Karanlık ve barbarlık

Din, “insan” denilen varlığın kullanım talimatıdır. Talimata uygun kullanılmayan her şey gibi insandan da verim elde edilemez ve insan, bu dünya hayatında mutlu olamaz.

ÖNCE aklımızda bir kelime tutalım. Tuttuk mu? Şimdi aklımızda tuttuğumuz bu kelimenin yanına bir tutam anlam, sonra birkaç çiçek koyalım. Ardından da birkaç eylem koyalım; gözlerimiz hep kapalı olsun bu arada…

Karanlık olsun hep etrafımız. Biraz sonra birkaç yıldız sayıp koyalım yanına. Sonra sonsuzluğa dokunmak üzere içine gireceğimiz bulutlara uzatalım elimizi. Sonra masum insanların öldürülmediği, kadınların ve ihtiyarların katledilmediği, annelerin ağlamadığı, çocukların babasız kalmadığı, açlıktan ölmediği bir dünyaya değdi mi ayaklarımız, işte orada duralım! Savaşın ve nefretin değil, barışın ve sevginin hâkim olduğu bir dünyaya denk geldi mi ayaklarımız, işte orada duralım ve aşağıya inelim! Orada yaşayabiliriz; artık o hayat, yaşanabilir bir hayattır.

Etrafımız karanlıksa, karanlıkta kaldıysak, aklımızda tuttuğumuz kelimenin veya kavramın bir anlamı yoktur bizim için. Gözümüz kapalı, etrafımız karanlık ve soğuk ise, saydığımız yıldızların fazla bir anlamı olmaz bizim için. Karanlıkta kaldıysak, etrafımızda bulunan çiçeklerin de fazla bir anlamı olmaz bizim için. Kendi beslenmemiz dışında bir eylemde de bulunamayız. İşte İslâm, toplum için içtimaî hayatı öldüren bu karanlığı dağıtan bir ışık kaynağı olacak yegâne güneştir. İslâm’ın hâkim olmadığı, hayatı düzenlemediği toplumlar, güneşsiz ve bu yüzden karanlıkta ve soğukta kalan toplumlardır.  

İslâm’ın hayatı düzenlemediği, devleti dizayn etmediği dünyada hep savaşlar ve işgaller olur. Masum insanların sebepsiz yere öldürüldüğü, kadınların ve ihtiyarların katledildiği, annelerin hep ağladığı, çocukların babasız kaldığı, açlıktan öldüğü bir dünya olur yeryüzü.  Kimse böyle bir dünyada durmak ve yaşamak istemez, orası hiçbir zaman yaşanabilir bir hayat olamaz. Hep zulüm ve haksızlıklarla dolu mutsuz ve umutsuz bir dünya olur yeryüzü.

Oysa içinde yaşadığımız zamanın toplumsal açıdan en önemli yanı, baş döndürücü bir şekilde yaşanan değişim ve dönüşümdür. Dünyayı hızla küçük bir köye dönüştüren bu süreçte değişim, âdeta en önemli değer oldu. “Değişimin kendisi bir değer olur mu?” demeyin, tam da öyle oldu. Öyle bir zamandan geçmekteyiz ki, köklerinden ve değerlerinden koparılan, ayakları yere basmayan, aklı beş karış havada olan insanın kendisi bir kutsal oldu.

Değerlerini kaybeden bu çağın önemli yanlarından biri de yaşanan krizler ve anlam arayışlarıdır. Allah’ın ne dediği önemli değil; insanın ne istediği, ne yaptığı her şeyden daha önemliydi bu karanlık çağda. Bireyselcilik öyle öne çıkarıldı ki seküler bir değişim yaşandı bu yüzden. Toplumun değerleri, kültürü, medeniyeti, kutsalı hiç önemli değildi bu yüzden.

“Modern” diye lânse edilen ama gerçekte karanlık, kapkaranlık ve barbarlık dolu bu çağda var olan sorunların nedeni, dünyevileşmenin getirdiği insanlıktan ve şefkatten, sevgiden ve merhametten, yüce değer ve ideallerden uzaklaşmadır. Bu nedenle modern insan bir yandan modernizmi yaşamaya çalışırken, diğer taraftan da modernizmin neden olduğu sorunlarla baş etmeye çalışmaktadır. Bu dönemde oluşan insan tipi, kendine ait kavram ve değerlerin analizlerini yapamaz, kendi özü üzerinde düşünemez duruma gelip sadece müesses nizâmın öngördüğü hayat düzeni neyse onu yaşamaktadır.

Son yıllarda tarihin sonu, ideolojinin sonu, kâinatın ölümü gibi konularla karşı karşıya kalmaktayız. Bütün bunlar, karşılaştığımız toplumsal sorunları çözmede zorlukların yanında umutsuzluğa da beraberinde getirmektedir.

İlk insanın aynı zamanda bir peygamber oluşu, huzurlu ve mutlu bir toplum temelinin din üzerine atıldığını göstermektedir. Hayattaki bütün organizasyonların Allah’ın istediği minvâlde olması gerektiğini ifade etmektedir. Bu yüzden dinin başlangıcı, insanlık tarihi kadar eskiye dayanmaktadır. Din, tarihin her döneminde insanı ve dolayısıyla toplumu etkileyen en önemli kurum olmuştur. İnsanın var olduğu hiçbir yerde dini olmayan bir toplum bugüne kadar görülmemiştir.

Din, “insan” denilen varlığın kullanım talimatıdır. Talimata uygun kullanılmayan her şey gibi insandan da verim elde edilemez ve insan, bu dünya hayatında mutlu olamaz. Bir insan ve toplum bilimi olan sosyoloji de bu yüzden tamamen dinî özellik ve karaktere sahiptir.  Din sadece ferdî bir özelliğe sahip değildir; dinin daha çok toplumsal bir yönü vardır. İnsanı, toplumu ve devleti içine alarak bütün hayatı düzenlemektedir.  

Oysa “çağdaş uygarlık” denilen ama bu karanlık ve barbarlık çağında insan, dünyevileştiği için basit, yüzeysel, sıradan ve bayağı bir hayatı yaşıyor. Hâlbuki uhrevî olan şey, hayata derinlik, düşünce, kaygı ve özel bir anlam katar. Dünyevileşme bataklığına saplanmayıp uhrevî yönüyle nezih kalabilen insanın Cennet’e gitmesi gereken, sapıtıp Cehennem’e gitmesi istenmeyen ve bu yüzden kendisine özel olarak din ve peygamberler gönderilen, kitaplar verilen özel bir varlıktır ve bunu anlamlıdır.