“SON günlerde” diye
başlayan cümlelerden birini daha yarım bırakmıştı o akşam. Kaç “son gün”
cümlesini hayatına iliklemek istemiş, yine hayatına nispetle yarım kalmaya
yemin etmiş tek kollu bir ceket gibi giymeye devam etmişti.
Ona
göre yazmak, karalamakla aynı şeydi belki. Yaşadığı şeylerin üstünü çizmek… Kendinden
olanla kendine dâhil olan arasındaki ayrımı yapabilmekti. Bir daha karşılaşmak
istemediği acıları tarihin derinliklerine göndermek… Belli belirsiz bir zamanda
karşısına çıkıp canını kolayca yakmasının önüne geçmek… “Tarihe ışık tutmak”
dedikleri ne peki? O, hangi gecenin sabaha karşı gördüğü rüyaydı? Yolunu kaybedip
rüyamıza girer mi ki?
“Konuşuyor muyum,
yazıyor muyum? Yoksa susmanın başka bir biçimi mi bu? İnsan aydınlandıkça
susmaz mıydı?
Karanlıkları kucakladıkça,
kendi gecesinin örtüsü içinde kayboldukça insan kendi sesinin yankılarıyla bulur
yolunu. Konuşur, seslenir, hayret eder, yazar ve haykırır. Sesinin yankısının
gelmediği yöndeki tuzaklardan uzak durmaya çalışır sadece. Bir seslenmeyi muhatap
kabul etmemek, boşluktan başka ne taşır âleme, boşluğun bile doldurulmaya
müsait olabilmek gibi bir kabiliyeti var iken? Mukabele etmek, içerikten ve
ahvâlden öte bir alanda insanı sadece hoş görmek âlem içre…”
Bu
iç seslerden bir kurtulsa... Kurtulsa, belki hayatın içinde var olması kolay
olacak. Var olası bir hayatın izini takip edecek. Kimlerden, nerelerden
geldiğini, kaç dere geçtiğini bilecek. Belki bir yoldaş bulacak. El ele, gönül
gönle bir seyahatin cevrini değil, seyrini sürecek. Gördüğü yerleri hayâlleriyle
paylaşacak. Gördüğü insanları anlatacak içinde yaşattığı insanlara. Gitmek bu
kadar kolay olmayacak insandan gurbete. Yine yalnız kalacak ama belki bu kadar
acıyı içselleştirmeyecek. Ona ev sahipliği yapmayacak, belki sadece misafir
edecek onu.
İnsanların
ağrı ve acıdan yana hangi kavrayışlara, hangi alt ve üst sınırlara, hangi
meziyetlere sahip olduğunu bilmeye gerek kalmadan, ayağındaki ağrılar ile
savaşırken kiminin bunu görece bir iyileşme olarak kabul ve tercihe götürecek
şekilde idrak edilebileceğini fark ettiği, başka ağrılarından gelen acı
tecrübelere dayanarak olmasa da onlara bir yerinden yaslanarak yaşayabileceği
günlerin içindeydi. Aklı ve ruhu karıştırılan şehrin ve çağın, candan cananı,
her ikisinden ise ruhunu teslim etmesini istediği aşikâre idi ona göre. Bir an
için, “İnsan ruhunu Hakk’a teslim eder” diyecek olsa da işin bir mekanik
düzeneğe boyun eğmek olduğunu, devrin penceresinden gösterilen kısacık manzara
bile kısa sürede özetlemişti ona.
Olayın
bir varlık-yokluk mücadelesi olduğunu da aynı hızda fark etmişti. Acı çekmenin kavramsal
ve yaşamsal bağlamından çıkarılarak kalem hareketleriyle sadece kâğıt üstünde
kalması için süslendiği devirde, kıymetini bilenler için gerçek acının
terennümlerini dilde ve kalpte duymanın oldukça muteber olduğunu da
hissediyordu. O yüzden acımalıydı canı. Ancak yanarken bile kimsenin canını
yakmadan olmalı bu; dumanı da kendi içinde tütmeli.
Bütün
bunları düşünürken -muhabbet ve sohbet etmek mübalağa bir talep olursa da-
muhatap bulamayacağına olan ümitsizliği yakasına bir karanfil yalnızlığı
düşürmüştü bir kere. Çaresiz, kendiyle konuşmasına devam etti:
“Senin hayatına
makas atan ne varsa başkalarının sadece terzilikteki maharetine işaret ediyorsa,
bu böyle devam edecek demektir ey can! Zira mesleklerin de ayakta kalması, toplumda
bir ihtiyaç olmasa da varlığını bir şekilde devam ettirmesi gerekiyor. ‘Kimse
doğuştan öğrenmiyor ya bu meslekleri’ cümlesini bile bu kadar erken yaşta
zorunlu emekli etmişlerken hem de...
Evet, demem o ki, ‘Herkes
kumaşına göre hareket ediyor’ cümlesi gelmeli bundan sonra. Kumaş bitince işler
mi yavaşlıyor, işler mi bitiyor ki? Değil efendim, öyle de değil! Bu başka bir
hesap... İşler de galiba burada karışıyor. Gözlerine inen perdeden dolayı
elinde olanı bir kılıç ve bir top ateş değil, bir top kumaş ve makas olarak görmeye
ve telâkki etmeye başlayabiliyor demek ki insan. Hâlbuki bilse, iyimser bir
bakışla belki kılıcı kullanmayacak, ateşi ulu orta saçmayacak. Ama şimdi öyle
değil, meslek icrası... Bir terzi olarak çoğundan evlâ ve övgüye mazhar
olabilmekteyken insan, neler diyorum ki ben böyle?
Dememiz o ki, yaşanmamış
olan her şey, o an senin için sadece yaşanmamış bir durumdur ey can! Bir hikâyen
varsa hemen yazamazsın ve hemen konuşamazsın. Hikâyenin içinde olduğunu bile en
erken o hikâyenin ortasında anlarsın. Yerini tam olarak bulup oturana kadar hikâye
sona çoktan gelmiş olur. Sonra da tadından yenmez olur. Oturup kalem ve kâğıtla
da uğraşmazsın artık. Çok sonra bir vechesinden tutup kaldırırsın hikâyeni.
Daha doğrusu, o seni kaldırır. Bu, iyi olandır. Ötesi, tamamı, suda boğulana
boğulmayı tarif ettirmek gibidir ki çöker insanın omzuna, kırar dallarını. Sarıp
iyileştirmek, dallarını yeni meyve için tekrar kaldırmak güç olur. Resmetmek
ise ne mümkün! Belki bir benzetme, bir tasvir… Çoğu, azından daha kırık bir
şiir resitali...
Ya da bütün bunlardan uzak şekilde, yalnızca bulunduğu karede netleşebilmeli insan. Netleşebilmek için de muhtaçlık dâhil olmak üzere doğru tanımların ya da doğru tanımladıklarının neye muhtaç olduğunun izini sürmeli. Zira doğru tanımlanmış olanın adı sırdır, ipucudur. Buradan hareketle, insan tanımsız bir muammayı ezber etmemeli! Yahut bu tanımsız muamma, insanın yol hâli, yaşam biçimi olmamalı! Dünyadaki misafirlikte, daha doğrusu hiçbir misafirlikte kırık koltuk rahatsızlığı gibi bir rahatsızlığa müptelâ etmemeli insanı. O yüzden toprağa değmeli insanın eli, kolu, ayağı. Gitmeli bütün kötü enerjiler. Gözüne dolmadan önce tanışmalı onunla. Değmeli toprağa insanın eli, kolu, ayağı. Hâddini olmasa da bildirmeli hattını. Ve toprak gibi, yüzünün yerde olması gerektiğini... Ve toprak ile aynı soydan geldiğini…”