Karadut lekesi

Tüm sisler dağılır da bir gün, herkes kendiyle baş başa kalırsa, açık seçik sorarız kendimize: Mutlulukları hak edişimizi hüzünleri hak etmeyişimiz kadar sorguladık mı acaba? İsyan ettik mi bu kadar her şeye?

HATA yapmak değil belki ama yapılan hatadan ders çıkarmak insana özgü bir haslet olsa gerek. Yaşadığımız kırgınlıklar, hayâl kırıklıkları, acılar ve sair her şey bir izah bekliyor. Hepsi anlaşılmayı bekliyor bu hayatta. Ve biz anî gelişen duygularımızla nasıl başa çıkacağımızı hâlâ bilmiyoruz.

İnsan gerçekten de aciz bir varlık. Hayatı göğüslemek ve tüm acılarla boğuşabilmek çok zor. Dünyanın gam yükünü taşımaya niyet etmek çok zor. Ve tüm güzellikleri barındırdığına iman ettiğimiz bu dünya hayatının aynı şekilde kederleri de barındırdığı çabuk unutuluyor.

Mutluyken hüznü hiç hatırlamıyoruz. Ancak hüzünlüyken yeniden sevinebileceğimiz günlerin cılız ışıklarını yokluyoruz. “Bu hayat insana bahşedilmiş en büyük ders kitabı diyorum” kendi kendime. Evet, gerçekten de Allah insana bilmediğini öğretti (Alâk, 5). Bu eğitim-öğretim öyle sıralarda oturmaktan çok başka! Yaşayarak, anlayarak ve zamana yayarak, kalbine ve aklına ilmek ilmek işleyen bir metot.

Bazen bazı ayetleri edebî bulsam da zamanla başıma gelen musibetlerle, “Bin nasihatten evlâdır” düsturuyla ayeti anlayabiliyorum. Ahzâb Sûresi 72’nci ayette Rabbimiz buyuruyor: “Şüphesiz Biz emaneti göklere, yere ve dağlara arz ettik de onlar onu yüklenmek istemediler, ondan çekindiler.”

Emanet nedir? Nasıl bir şeydir ki koca dağlar kaçıyor da biz omuz veriyoruz? Öyle zannediyorum ki emanet, imtihandır. Bir günümüzün bir günümüzle eşit olmaması, tek bir anda hayatımızın altının üstüne gelebilmesi ihtimâline rağmen sımsıkı tutunduğumuz ve bağlandığımız dünya aşkıdır. Dünyayla aramızdaki platonik aşktır. Fakat ne yapacağı hiç belli olmayan, kendi içinde gizli bir dengesi, nizamı olan bu âlemin keşfedilmeyi bekleyen nice sırları var her kişiye kendini başka yerden gösteren ve her kişiye başka duvarın ardından selâm eden…

Eskilerin, “Karadut lekesini bir tek karadut yaprağı geçirir” diye bir sözü vardır. Biraz araştırdım, gerçekten de karadut yaprağı, meyvesinin lekesini geçirme özelliğine sahipmiş. Niyetim bu güzel gündelik bilgiyi aktarmaktan ziyade, hayata dair bir sır keşfetmek, geçmeyen lekelerimizi geçirmek, karadut izlerinin şifasını kendisinde aramak…

İnsan bir acıyla baş başa kaldığında bir el uzansın ve kendisini bu karanlıktan çıkarsın istiyor. Hiç söylenmemiş bir söz söylensin ve iyileşsin istiyor. Gönül yangınının çaresini tüm fevri arayışlarla bulacağına inanıyor. “Bir el uzansın ve kurtulayım bu ilkel karanlıktan” istiyor. Tıp ve bilim bu kadar ilerlemişken, gönül yangınına hâlâ bir çare bulunamamış olmasına öfkeleniyor. Fakat sakinleşip de sızısıyla yüzleşince insan, karadutun yaprağını arıyor. “Bu derdin dermanı, derdi sana verende” diye yineliyor iç sesi. “Lekeni biliyorsun, yaprağını biliyorsun, git ve tedavi ol” diyor o yorgun ses. Fakat insan olmanın en aciz tarafı da bu sanırım. Kaç kere yüzleştiğimizi unuttuğumuz bu anî kederlerle hâlâ çarpışmayı öğrenemiyoruz. Hâlâ bu tanıdık darbeler bizi yere seriyor. İlk günkü gibi…

Üstündeki ağır uyuşukluk dağılmaya başlayıp da gözlerinin önü biraz daha net görünmeye başlayınca artık karaduta kızmıyor, kızamıyor ve yaprağını bari esirgememesini diliyor. “Ne olduysa oldu ve bu leke kaldı üzerinde ancak bana dermanı da sen vereceksin” diyor. İnsan bu teklifi kabul edip de sırtladıysa vardır bir sebebi. Allah, “Taşıyamayacağınız yük vermem” diyorsa biliyordur kabiliyetimizi. Ancak insan olmak hem yaşamak, hem söylenmek demek biraz da. Hem bilmek, hem bilmiyor gibi davranmak… Hem af dilemek, hem de affedememek… Yani insan olmak, nankör olmak demek, aciz olmak demek; vermeden istemek ve hıyanete meyilli olmak demek.

Tüm sisler dağılır da bir gün, herkes kendiyle baş başa kalırsa, açık seçik sorarız kendimize: Mutlulukları hak edişimizi hüzünleri hak etmeyişimiz kadar sorguladık mı acaba? İsyan ettik mi bu kadar her şeye?

İşler ters gitmeye başlayınca içimizdeki adalet terazisini çıkarıp ortaya koyuyoruz. Fakat başkasının terazisinin dengeleriyle oynarken bu kadar asil ve adil bekçiler değildik. Nitekim herkes yaşattığını yaşıyor bir yerlerde. Ve herkes, en beklemediği anda, en beklemediğinden yiyor ölüm vuruşunu. Ve ansızın en güzeller çirkin oluyor, orkideler çöpe gidiyor ve tebessümler buruklaşıyor. İnsan olmayı kabullenemeyen bir çocuk daha topal kalıyor bu dünyada. Vesselâm…