de kar yağışlarıydı. Pencereden zevkle seyrederdim kar yağışını. Çünkü her bir kar tanesini bir meleğin yere indirdiğini anlatmışlardı. Bazen metrelerce yüksekten bir kar tanesini gözüme kestirir, bir kelebek gibi süzülerek inişini takip eder, sonra başka bir kar tanesinin peşine düşerdim. Her bir kar tanesi yere düştükçe, meleğin bana selam vererek tekrar göğe yükseldiğini düşünürdüm. 

Kardan adam yapmak ayrı bir eğlenceydi. Bazen yarıştığımız da olurdu. En büyük, en uzun kardan adamı kim yaparsa o kazanırdı yarışı. O yaşlarda zihnime takılan en önemli şey, kardan adamın erimesini geciktirecek bir çözümün niçin olmadığı idi. Çünkü saatlerce uğraşır, ellerimiz donar, paçalarımız ıslanırdı, sonuçta da güzel bir kardan adamımız olurdu. Bembeyaz kıyafetli, kömür gözlü, havuç burunlu, eli süpürgeli, boynu kaşkollu… Sonra yavaş yavaş erimeye başlardı adamımız. Bizi de bir üzüntü alırdı ki, sormayın!

Bir de kayak yapardık. Kalın gübre naylonlarını altımıza alır, uygun bir yokuş bulur, kayardık. Bu kayma yöntemini o kadar zevkli olmasa da kolay olduğu için tercih ederdik. Bir de kendi ellerimizle yaptığımız kayaklar vardı. Altta, ucu kaşık gibi kaymaya uygun şekilde düzenlenmiş orta uzunlukta sağlam iki ağaç olurdu -uçları sivri, arkaları küt-. Bu iki ağacın üstüne, üzerine oturmak için üç dört tane tahta çakardık. El çakılarıyla ince işçilikler devreye girince ortaya süslü püslü, güzel mi güzel kızaklar çıkardı.

Kar, kardan adam, kartopu, kayağı ve diğer eğlenceleri ile birlikte bizim için ayrıcalıklı bir nimetti. Evde en güzel sohbetler karlı gecelerde olurdu. Kış gecelerinde kavurgalar yapılır, mısırlar patlatılır, kestaneler pişirilir, masallar anlatılır, hımbıl, isim-şehir ve kibrit kutusu gibi oyunlar oynardık.  

Kar mevsiminde yiyecekler de farklılaşırdı. Tarhana, akşam sofrasının değişmez çorbası olurdu. Pekmezler, tahinler, helvalar kahvaltıdan eksik olmazdı. Kuzine soba üzerinde bir ıhlamur çaydanlığı her zaman beklerdi. Kar, dışarıyı üşütürken evimizi ısıtırdı.

Her kar yağışında o nimet hakkında durmadan “beyaz kâbus, beyaz tehlike” denilmesine harbiden bozuluyorum! Onun için büyük küçük kimi görsem, hemen, “Kardan adam yaptın mı?” diye soruyorum. Bazen de babaları, çocukları ile beraber kardan adam yapmaları ve kartopu oynamaları için zorluyorum.

Anneler karın yağdığı günlerde “Çocuklar üşümesin” diye onları eve kapatmasınlar! Yoksa bizim kuşak için keyif, eğlence ve nimet olan kar, bugünün çocukları için kâbus, tehlike, kaza ve facia olarak kalacak zihinlerde.

Kar, akşam her kanalda sanki afet gibi anlatılıyor. Kar güzeldir, çocuk gibidir, masumdur, temizdir, kimin elinde ise ona göre şekil alır. En iyisi siz de eldivenlerinizi takın, yün çoraplarınızı giyin, atkınızı sarın ve ailecek çıkın sokağa, etrafta kim varsa davet edin ve başlayın kardan adam yapmaya. Hatta abartın biraz, “kartopu yarışı” yapın. En uzağa, en yükseğe kim kartopu atarsa ona ödül verin. Ayak değmemiş karlar üzerinde şekiller ve resimler yapın. Karda saklambaç, kartopu ile ebelemeceyi de deneyin. Eminim, zevk alacaksınız…

Yazımızı Üstad Sezai Karakoç’un “Kar Şiiri”nin ilk dörtlüğü ile bitirelim: “Karın yağdığını görünce,/ Kar tutan toprağı anlayacaksın./ Toprakta bir karış karı görünce,/ Kar içinde yanan karı anlayacaksın…”
***

Karın üşüttüğü ve ısıttığı

İSTANBUL’un kardan şehre dönüştüğü günlerdendi. Bir arkadaşımın Fatih’teki evinde üç dört arkadaş güzel bir akşam geçirdik.

Gece yarılarına kadar süren sohbetimizde tekrar fark ettim ki kar, insanda dinginlik ve sakinlik oluşturuyor. Sıcacık çaylar, patlamış mısırlar, mis kokulu keklerle sohbetin tadını çıkardık. Kar, sanki sohbetin tadını ve kıvamını arttırıyor; aileler en çok kar sayesinde daha uzun süre bir arada olabiliyorlar.

Misafirlikten ayrıldığımda saat 00:00’a yaklaşıyordu. Buzlanma korkusundan dolayı aracımı üst sokaktaki bir yere bırakmıştım, oraya doğru yavaş yavaş yürüdüm. Karın oluşturduğu sessizliğe, buzlanmaya yüz tutmuş ve kristalleşmiş karda ayakkabımın çıkardığı ses eşlik ediyordu sadece. Arada esen rüzgârsa çatılardaki karı savurarak hâlâ kar yağıyor intibaı veriyordu.

Sokağı dönerken seslerin çoğaldığını fark ettim. Az ileride, sokak lambasının aydınlattığı mini bir park vardı. Küçüklü büyüklü bir grup kartopu oynuyordu, beş veya altı kişiydiler. Çocukların seslenmelerinden anlamıştım ki bir aile idi bunlar. Kartopları havada uçuşuyor, zaman zaman “Küt!” sesleri de duyuluyordu. Ailenin her bireyinin sesinde anlaşılması kolay o mutluluk havası kendini gösteriyordu. Hoşuma gitti, gülümsedim. Gözümün önünden onlarca mutluluk resmi geçti. Mutlu babalar, mutlu anneler, çocuklar…

Aracımı harekete geçirip yola çıktım. Bu arada kar, yeniden yağmaya başlamıştı. Otobüs duraklarında bekleyen insanlar görünce şaşırdım, saat 00:00’ı geçmişti hâlbuki ve kar, durmadan çoğalıyordu. “Bu saatte bu insanlar evlerine nasıl ulaşacaklar?” diye düşündüm, içim cız etti. Önümdeki özel aracın bir durakta durup birkaç yolcu aldığını fark ettim ve “Ne hoş!” diye geçirdim içimden, aklıma çocukluğum geldi. Babamla ne zaman traktör ile şehre gitsek, yol kenarında bekleyen birini görünce durup binmesini beklerdik. Yolda kalmışı aracımıza almak, yollardan sevap toplamaktı. “Ben de durup birkaç yolcu alsam” diye düşündüm ve daha dikkatli bakmaya başladım yol kenarlarına.

Her durakta, her köşede ikişerli üçerli insanlar vardı ama bir türlü duramadım, cesaretimi toparlayamadım. Zihnimden bir sürü kötü hadise geçti. Hâlbuki daha geçen yaz, Akçakoca’dan Ormanlı’ya giderken geceyarısı hiç değilse üç dört defa durmuş, köylerine gitmekte olan insanları arabamıza almıştık. Cesaretimi kıran ve güvenimi kaybettiren onlarca habere lanet okuyarak eve geldim.

Eve geldiğimde saat 01:00’ı geçmişti ki bir de ne göreyim, bizim aile hâlâ ayakta, kızlarımın ikisi de uyumamış. Meğer gündüz anneleri ve yeğenleri ile beraber kardan adam yapmışlar da bana göstereceklermiş, “Babamız gelmeden uyumayız” demişler. Ne de olsa okullar da tatil...

“Kardan adam” dedikleri, aslında sevimli mi sevimli, tatlı mı tatlı bir kardan çocuk… Önce parkta yapmışlar, sonra da balkona taşımışlar. “Neden balkon?” diye sorduğumda ilginç bir cevap aldım: “Bazı çocuklar kardan adamları yıkıyorlardı, biz de onun için balkona taşıdık.” 

Bu arada, karın çok yağdığı günlerde ağaç altlarına, çatılara ve pencere önlerine kuşlar yesin diye buğday, mısır ve bayat ekmek gibi yiyecekler atardık. Bu eski âdetin devam ettiğine şahit olmak güzel bir şey…