Karadağ yamaçlarında rüzgârım

Ben hâlâ Kelkit kıyısında kumlarla oynayan, güneş yanmışlığına aldırmayan, çocukluğunu ve gençliğini yaşayamayan Karadağ yamaçlarında rüzgârım...

AYLARA güneş kondu, günler güneşe teslimiyetin yanmışlığında kıvrandı. Sonra hasret dile gelip söylenir oldu dörtlüklerde. Sevgi adına, duygu adına, güzel ve güzel ötesi adına ne varsa söylendi. Söylendi de, kaç bahar geçti, kaç güz ekledi üstüne…

Sonra gitti. Çok uzaklara… Bir daha ne gören, ne de haber getiren oldu. Gidiş, o gidiş! Cam arkasından el edişin kaldı geriye.

Kürsülerde şiirle buluşan vaktin serinliğindeki uyanış, gülümseyişle süslendi. Martılarla sohbet, dalgalarla denize akış, anıların bıraktığı ne varsa birkaç kelime söz etti de bestelenmek üzere udun telleriyle tanıştı.

Denizin dalgalarla haykırışının bir adım ardında bıraktığı köpükler, güneş yanmışlığına aldırmadan ayaklarımın titreyişi ve gözyaşına dönüşen ufuk ötesi birkaç damla yağmurun tenime dokunuşu, serin bir rüzgârı beraberinde getirdi.

Tatil öncesi başlayan ve son gününe kadar süren seyahatler… Zamanla yarış... Onca koşuşturmanın önüme koyduğu mutluluklar… Artık ben de leylaklarla konuşuyorum. Artık güneşin doğuşuna dek kapanmayan gözlerimde sitem yok. Uyku hastalığı yok. Leylaklarla muhabbetin, yıldızlara uzanışındaki tatlı dakikaların derinliğinde şafağa ulaşmışlığında huzur var. Sessizlik var. Duâ var. Dünya hayatının tahlili var.

Tahlillerin bende bıraktığı bir bardak çayın, bir yudum suyun, bir tas ayranın rahatlığında mâziye yürüyüşün, önümdeki dakikalara uzanışında ne varsa, sefere çıkmış ayakların tüm yüküne eyvallah! Ne gün bana yâr uzaklığında, ne ben yâre gün yakınlığındayım.

Ne varsa zamanın gizeminde yol gidiyor. Yolların bitmezliğinde kaç bahar geçti, güz ekledi üstüne. Artık yazacağım. Günlerdir yazamıyorum. Belki de yazmak için zamanım yok. Bütün sorumluluklarımı yerine getirmem gerek. Konuştuğum, şiir okuduğum, bildiri sunduğum onca dokümanları okuyucularımla paylaşmam gerek.

Denize birleşik rüzgârın serinliğinde geçen akşamların sesli sessiz başımı döndürdüğü, tansiyonumu yükselttiği, vücûdumu ateşlerin teslim aldığı, kıyılara doyamadığım saatlerin tadını, hüznünü, beraber yaşamanın üzerimdeki ağırlığını yazmalıyım. Neyim varsa paylaşma vaktidir.

İlham rüzgârlarındaki esintilerin asil, benli bensiz üzerime oturuşunda kaybolmayan izlerini kelimelerle ifade etme adına zamana “Dur!” demek lâzım. Gül tazeliğinde, yayla güzelliğinde, sabah sütü gibi saf ve temiz dilimizle bütün gönül dostlarımı oturduğum, yürüdüğüm, konuştuğum, sevdiğim kim varsa şiir ve rûhumla selâmlamam gerek.

Biliyorum, Âşık Veysel’in kalemi yoktu. O her şeyi yüreğiyle, gönül gözüyle gördü ve ortaya koydu. Öyleyse millî zevkimin derinliğine iniyor ve içinde yaşadığım, yaşamaktan mutlu olduğum halka yürüyorum. Şiire iniyor, ulaşıyor, onu duygu yoğunluğum olarak muhafaza ediyorum. Bir insan olarak içyapımı dışa vuruyorum. Fizik, kafa, duygu, bu üçlüyü seviyor ve kendi yolumu buluyorum.

Kütahya, Sivas, Kayseri, Tokat, Bursa, Elazığ, Mersin, Çanakkale Üsküp, Prizren, Türkistan, Oş ve Bakü... Yol üzerinde irili ufaklı ilçe, belde ve köyler... Çocukluğumun ve gençliğimin yaz tatillerine damgasını vuran Karadağ... Çalı dikenleriyle süslenmiş yamaçlar... Eylül başında gecemi gündüzüme katıp kelimelerin yutkunduğu serin günleri teslim alan köy türkülerime ilham kaynağım... Öküzlerin karınlarını doyurmak için bütün gün dolanıp durduğum, yorulduğum, düştüğüm, ağladığım, oyunlar oynağım, sevdiğim, mâniler dinlediğim yer...

Karadağ yamaçlarında rüzgârım/ Dizlerime karlar yağan aydayım/ Güneş yanmışlığında suskun vaktin/ Gecemi gündüzüne karmışım.

Yalnızım, yalnız adam bozkırda/ Ateşe kor olmuş sazlardayım/ Leylaklarla dost, geceler boyunca/ Çiçek benim, gülden göze akmışım.

Biliyorum, bir avuç sevgi bir dünyadır. Bir ömürdür.

Şimdi cam arkasında, elleri yorgun duruşun, gözlerimi kapatan duygularında hasretin bilinmez sessizliği dolaşır yol yürürken… Güneşe aldırmayan bakışların gizemi iner diz kapaklarıma. Adımlar zordadır.

Zor olan, zora yürümektir.

Bu dağlar tanır beni. Bu yollar bilir. Şimdi sessiz ve mahzun akan Yeşilırmak ve ırmaklar... Kur, Aras, Kelkit, Tuna boyları... Karadağ yamaçlarında rüzgâr almış çocukluğum ve gençliğime eyvallah!

Üşürdüm o zamanlar, titrerdim. Çalıları ateşe verir, ısınırdım. Isınırdım da, ateşi görmeyen yanıma kar yağardı. Şimdi hepten üşüyorum. Ateşin tenime tesiri kalmadı. Ne rüzgârın esintisi, ne çalıların çatırtısı etkiliyor. Ağustos’un son günlerinde Kur aktı yüreğime. Erzurum yaylalarından yola çıkıp dost ve kardeşlerin yüreğini asırlardır serinlete serinlete yol yürüyen ve Hazar’a dökülen Kur oturdu masaya. Hikâyesi anlatıldı. Sınırların demir perde ile kapalı olduğu yıllarda sessiz akışındaki gizem anlatıldı. Bakü akşamlarının dost sofralarında gönül aldı, anılar tazelendi. Azerin şarkı okudu Kur üstüne. Okudu da, bir başka yazıya konu olacak detaylar anlatıldı.

Tarihin derinliklerinde, nâmı diğer Köroğlu... Sahi, Köroğlu nerede yaşadı? Anadolu’da mı? Azerbaycan’da mı? Nerede? Tokat’a Turna teli getirmesi için kimi gönderdi? Bunlar hep konuşulur, araştırılır ve yazılır. Bir şey gerçek ki, Köroğlu, Türk dünyasının her tarafında bilinir, anlatılır ve kendisine pay çıkarılır.

Artık yola çıkmalıyım. Kış hazırlıkları tamamlanmak üzere…

Gökyüzünde onlarca bin metre saatlerce yol yürüyen tenimin kimseyi dinlediği yok. İlgilendiği yok, aldırdığı yok. Bulutları dahi tepeden izlemiş gözlerin beynime tesiri yok. Sis yok, çise yok, yağmur yok. Zamana teslim olmuşum.

Ben hâlâ Kelkit kıyısında kumlarla oynayan, güneş yanmışlığına aldırmayan, çocukluğunu ve gençliğini yaşayamayan Karadağ yamaçlarında rüzgârım...