21’inci yüzyılla
birlikte dünya olarak yaşayış tarzımıza dair çok önemli bir şeyin kırılma
noktası olduğuna şâhitlik ettik. Bu kırılma noktasına etken olan şeyi “dijitalizm,
ekonomik dağılım, kapitalizm, bilginin yayılması veya bunların üst üste gelmesi”
olarak sıralayabiliriz.
Bu
kırılma daha önce bir yazımızda da bahsettiğimiz üzere, bir “devâsa çokluklar
dünyası”... İçinde bulunduğumuz süreç de böyle bir dünyanın dönemi… Bugünkü mevzumuza
da aslında “Bu çokluklar dünyası bir yanılsama mı, yoksa gerçeklik mi?” diye
bir sorgulama ile giriş yapalım.
Kısa
ve öz bir şekilde bu durumun gerçekliğinden bahsedebiliriz. Bunun nedeni ise,
arzuları sınırsız ve neredeyse kaynaksız bir dünyada yüz binlerce yıl hayatta
kalmış olan (avcı-toplayıcı) atalarımızın açlıklarını bugün doyurmaya
çalışmamız. Yani güvenliğe olan, kaynağa olan, besine olan, seçeneğe olan, imkâna
olan, kalabalığa ve güce olan arzunun doyumundan bahsediyoruz. Hayatımızın
içinde sürekli olarak “Daha hızlı olsun” diye bir şeyler yapıyoruz fakat neden
bu kadar hızlı olmamız gerektiğini sorgulayacak, düşünecek vaktimiz yok. Tâ ki o
şey, kullanılamaz hâle gelene ya da o şeyin zararı ile birebir karşılaştığımız
bir zaman dilimine girene kadar…
İçinde
bulunduğumuz süreçte bir yandan çevremizdekilerin “var olduğunu ispat” çabası
içerisinde sergiledikleri, sundukları, bize öyle (imiş gibi) gösterdikleri
yaşantılar var; diğer yanda ise, ne yaparsak yapalım, ne kadar çok şeyle
ilgilenirsek ilgilenelim, hep yetişemediğimiz, onlar karşısında eksiklik
hissettiğimiz, bize ait bir yaşam var. Bu durum üretim, ortaya bir fikir koyma,
düşünce noktasında da sık karşılaşılan bir hâl ki sürekli olarak çokluk
içerisinde daimî bir yokluk çekilmekte. Hep daha önce düşündüğümüz bir fikrin
başka biri veya birileri tarafından gerçekleştirilmiş olmasına şâhitlik eder hâle
geldik veyahut akşamdan üretimini düşündüğümüz şeyin sabah uyandığımızda
piyasaya sürüldüğü haberi ile gözümü açmak, artık çok olası bir durum…
“Bu
durumun temel sebebi ise, üst satırlarda değindiğimiz gibi, ataların rahatlığa,
eğlenceye, kahramanlığa olan açlığının aslında bize bir travma olarak geçmiş
olması” diyebiliriz ki istediğimiz şey, doyurmanın mümkün olmadığı bir arzu!
Elbette
arzunun doyumunu karşılamak esnasında bir de sürekli bir aldatılma
sorunsalından bahsetmek gerekir. Öyle ki, insan zihni fırsat odaklı çalışmakta.
Nihâyetinde insan bir fırsat yakalamalı ki o fırsat ile birlikte birçok şeyin
ulaşılabilirlik yolu da açılsın. Bu noktada aldandığımız kısım ise, fırsat için
bekleme sürecinin atlanıyor olması ile alâkalı. Yani bir fırsatın oluşabilmesi
için nitelikli bir şekilde ortaya konulan fikre ayrılması gereken zaman
kısmının atlanıyor olması, bir anda bir patlama ile hedefe ulaşma arzusu.
Oysa
günümüz dünyasında biliyoruz ki, başarılı olan ya da dışarıdan “başarılı”
addettiğimiz insanların uzun süre boyunca anılmasının bir iz bırakabilmiş
olmalarının ardındaki sebep, bir konunun peşinden takıntılı olarak
gitmeleridir. Tabiî bunun yanında piyasanın, ortamın, zamanın fikre uygunluğunu
sağlayabilmeleridir. Bunun dışında ise zaten bir anda patlayan, popüler olan da
kısa süre içerisinde yok olup gidiyor.
Şimdi
günümüzü bir aç tavuk ve buğday ambarı benzetmesi ile hâlimizi özetleyebiliriz.
Bunun yanında, bir türlü doymayan canlılarız ve etrafımız, hep hayâlini
kurduğumuz şeylerle dolu. Ek olarak, bizim dışımızdaki insanları da sürekli
doyuyor şekilde görüyoruz. Oysa bunun bize gösterilen olduğunu, onların bilinçli
olarak dikkatimize sunulduğunu fark edemiyoruz.
Fark
etmenin ilk ve en önemli maddesi, karar vermek: Karar ver, yola çık ve istersen
o yolda istediğin ile karşılaş, istediğine bak!
Dikkat
etmemiz gereken nokta, seçeneklerle dövüldüğümüz bir süreçte olduğumuzun
bilincine varabilmek. Yani seçeneksiz ve çâresiz değiliz. Sadece seçenekler
arasında bîçâreyiz! Mesele, bize sunulan hiçbir şeyin bize ait olmadığını fark
etmek.
Nitekim
gerçek olan ya da olması gereken, kapalı olan perdeyi bizim açmamız. Başkasının
açtığı perde sürekli manipülasyondan ibârettir. Ne var ki, ancak bizim çaba
gösterdiğimiz, bizim müktesebat biriktirdiğimiz, yürüdüğümüz, koştuğumuz ve
nihâyetinde bizim açacağımız perde ile bu sorunsalı aşabiliriz.
Peki,
karar verme noktasında ya da kararsızlığı ortadan kaldırmak için ne yapmalı?
İlk
olarak bilmemiz gereken şey, karar verme ânında her zaman optimal bir tavır
sergilemenin mümkün olmadığıdır. Yani karar ve anlarımız günlere göre, bağlama
göre, o an yaşadığımız zihinsel veya duygusal olaylara göre değişkenlik
gösterebilir. Bir diğer bilmemiz gereken şey ise, bir gündemimizin olması. Yani
gündelik yaşantımız içerisinde zorunlu olarak yapmamız gerekenlerin dışında
bizim arka plânda bir gündem, bir seçenek oluşturmamız ve o gündemin de
gerçeklik ile uyumlu olması gerekliliğidir. Daha net bir ifadeyle, “uzun hayâllere
fuzuli zaman ayırmak yerine kısa plânlar ile adımlar atabilmek” diyebiliriz
buna.
Son
olarak ise, her ne yaparsak yapalım, kendimize hatâ(lar) lüksü hakkını verebilmemiz
gerekmektedir. Netîcede, kazananlar hiç hatâ yapmayanlar değil, asla pes
etmeyenlerdir! Yeter ki başkalarının sunduğu seçeneklere değil, kendi
ürettiğimiz seçeneklere yönelip onlar arasından bir karara varalım! Yeter ki
seçenek de, karar da bize ait olsun! Gerekirse hatâlı olsun…
Biliyoruz ki, hatâsız kul olmaz!