Karar ve kader

“Ne mi anne? Benim adıma verdiğiniz bu kararı hiçbir haklı gerekçeye oturtamadığım gibi, hayata, size ve her şeye karşı güvensizlik ve öfke… Bazen ne düşünüyorum, biliyor musun? En baştan herkes kendi kaderine ve Allah’ın takdirine razı olmalıydı belki de…”

GÜN kuşluk vaktine evrilmiş. Güneş uzaktan görünen tepelerin ardından yavaş yavaş yükselirken, köyün minibüsü hâlâ asfalt yola çıkamadığından kimi zaman toprak yoldan toz kaldırıyor, kimi zaman ise kasislerden dolayı içindeki yolcuları oturdukları koltuklarda sağa sola savuruyordu.

Emine yol boyunca kocasıyla hiç konuşmamış, Ahmet kasketinin altından ona fark ettirmeden ara sıra karısını göz ucuyla süzmekle yetinmişti. Çiçekli fistanı ile onun gözüne, o gün her zamankinden daha bir güzel görünmüştü. Emine için yol bir türlü bitmek bilmemiş, sağlı sollu tarlalardaki buğdayların, mısırların ve ayçiçeklerinin sabah rüzgârının ılık esintisiyle salınmalarına dalıp gitse de son günlerde bozulan ağzının tadı, bulantıları, baş ağrısı ve sürekli uyuma isteği onda mecâl bırakmamıştı. Hiç düşünmediği hâlde gebe kalmış, peş peşe doğan iki kız çocuğunun ardından gerçekleşen bu gebelik adeta onun aklını başından almış, deli divaneye dönmüştü.

Köy yerinin bitmek tükenmek bilmeyen bağ, bahçe ve tarla işleri, hayvanların bakımı, kayınbaba ve kaynanasının ilgiye muhtaç huysuz yaşlıkları, iki küçük kız çocuğu, kocası Ahmet’in evde ona yardımcı olmak yerine gece yarılarına kadar süren kahve alışkanlığı onun canına tak etmiş, hayatından bezdirmişti.

Zihni ara sıra minibüsteki teypten gelen arabesk şarkıya karışan ve arı vızıltısını andıran uğultulu konuşmalara kaysa da, içindeki gürültü ve yangın dışarıdakinden daha baskın olduğundan ter basan alnını siliyor, şu bir türlü alışamadığı mazot kokusu bulantılarını iyice artırıyor, bir an önce şehre ulaşmak istiyordu. Günlerdir kocasıyla çocuğu aldırmak istediği için sürekli tartışmış, bu konuya canı sıkılan ve hiç sıcak bakmayan Ahmet karısını ikna edememiş, en son bugün bu nahoş konu için şehrin yolunu tutmuştu. Kocası her seferinde “Tövbe estağfurullah” çekerek bitirdiği tartışmaların neticesinde Emine’yi ikna edememiş, “Yok, doğuramam. Doğursam da bakamam” deyip başka bir şey söylememişti.

Minibüs asfalt yola nihayet çıkmış, bulunduğu yerdeki camı hafif aralayarak içeri gelen temiz havayla birlikte biraz nefes alıp rahatlamıştı Emine. Minibüsteki komşu kadınlar, “Sen pek şehre gitmezdin, ne ola ki bugün gidiyorsun?” diyerek laf arasalar da, kimseye dedikodu malzemesi verecek değildi. “Az bir işimiz var” demekle yetindi. Kendi kendine, “İşten güçten başımı alamıyorum ki şehre gideyim, insanlarda böyle meraklı işte! Kim kimin ne yaşadığını nereden bilecek? E köy yerinde ne bulup da ne konuşacaklar?” diyerek içinden söylendi.

Nihayet şehre giriş yapmışlardı. Minibüsteki yolcular işlerinin olduğu yerlerde tek tek inmeye başlamışlardı. Emine ve Ahmet, hastanenin önündeki durakta minibüsten indi. Hastane bahçesindeki devasa ağaçlar, renk renk açmış güller ve menekşeler köy yerinin bahçelerine hiç benzemiyordu. Çok bakımlı, hepsi nizam ve intizam içindeydi. Sanki kendi iç karışıklığı gözlerine perde indirmişti de etrafındaki bu güzellikleri göremiyordu. Kocası içeri girmeden, “Dur da bir bank bulup oturup nefeslenelim” dedi. Buldukları boş banka oturdular. Ahmet konuşmaya başladı: “Bak güzelim, ben köyden buraya gelene kadar uzun uzun düşündüm taşındım. Biri senin kız kardeşin, diğeri de benim kardeşim. İkisi de bizim canımız, yıllardan beri çocuk hasreti çekiyorlar. Aha bu sebepten belki de yuvaları dağılacak. Gel inat etme, bu bebeği doğur, canımıza canımızı verelim. Ele vermiyoruz ki… Hem hayır işler, hem de günaha girmekten kurtuluruz. Onların da yuvasını bu vesileyle şenlendirmiş oluruz.”

Emine’nin önce aklına yatacak gibi olan bu fikir, sonradan içine sinmedi. Onca sıkıntı, zahmet ve sonrasında bebekten ayrılamama korkusu bedenini sarınca, yine “Olmaz, veremem!” dedi. “Gidelim doktorun yanına” deyip kalktı. İçeri girdiklerinde hiç tahmin etmediği bir şey oldu. Bütün ruhunu bir korku, suçluluk ve vicdan azabı sarınca, vücudu titremeye başladı. Her ne kadar kendini tutmaya çalışsa da gözyaşları sağanak yağmur gibi yanaklarından inmeye başladı. Konuşacak durumda olmadığı için Ahmet’in kolundan tutup dışarı çıkmak istediğini belli etti. Bahçeye çıkıp aynı yere tekrar oturdular. Emine bir müddet masum bir çocuk gibi içini çeke çeke ağladı. “Tamam” dedi, “Vazgeçtim, yapamayacağım. Gidelim. Köye varınca sen kardeşine söylersin artık doğumdan sonra bebeği onlara vereceğimizi”.

Ahmet rahatlamış hâlde, en sonunda karısını ikna etmenin ve kardeşlerinin evliliğinde onların yuvasını mutlu edecek olmanın gururunu yaşıyordu. Emine ise son anda verdiği bu karara ne sevinmiş, ne de üzülebilmişti. Karışık duygular içerisinde köye döndüler.

Köye döndüklerinde, Ahmet’in ilk işi bu sevindirici haberi kardeşiyle paylaşmak oldu. Ali bu müjdeli haber karşısında hem çok şaşırmış, hem de mutlu olmuştu. Çünkü ailede kimsenin Emine’nin gebeliğinden haberi yoktu. Aile içinde büyük bir sevinçle karşılanan bu haber herkesin Emine’ye karşı tavrını değiştirmiş, onu yere göğe koymaz olmuşlardı. Artık onun eskisi gibi köy işlerinden yorulmasına müsaade etmiyorlardı. Her geçen gün gebelikten kaynaklanan sıkıntılarının hafiflemesiyle birlikte biraz olsun gözünün önü açılmaya başlamıştı. Fakat bebeğini verecek olduğu fikri her aklına geldiğinde içinde tuhaf duygular yaşıyor, kendi kendine, “Zaten doğurmak istemiyordun, şimdi ne oldu?” diyen iç sesi aklını karıştırıyordu. “Aynı avlu içindeyiz, iki evin de çocuğu olacak. Bir yere gideceği yok, hem onları da sevindirmiş olacağız” diyerek içindeki yangının harını bir nebze olsun söndürmeye çalışıyordu.

***

Ali ile Fatma, dört gözle Emine’nin doğumunu bekliyordu. Henüz doğmamış bu bebek fikri daha şimdiden onların arasındaki gerginlikleri düzeltmeye yetmiş ve birlikte hayâller kurmaya başlamışlardı. Anne ve baba olacakları düşüncesi onları heyecanlandırmıştı. Evliliklerinde uzun zamandır hissettikleri tamamlanmamışlık duygusunun ağırlığından artık kurtulacaklardı. İnsanlar onlara acıyan gözlerle bakmayacak, cemiyetlerde düşüncesizce sorulan can yakıcı soruların muhatabı olmayacaklardı. Bunları düşünmek bile onları heyecanlandırmaya yetmişti.

Sayılı günler göz açıp kapayana kadar geçmiş, nihayet beklenen gün gelip çatmış, Emine nur topu gibi bir oğlan çocuğu dünyaya getirmiş ve adını “Can” koymuşlardı. Doğumdan önce bebeğin sütten kesim süresi tamamlanana kadar annesiyle birlikte kalmasının daha uygun olacağı kararını almışlardı. Sonrasında ise verdikleri söz üzerine Can bebek, amcası ile teyzesine verilecekti. O ise üzüm siyahı ipek gibi saçları, kömür karası gözleri, pamuk gibi bembeyaz teni, yumuk yumuk elleriyle onun adına daha doğmadan verilmiş bu kararlardan habersiz, masum bir şekilde etrafını seyrediyordu.

Emine için her şey düşündüğünden daha zor olacak gibiydi. İki kızdan sonra dünyaya gelen canından can, kanından kan verdiği bu sakin ve huzurlu bebeğe her geçen gün daha çok bağlanıyordu. Onu en baştan hiç doğurmak istememiş olmanın suçluluğu, sonrasındaki evlatlık verme kararı onun ruhunda derin bir uçurum açmıştı. Verilmiş bir ahitten vazgeçmeyi ne kocası, ne de kendisi içine sindirebilmişti. Ayrıca kardeşlerinin meraklı ve heyecanlı bekleyişlerini gördükten sonra bunu asla yapamayacakları kanaatine varmışlardı. Aralarındaki bağın hiç kopmayacak olmasının tesellisine sığınmaktan başka çareleri kalmamıştı. Sonuçta evlatlık verdikleri kişiler Can’ın hem anne yarısı, hem de baba yarısıydı.

Aklı ermeye başladığı zamanlardan itibaren Can’dan hiçbir şey saklanmayacak, her iki aileye de “anne/baba” demesi telkin edilecekti. Gizlenen şeylerin bir gün mutlaka ortaya çıkacağının ve sonrasında daha fazla can yakacağının farkındaydılar.

Can için gelecek günler, iki aile arasında aşırı sevgi ve ilgiyle geçen zaman, uzun vadede ona yaşatacağı sıkıntılardan habersiz günlere gebeydi. Bebeğin sütten kesilme zamanı yaklaştıkça Emine’nin içini tarifsiz bir hüzün kaplıyor, günlerin bu kadar hızlı geçip gitmesine gönlü razı gelmiyordu.

***

Zaman akıp geçmiş, Can bebek artık amcası ile teyzesinin biricik göz nuru olmuştu. Emine ise evinde ve ruhunda tarif edemediği derin bir boşlukla kalakalmıştı. Kardeşlerinin evi ise adeta bir düğün ve bayram yerine dönmüştü. Onların mutluluğuyla teselli olmaktan başka yapacakları bir şeyleri kalmamıştı.

Komşu kadınların kimisi verdikleri bu karardan dolayı onları takdir ederken, kimisi ise, “Kız Emine, nasıl verdin bebeği? Ben olsam veremezdim. Üstüne üstlük bir de oğlan çocuğu” diyorlardı. İnsanoğlu işte, iyi de yapsan, kötü de, her durumda dedikodusu eksik olmuyordu. Geçen zaman onlara da her şeyi unutturacaktı elbet; bir gün gündemleri değişecek, onların yerine başkalarını konuşacaklardı. Fakat şu anda bunları duymak Emine için çocuğundan ayrılmış olmanın yasına tuz biber ekiyordu. Baş başa kaldıklarında ise kocasına, “İyi mi yaptık acaba?” diye soruyor, o ise her seferinde, “Verilmiş bir söz var Emine, çocuğun bir yere de gittiği yok. Kapat artık bu konuyu!” diyerek onu susturuyordu.

***

Ali ile Fatma’nın hayatlarına Can’ın gelişiyle yeni bir sayfa açılmıştı. Yılların verdiği çocuk özlemiyle yavrusuna bağlanan Fatma, onu gözünün önünden bir an bile ayırmak istemiyordu. Çocuğunu bazı zamanlar eşiyle bile paylaşmak istemiyordu. Can’ın onların hayatına girmesiyle sanki bütün sorunları ve sıkıntıları buhar olup uçmuştu. Fatma’nın en büyük korkusu, velâyet dâvâsında Can’ın gerçek ailesini tercih edip onları terk etmesiydi. Yaşadığı evlat sevgisinin hazzını kaybetmek, onun en büyük kâbusu olmuştu.

Baharın gelmesiyle köyde her geçen gün artan bağ bahçe işlerinin zamanı gelmişti. Can’ı kardeşine vermesiyle bütün işler de Emine’ye kalmıştı. Gün boyu bağda, bahçede çalışıp yorulsa da akşam olduğunda ilk fırsatta Fatma’nın evine gidip çocuğunu görmek istiyordu. Oraya gittiğinde ise ne zaman yavrusunu kucağına alsa, kardeşi bir şeyleri sebep edip Can’ı onun kucağından alıyordu. Bütün bu olup bitenler Emine’nin dikkatinden kaçmıyordu. Hatta son zamanlarda evladını görmeye gittiğinde Can’ı erkenden uyutulmuş buluyor, bu duruma üzülüyor fakat belli etmemeye çalışıyordu. Bazen kardeşini bahçede çocuğuyla dolaşırken görüyor, onları tül perdenin arkasından seyrediyordu. Fatma’nın son zamanlardaki bu değişikliklerine bir anlam veremiyor fakat oğluna çok iyi bakıldığının tesellisine sığınıyordu.

Kardeşinin bu kadar değişebileceğini hiç tahmin etmediği gibi, onu kendi oğlundan uzaklaştırmaya yönelik çabalarına bir anlam veremiyordu. Bu huzursuzluğunu ve mutsuzluğunu ne zaman kocasıyla paylaşmak istese, “Senin kardeşin, ben buna ne yapabilirim?” cevabını alıyordu. Can’ın amcasına verilmesinden sonra Emine’ye gösterilen iyilik hâlinden eser kalmadığı gibi, kocası da Emine’nin duygularını anlamıyordu. Kime ne diyebilirdi? İçinde yaşadığı bu dipsiz kuyudan kime söz edebilir, onu buradan artık kim çıkarabilirdi? Ne zaman kardeşinin evine gitse bir parçası orada kalıyormuş gibi oluyordu. Bu durum onun huzursuz, çoğu zaman ise uykusuz geceler geçirmesine neden oluyordu. Artık bu iki ailenin arasındaki hiçbir şey eskisi gibi değildi.

Can’ın evlatlık verilmesiyle birlikte kardeş ailelerin arasına kimsenin adını tam olarak koyamadığı, açıkça konuşmaktan kaçındıkları bir mesafe ve soğukluk girmiş oldu. Sanki birbirlerinin kardeşi değillerdi de el olmuşlardı. Her ne kadar Can Emine ile Ahmet’e de “anne/baba” dese de, onlarda kalmasına müsaade edilmiyor ve artık bunlar açıkça ima ediliyordu.

***

Can, o yıllarda bunları anlayacak yaşta değildi. Zaman geçtikçe iki aile arasında kalmaktan aşırı ilgi ve sevgi gibi görünen bu durumun olumsuz etkilerinden onun çocuk ruhu da nasibini almıştı. O zamanki aklıyla tüm bu yaşananlarla ilgili neden ve sonuç ilişkisi kuramıyordu. Fakat yaşadığı her gerginlikten sonra onu iki arada bir derede bırakan bu durumdan dolayı öz annesine için için öfke biriktiriyordu. İki ablasına bakıp büyüten anne ve babasının ona gelince neden evlatlık vermeyi tercih ettiklerine anlam veremiyordu. Büyüdükçe kendi kararı ve tercihi olmayan bu durumun sonuçlarını yaşamak ona ağır geliyordu. Ne yapsa kimseyi razı ve memnun edemediği bir ortamla cedelleşip duruyordu. Dışarıdan sevgi seline boğulmuş gibi görünen bu görüntünün arkasında, iç dünyasında yaşadığı kargaşa ve huzursuzluk, sadece bu durumu yaşayan birinin anlayabileceği bileceği kadar derin ve tarifsizdi.

Zaman akıp giderken, Can’ın okula başlama yaşı gelmişti. Köylüler o yıl tarlalardan istedikleri verimleri alamadıkları için biraz zorlu bir yıl olacaktı. Fakat tek sıkıntı bu değildi. Ali, ağabeyine şehirde iş bulduğunu, oraya taşınacaklarını, Can’ı daha iyi okullarda okutmak istediklerini, köydeki tarlaların iki aileye kâfi gelmediğini söylemişti. Hatta iş ve ev bulduğunu, en kısa sürede taşınacaklarını da eklemişti. Bu haber, Emine’nin dünyasında büyük bir yıkıma neden oldu. Her nedense çocuğu ondan uzaklaştırılıp kaçırılıyormuş hissi yaşıyordu. Baştan beri hiç plânladıkları gibi gitmeyen bu süreç onun her geçen gün daha fazla üzülmesine neden oluyordu. Ahmet ise karısının bu kederi karşısında üzülüp hasta olmasından korktuğu için, “Bak Emine, oğlumuz daha güzel okullarda okuyacak, büyük adam olacak” diyerek onu teselli etmeye çalışıyordu.

Aslında okul bahane edilse de, bu kararın altında çocuğun öz ailesinden uzaklaştırılması yatıyordu.

Bu haberin üzerine, aradan fazla zaman geçirmeden, hızla şehre taşındılar. Can da o yıl okula başladı. Köye sadece yaz tatillerinde geliyorlardı. Emine’nin yaz algısı, oğlu köye geldiğinde başlıyordu. Can’ın on beş günlük ziyaretinden sonra Emine’nin ruh hâli sonbaharı yaşıyor, kolu kanadı kırılıyordu. Can’ın köyde olduğu zamanlarda Emine oğluyla vakit geçirmek için fırsat kollarken, Fatma ise oraya gidip gelmesinden kaynaklanan huzursuzluğunu oğluna ve Emine’ye her fırsatta hissettiriyordu.

Can, her yıl köye gidecekleri vakit iki aile arasında kalmanın vermiş olduğu sıkıntıdan dolayı köye gitmemek için bahaneler üretmeye başlamıştı. Artık sadece bayramlarda geliyordu. Emine bu duruma çok üzülse de yıllar içinde oğlunu artık uzaktan sevmeye alışmıştı. Fakat oğluyla bir gün olup biten her şeyi açıkça konuşmak ve kendisine karşı soğukluğun sebeplerini öğrenmek istiyordu.

Can’ın üniversiteye başladığı yıl, bir bayram günü oğlu onları ziyarete geldiğinde, evde kimsenin olmadığı bir ortam oluşmuştu. Tüm cesaretini toplayan Emine, “Oğlum, seni amcanlara evlatlık olarak verdiğimiz için bize kızgın mısın?” dedi. Can, annesinden hiç beklemediği bu soru karşısında şaşırdı ve önce ne diyeceğini bilemedi. Sonra derin bir nefes alıp, “Anne” dedi, “Hazreti İsa gibi çarmıha gerilmişlik duygusu nasıl bir şey, bilir misin? Kendimi bildiğimden beri bu duygu ile yaşıyorum. Sürekli kollarımdan bir taraflara doğru çekiştiriliyormuş gibi hissediyorum. Canım acımasa da ruhum acıyor. Ve sizin sevgi zannettiğiniz o şey bana azap veriyor. Hazreti İsa gibi göğe yükselemesem de bu diyarlardan çekip gitmek istiyorum. Fakat sen bastırdığın suçluluk duygusunun, Fatma annem ise yaşadığı kaybetme korkusunun o kadar esiri olmuşsunuz ki benim ne hissettiğimin sizin için hiçbir anlamı ve önemi yok”.

Emine, oğlunun bu sözleri karşısında şaşırdı. O güne kadar bütün bu yaşananlara sadece kendi cephesinden baktığını ilk defa o gün fark etti. Cılız bir sesle, “Ama biz seni çok seviyoruz ve mutlu olmanı istiyoruz oğlum” dedi. Arkasından meraklı bir şekilde sordu: “Peki, sen ne hissediyorsun?”

Can’ın cevabı çarpıcıydı: “Ne mi anne? Benim adıma verdiğiniz bu kararı hiçbir haklı gerekçeye oturtamadığım gibi, hayata, size ve her şeye karşı güvensizlik ve öfke… Bazen ne düşünüyorum, biliyor musun? En baştan herkes kendi kaderine ve Allah’ın takdirine razı olmalıydı belki de. Bilmiyorum…”