“DÜNYA, yeni bir hastalık tehdidiyle sarsılıyor. Çin’de yayılan ve ‘gizemli virüs’
olarak adlandırılan Koronavirüs nedeniyle 17 kişi hayatını kaybetti. Çin’in
Wuhan kentinde ortaya çıkan Koronavirüsle ilgili endişe verici haberler gelmeye
devam ediyor…”
Haberleri
sunan kız, ağdalı diliyle bunları anlatırken bir yandan da başını sağa sola sallıyor,
dudaklarını büzüyor, sesine hayret tonu katmaya çalışarak haberin seyirci
üzerindeki etkisini olabildiğince arttırmaya gayret ediyordu. Ben haberci kızın
bütün çabalarına rağmen doğrusu ne hayret ettim bu haberi ilk duyduğumda, ne de
boşandığı eşi tarafından görüşme bahanesiyle çağrılıp sonra da öldürülen
kadının haberi kadar ilgimi çekti. Hattâ virüs haberini atlayıp, akşam yemeği
için sofra hazırlamaya çalışan eşime, “Hanım, duyuyor musun, bak bir kadın
cinayeti daha işlenmiş” diye seslenerek üzüntüme onu da eşlik etmek istediğimi
hatırlıyorum.
Bu
kayıtsızlığım Çin’in çok uzak oluşundan mıydı, yoksa daha önce de yaşadığımız
virüs salgınlarından Türkiye’nin fazlaca etkilenmemiş olmasından mıydı,
bilmiyorum. Belki de yetmişine merdiven dayamış emekli biri olduğum için ilgi
uyandırmamıştı virüs haberi bende. Virüs laboratuvarları çağrıştırdığı için, bana
biraz da şehirli hastalığı gibi geldi nedense. O yüzden eskilerin deyimi ile
(ki biz de artık o eskilerden sayılıyoruz) bir Köroğlu, bir Ayvaz yaşadığımız
bu gecekonduda virüs gelse de bizi bulamaz zaten. Yıllardır çocuklarımız
bulamadı, eşimiz dostumuz, hısım akrabamız bulamadı da gâvurun virüsü mü
bulacak?
Haftalar,
hattâ aylar olur, kapımızı fatura yazmaya gelen çocuklardan başka kimse çalmaz.
Zaman zaman telefonumuzun bozuk olduğundan bile şüpheye düşeriz; çünkü o da
çalmaz. Varsın, virüs çalsın kapımızı, başımız gözümüz üstüne. Ciğerlerimizde
ona da yer var.
Ben
malûm haberle ilgilenmedikçe, haber kendisiyle ilgilenmem için ısrar ediyordu âdeta.
Her gün ilk haber olmuştu Korona haberleri çünkü. Bütün kanallarda aynı haber
vardı. Sadece Çin’de değil, artık dünyanın diğer ülkelerinde de salgından
etkilenenler ve dolayısıyla da ölümler her gün artar olmuştu. Ama ben yine de
yanı başımıza kadar gelmiş olmasına rağmen inatla Türkiye’ye geleceğini
düşünmüyordum nedense. Belki de inat değil de gelmemesini umduğum için böyle
düşünüyordum.
“Çin’den sonra hastalıktan en çok etkilenen ülkeler olan İtalya ve
İran’da okulların, spor faaliyetlerinin iptaliyle hayat felce uğradı. Çin’den
sonra en çok ölümün yaşandığı İtalya’da…” diye devam ediyordu haberler. Evet,
haberci kızın o ağdalı, kelimeleri eze eze konuştuğu diliyle sunduğu haberler
artık benim de ilgimi çekmeye başlamıştı. O gün ilk defa alışageldiğimiz kaza
ve cinayet gibi olayların televizyonda yer almadığını, Korona’dan başka haberin
sunulmadığını fark ettim. Galiba bu iş ciddiydi ve bu defaki salgın diğerlerine
benzemiyordu.
“Çin Ulaştırma Bakanlığı, yeni tip Koronavirüs salgınının olduğu Hubey
eyaletine bağlı Vuhan ve komşu iki kent Icou ve Huang Gang’da da toplu taşımayı
durdurdu. Bakanlık, plânlanan tüm otobüs ve feribot seferlerini kapsadığını
belirtilerek, kent sakinlerinden özel bir sebep olmadan şehri terk etmemelerini
istedi. Hükûmet, özel bir durumu olmayan vatandaşların şehirden çıkışının
askıya alındığını duyurdu. Ayrıca şehirdeki tüm sinema, internet kafe,
turizm ve eğlence mekânları ikinci bir açıklamaya kadar çalışmayacak. Kente
giriş çıkışlar durduruldu. Halk marketlere akın etti, marketlerde arbede
yaşandı...”
Aman
Allah’ım! Bir felâkete doğru adım adım gidiyorduk sanki… Halkın Çin’de ya da
dünyanın başka ülkelerinde marketlere akın etmesi geldi gözümün önüne. Virüsün
bizim ülkemizde de görüldüğü haberinden sonraki durumu düşünmek bile dehşet
vericiydi. Bir paket tuvalet kâğıdı için kavga edenleri görünce “Bu kadarı
bizde olmaz” demek geldi içimden ama emin olamadım doğrusu. Olur, olurdu;
insanoğlunun hangi şartlarda nasıl davranacağını kestirmek zordu çünkü. Eğer
hayatımızın belli bir kısmı böylesi bir mücadeleyle geçecekse, biz şimdiden
kaybetmişiz demektir. İki basamak merdiveni çıkmakta zorlanan biri için
makarna, pirinç kavgasına tutuşmayı düşünmek bile yorucuydu.
Artık
kumanda elimizde, o kanal senin, bu kanal benim, akşama kadar Koronavirüs
haberleri seyredip yorumlar yapar olmuştuk hanımla. Sürekli salgınla ilgili
dünyanın değişik ülkeleri ile bağlantılar yapılıyor, o ülkelerdeki vaka
sayıları, ölüm oranları anlatılıyor, görüntüler paylaşılıyor, istatistikler
yayınlanıyordu. Hastalığın nasıl başladığı, ilk belirtileri, insandan insana
nasıl bulaştığı, nasıl seyrettiği ve nasıl korunmamız gerektiği, televizyona
çıkan uzmanlar tarafından durmadan dile getirilerek halkı bilinçlendirmeye
çalışıyorlardı. Açıklamalarda genelde bilimsel bir dil kullanılıyordu ve bütün
bu bilimsel açıklamalardan bizim aklımızda kalan ise, bu hastalığının aslında
bildiğimiz nezleye benzediği ve en çok da hapşırmayla bulaştığıydı.
Salgın
süreci uzadıkça şehirlerin meydanları boşalmaya başlamıştı. Bütün dünyayı ölüm
korkusu sarmıştı âdeta. Sanki bir el, dünyanın fişini çekmiş ve hayatı
durdurmuştu. İnsanlar artık evleriyle sınırlandırılan bambaşka bir yaşam
modeline geçmişti. İş yerleri evden çalışma sistemine geçmeye başlamıştı.
Eğitim bile sanal sisteme geçmiş, çocuklar evden eğitim görür olmuştu…
Aslına
bakarsanız, şu virüs salgını haberleri bir yandan da fenâ olmamıştı hani. Hayatımıza
farklı bir konu girmişti. Yani bizi endişelendirse de konuşacak yeni
mevzularımız vardı artık hanımla.
Günler
salgının başka ülkelerdeki etkisini seyretmekle geçerken, insanlar artık
virüsün bizim ülkemizde neden olmadığını sorgulamaya başlamıştı. Çünkü istisnasız,
etrafımızdaki bütün komşu ülkelerde virüs vakası görülmüştü. Hattâ, aslında hastalığın
bizde de olduğunu ama Hükûmet yetkililerinin vakaları ve ölüm oranlarını
halktan gizlediğini iddia edenler bile ortaya çıkmıştı. Tam da bu günlerdeydi
sanırım, Sağlık Bakanımız bir akşam çıktı ekranların karşısına ve sadece 1
vakamızın olduğunu söyledi. Bakanımızı dinlediğimde, bizim diğer salgınlar gibi
bu salgını da hafif atlatacağımız gibi bir düşünceye kapıldım. Ama aradan
birkaç gün geçince, bu düşüncenin ne kadar iyimser ve anlamsız olduğunu
anladım.
Bizde
de virüse maruz kalan insan sayısı her gün artıyor, buna bağlı olarak da bir
dizi önlemler alınmaya çalışılıyordu. Diğer ülkelerde uygulanan tecrit,
karantina ve izolasyon tedbirlerinin aynısını artık biz de uygular olmaya
başlamıştık. Salgından korunmak için evde kalmamız, dışarı çıkmamamız telkin
ediliyordu sürekli. Haklıydılar elbette. Fakat bütün dışarı aktivitesi, iki
sokak ötedeki parka gidip biraz nefeslenmek ve parktaki kuşları beslemek olan
benim bu eylemim, dışarı çıkmak sayılmazdı herhâlde. Bilmiyorum, onu da akşam
öğrenecektim...
Son
günlerde hanım biraz unutkan mı oldu nedir, tatsız tuzsuz yemekler yemeğe
başladık. Sanırım zaman zaman yemek yaparken bazı malzemeleri katmayı unutuyor,
baharat gibi meselâ… Hâl böyle olunca, ben de kendimce çözümler geliştirdim.
Onun, “Bana neden bunak muamelesi yapıyorsun?” diye kızacağını, söyleneceğini
bile bile yemek yaparken gidip, “Tuz koydun mu, biber koydun mu?” diye sormaya
başladım. O gün de akşam lezzetsiz bir yemek yemektense fırça yemeği göze
alarak mutfakta yemekle uğraşan hanıma, yemeğin baharatlarını atıp atmadığını
sordum.
O
gün ilk defa kızmadan, söylenmeden durup yüzüme baktı ve boynunu büktü.
Baharatlıklara baktım, boştu. “Bekle” dedim, “Bir koşu alıp geleyim eksikleri”...
Fazla ironik oldu, biliyorum. “Bir koşu” dediğime bakmayın, bende koşacak derman
ne gezer! Keşke olsa ah!
Benim
deyimimle ve sizin anladığınız şekilde bir koşu gittiğim marketteki kasaların
önünde biriken kuyruğu ve içeride arı gibi kucaklarındaki paketlerle bir o yana,
bir bu yana koşturan kalabalığı görünce hanımdan bu defa da “Geç kaldın”
fırçası yiyeceğim kesinleşmişti. Alacağım birkaç küçük paket kırmızı toz biber
ile karabiberdi ve paketler küçük olunca bulması da zor oluyordu hâliyle. Reyonların
arasında dolaşan, yırtılmış, parçalanmış gıda paketlerini görüp sinirlenen
market görevlisine bütün cesaretimi toplayıp baharatların yerini sordum.
Anlamsız birtakım işaretlerle tarif ettiği yeri zar zor buldum. Reyonda bir
adet karabiber, bir adet de toz biber paketini gördüğümde kendimi şanslı
hissetmiştim. Tâ ki paketlerin aslında yırtık ve yarısının boş olduğunu
anlayana kadar...
Yarım
paket baharat bulduğum için şanslı mıydım, yoksa yarım pakete tam para
ödeyeceğim için şanssız mı, karar veremedim. Ama bu açık karabiber paketinin
marketten çabuk çıkmamda büyük faydası olduğunu söyleyebilirim.
Yarım
da olsa baharat paketlerini alıp kasaya doğru yöneldiğimde, paketi yırtık
karabiber tozu burnumu kaşındırmaya başlamıştı. Durduramadığım hapşırığın sesi
market duvarlarında yankılanırken, bir anda etrafımın ve kasaya giden yolun
homurtularla birlikte boşaldığını gördüm. Kasaların önünde sıra bekleyen
müşteriler çil yavrusu gibi dağılmıştı ânında. Önüm açıktı ve ben artık kasada
sıra başıydım…
***
“Dünyayı yangın yerine çeviren Koronavirüs için alınan
önlemler sertleştiriliyor. Türkiye’de 65 yaşının üstünde olanlara sokağa
çıkma yasağı getirildi. Yasaklar bu geceden itibaren yürürlüğe
giriyor.
İçişleri Bakanlığı’ndan yapılan açıklamada, ‘Bu gece yarısı
saat 00:00 itibariyle 65 yaş ve üstü, ayrıca kronik rahatsızlığı olan
vatandaşlarımızın ikâmetlerinden dışarı çıkmaları, park ve bahçe gibi açık
alanlarda dolaşmaları, İl İdaresi Kanunu’nun 11’inci maddesi ve Umumi
Hıfzıssıhha Kanunu’nun 27’nci maddesi kapsamında sınırlandırılmıştır’ denildi…”
Günler
sonra kolumuzu kanadımızı âdeta kıran haber oldu bu. Hanımla ikimiz yemek
masasında birbirimize baktık uzun süre… Aynı şeyleri düşünüyorduk eminim.
Hastalığa yakalanmaya bile râzıymışız, onu anladım; yeter ki birisi “Nasılsın?”
diye sorsun… “Şimdi dışarı çıkmamız da yasak olunca, o imkândan da mahrum
kaldık değil mi hanım?” dedim. “Üzülme” dedi, “Bir umut var; belki yasaktan
önce kapmışızdır”. “Tabiî ya” dedim, “Bak hapşırmaya bile başladım”. Gülüştük…
Karantinada
kaçıncı günümüz, saymadım. O günden beri pencereden bakıp parktaki kuşları
düşünüyorum. Çocuklarım mı? Aramışlardır belki… Ama hiç çalmadı telefonumuz. Belki
de bozuktur. Dışarı çıkamıyoruz ki baktıralım bir tamirciye…