Kara Kıta-Beyaz Adam

Fransa paraya kıymış, Nijerya’daki zengin doğalgaz kaynaklarından Nijer, Fas ve İspanya üzerinden Fransa’ya kadar boru hattı döşemişti. Bu borulardan yılda 33 milyar metreküp doğalgaz Fransa’ya akacaktı. Şimdi bu boru hattı da kesilmiş durumda. Fransa, elli altı nükleer reaktörüne koyacağı uranyum için de başka kaynaklar bulmak zorunda şimdi. Beyaz Adam için çember daralıyor anlayacağınız.

KISMETTE böyle bir Afrika yazısını Afrika topraklarında yazmak da varmış. Çatışmaların yeniden başladığı bir coğrafyada mütevazı bir askerî misafirhanede bu satırları yazarken, bir taraftan da normal hayatın arasına çatışmaların mı, yoksa çatışmaların arasına normal hayatların mı girdiğini tam olarak kestirmekte zorlanıyorum.

Aslına bakarsanız Osmanlı’nın terk ettiği, terk etmek zorunda kaldığı hiçbir coğrafya, o günden bugüne huzuru görmedi. Çatışmalar, savaşlar, acı, kan, gözyaşı, zulüm hiç eksik olmadı bu coğrafyalarda. Özellikle de Orta Doğu ve Afrika’da.

Hatta bu bölgeler için “normal” dediğimiz şey silah sesleri, havada uçuşan serseri kurşunlar, sebepsiz kavgalar, savaşlar ve ölümler ve de sömürüden ibaret.

Afrika’da kartların yeniden dağıtıldığı günümüzde, Afrika’nın geleceğini konuşmadan evvel geçmişinden ve Beyaz Adam’ın Kara Kıta’ya bakışından bahsetmemiz yerinde olacaktır. Böylece yapacağımız analizin ayakları yere daha sağlam basacaktır kanaatindeyim.

Haydi bismillah o zaman!

Batı’nın Afrika’ya bakışını nasıl özetleyebiliriz?

Bildiğiniz üzere Olimpiyat bayrağında iç içe geçmiş beş farklı renkte halka bulunur. Bu halkalardan mavi olanı Avrupa, kırmızı olanı Amerika, sarı olanı Asya ve yeşil olanı da Avustralya kıtalarını temsil eder. Beyaz Adam’ın Afrika kıtası için münasip bulduğu renk ise elbette siyahtır.

Modern bilime göre siyahın renk olup olmadığı dahi şüphelidir aslında.

Halkaların ten renklerine göre seçildiğini düşünsek, Avustralya’daki insanların teni yeşil değil. “Coğrafyaya göre seçim yapıldı” desek, Afrika’nın çöle uygun bir sarı yahut turuncu renkte olması beklenirdi.

Münasip görülen bu renk ne insanların ten rengine, göz rengine, saç rengine göre, ne de coğrafyayı temsilen verilmiş alelâde bir renktir. Özellikle seçilmiş ve münasip görülmüş bir renktir.

Beyaz Adam, Afrika için siyah rengi uygun görürken, Afrika’nın geçmişini, geleceğini ve kaderini karartmış olduğunun farkındadır. Bu bir itiraftır haddizatında. Beyaz Adam’ın utanmadan, sıkılmadan, göstere göstere yaptığı bir itiraf…

İlk Olimpiyatlar 6 Nisan 1896 tarihinde yapıldığında insanoğlu henüz beş kıtadan haberdardı. Beyaz Adam o bayrağı bugün tasarlamış olsa idi, muhtemelen yedi halka çizer, lâkin eminim Afrika’nın rengi aynı kalırdı.

“Doğu-Batı” kavramı aslında ne anlama geliyor?

Sokağa çıkıp yüz kişiye “Ukrayna mı, yoksa Cezayir mi Batı ülkesidir?” diye sorsanız, tek popüler cevap alırsınız: “Elbette Ukrayna.” Öyle ki, tüm Batı birlik olmuş, Rusya’ya karşı “Batı ülkesi” Ukrayna’nın yanında yer almış vaziyette. Oysa Cezayir, Ukrayna’dan neredeyse iki bin kilometre daha batıda. Doğu-Batı kavramı coğrafî bir kavram olsaydı, bu sorudaki “doğru” cevabın Cezayir olması gerekirdi.

Bu Doğu-Batı kavramına birkaç enteresan örnek daha verebiliriz.

UEFA, Avrupa Futbol Federasyonları Birliği’nin (Union of European Football Associations) kısaltılmış hâlidir. Ancak, Orta Doğu’da yani Asya kıtasında yer alan İsrail ve hemen karşısında bulunan Kıbrıs Rum Kesimi de bu birliğin üyelerinden. Hatta Kazakistan, Ermenistan, Gürcistan ve Azerbaycan gibi Asya ülkeleri ve hatta Asya’nın en doğu noktasını sınırları içerisinde barındıran ve de koca Asya’nın yarısını dev bir yorgan gibi örten Rusya da UEFA üyesi.

Benzer şekilde bir İsrail takımı olan Maccabi Tel-Aviv de Avrupa takımlarının oynadığı Turkish Airlines EuroLeage basketbol liginde yıllardır mücadele etmektedir. Ukrayna Savaşı patlayana kadar Rus takımları da bu ligde idiler.

Yani diyeceğim odur ki, Beyaz Adam için Doğu-Batı, pusula ile belirlenen coğrafî bir kavram değildir. Kimin Doğulu, kimin Batılı olduğuna karar vermek Beyaz Adam’ın keyfine kalmıştır. Ve maalesef ki, “bizim aydınımız” da bu keyfiyeti bir medeniyet ölçü birimi olarak kabul etmiş durumdadır. Bu kabulleniş, yüzlerce yıldır Batı’nın Doğu’ya reva gördüğü zulmü günden güne normal görmemize sebep olmuştur.


Koskoca Birleşmiş Milletler, silkelensem, sağdan soldan bulsam tek başıma çıkarabileceğim kadar bir miktarla katkı sağladı bu fona. Beyaz Adam Afrika’dan almaya o kadar alışmış durumda ki, iş vermeye gelince, abartmadan söylüyorum, Beyaz Adam’ın elleri titremektedir. Konu Afrika olunca, Beyaz Adam almadan vermek şöyle dursun, vermeden alma konusunda da fazlasıyla mahir ve açgözlüdür. Ve de ziyadesiyle gaddar…

Beyaz Adam almadan verir mi, hele Afrika’ya?

Sanırım 2014 yılı idi. Afrika’da yeniden Ebola Salgını başlamıştı. Birleşmiş Milletler’de ebola ile mücadele için bir fon kurulmasına karar verilmişti. Henüz ilk gün Türkiye, 5 milyon doları masaya koymuştu. Türkiye 5 milyon dolar koydu ise Birleşmiş Milletler bu fona ne kadar katkı sağlamıştır sizce? 20 milyon, 50 milyon, 150 milyon dolar? Hiçbiri. Sadece 150 bin dolar! Yani tek başına Türkiye’nin fona ayırdığı paranın otuz beşte biri kadar. Normalde bu oranın tersine işlemesi makul ve adil olanıydı, öyle değil mi?

Ama böyle işte. Koskoca Birleşmiş Milletler, silkelensem, sağdan soldan bulsam tek başıma çıkarabileceğim kadar bir miktarla katkı sağladı bu fona. Beyaz Adam Afrika’dan almaya o kadar alışmış durumda ki, iş vermeye gelince, abartmadan söylüyorum, Beyaz Adam’ın elleri titremektedir.

Konu Afrika olunca, Beyaz Adam almadan vermek şöyle dursun, vermeden alma konusunda da fazlasıyla mahir ve açgözlüdür. Ve de ziyadesiyle gaddar…

Afrika neden bu kadar fakir ve aciz?

Burada daha önce de yazmıştım ama yeri geldikçe yeniden yazmaktan imtina etmiyorum. Şöyle ki…

Erdoğan resmî bir ziyaret için Cezayir’e gitmişti. Libyalı mevkidaşı ile basın toplantısında bir Cezayirli gazeteci, Osmanlı’nın Cezayir’i bilmem kaç sene sömürdüğünü söylemişti. Devamında Türkiye’nin yine sömürge için mi Cezayir’e geldiğini sormuştu. Sorunun tercümesini dinledikten sonra Erdoğan, sakin bir şekilde, “Biz Cezayir’i sömürmüş olsaydık, bu soruyu şimdi Fransızca değil Türkçe soruyor olurdun” demişti.

Aslında bu muhteşem cevaptan sonra ne yazsak boş, lâkin bu sayfanın da dolması lâzım.

Beyaz Adam, iki yüz yıldır, hatta daha da fazla “Kara Kıta”nın sadece yeraltı zenginliklerini sömürmekle kalmadı, kültürel zenginliklerini ve insanî değerlerini de sömürdü. Erdoğan’a o soruyu soran gazetecinin büyük dedelerinden ve atalarından birçoğu muhtemelen Fransa’nın katlettiği bir milyondan fazla Cezayirlinin arasındaydı. Lâkin Fransız efendiler Cezayir’de öyle bir iklim oluşturdular ki birçok Cezayirli, bir milyon insanını katleden Fransa’ya karşı kin değil, hayranlık duyuyor.

Afrika’nın neredeyse tamamı, aralarında kendi dilleri ile değil İngilizce ya da Fransızca konuşarak anlaşabiliyorlar. Bugün Fransa Millî Futbol Takımının yirmi üç oyuncusundan on beşi Afrika kökenli futbolcular. Beyaz Adam Afrika’dan sadece altınları, gümüşleri, petrolleri, uranyumları, elmasları değil, yetenekli insanları da sömürdü, aldı, topraklarına götürdü.

Fransa Millî Takımının efsane oyuncularından Zinedine Zidane, aslen Cezayir asıllıdır. Ancak Zidane’nin babası, futbol konusunda oğlu kadar yetenekli olmadığı için olsa gerek, Fransız pasaportu alamamıştır.

Beyaz Adam işte budur!

Beyaz Adam bu işi nasıl “başarıyor”?

Dünyanın yeraltı kaynakları çıkarıldıkları yerlerde kalmış olsaydı, belki de dünyanın en zengin coğrafyası Afrika olabilirdi. Yerkürenin en zengin platin, altın, gümüş, bakır, elmas, kömür, vanadyum ve uranyum madenlerinin yanı sıra manganez, krom, demir cevheri, asbest, antimon, kalay, tungsten, mika ve nikel madenleri de Afrika’da bulunmaktadır. Hatta bu listeye petrol ve Akdeniz havzasında Afrika’nın payına düşmesi gereken doğalgaz rezervlerini de eklemek gerekir.

Lâkin bu yeraltı kaynakları, yeraltından çıkarıldığında henüz soğumadan Batı’ya doğru yol almaya başlar. “Batı” dediğime bakmayınız, coğrafî olarak çoğu zaman kuzeye ve doğuya da gittikleri olur. Çıkarılan bu madenlerin genelde çıktıkları ülkeye bir faydası dokunmaz. Zira o ülkeler yüzyıllardır sömürülmektedirler ve işin kötüsü, sömürüldüklerinin farkında bile değillerdir. Fransa’dan ve Birleşik Krallık’tan gelen misyonerler, iki yüzyıldır Kıta Afrika’sına “medeniyet” ve insanî yardım getirmektedirler.

Kakao bahçelerinde günde 1 dolar karşılığında kakao çekirdekleri toplayan Afrikalı genç, o çekirdeklerin ne için toplandığını ve çikolatanın tadını bilmez lâkin Vaftizci Yahya’nın hayatını bir çırpıda anlatıverir size. Böyle bir toplu hipnoz hâlinde maalesef koca kıta.

Beyaz Adam, bu işi kimi zaman böyle toplu hipnoz ile kotarır, kimi zaman da suya sabuna dokunmadan çıkardığı iç savaşlarla. Çok değil, bundan otuz yıl kadar mukaddem Beyaz Adam, Ruanda’ya gitti, yüzyıllardır problemsiz yaşayan insanları Tutsiler ve Hutular diye ikiye ayırdı, her iki tarafın eline silahlar, palalar verdi ve 800 bin Ruandalının birbirlerini öldürmelerini keyif alarak izledi.

O bildiğimiz Habeşistan, dili, dini, mezhebi, kabilesi, kültürü, geçmişi tamamen aynı olan Eritre, Cibuti, Etiyopya ve Somali olarak dört parça şimdi. Bu dört ülkeyi birbirinden ayıran salik nedir, bu ülkelerin vatandaşları dahi bilmiyorlar.

Sudan, Kuzey ve Güney olarak ikiye bölünmüş durumda. Senegal’den Kamerun’a kadar olan sahil şeridi peynir dilimi gibi isimlerini bile bilmediğimiz ülkeciklere pay edilmiş vaziyette.

Libya ve Mısır içten içe kaynayan bir kazan, hatta düdüklü tencere mesabesinde. Ne zaman, ne şekilde patlayacağını kimse bilmiyor. Bir küçük kıvılcım yeterli.

Beyaz Adam kıtada ameliyatlarını yaparken, misyonerleri ve yerli işbirlikçileri de mütemadiyen uygun dozajda narkoz vererek hastanın uyanmasına izin vermiyorlar.

Savaş, yoksulluk, açlık ve ölümlerden kaçan çaresiz göçmenlerin tırışkadan botları, Akdeniz’de “medenî” mızraklar ile patlatılıyor, çoluk çocuk, yaşlı veya kadın denmeden masum insanlar, hırsızları tarafından ölüme terk ediliyor.

Bu zulüm ne zaman başladı ve bu “hipnoz” hâli daha ne kadar devam edecek?

Bu zulmün milâdı aslında Amerika’nın keşfine kadar dayanır. Beyaz Adam, Afrika’nın yeraltı zenginliklerinden önce yerüstü zenginliklerini sömürmeye başlamıştı. Amerika’daki geniş ve verimli arazileri işlemek için epeyce insan gücüne ihtiyaç duyulmuştu. Afrika’dan binlerce, on binlerce Siyahi, ellerine, ayaklarına, boyunlarına demirden kelepçeler takılarak ve kendilerinin çektikleri küreklerle ilerleyen gemilerle Amerika’ya taşındılar ve köleleştirildiler.

Afrika’dan getirilen Siyahi köleler karın tokluğuna uçsuz bucaksız tarlalarda ve inşaatlarda çalıştırıldılar.

Afrika’nın bakir topraklarının altında yatan zenginlikler ise 1800’lü yıllarda Beyaz Adam’ın ilgisini çekmeye ve iştahını kabartmaya başlamıştı. O gün bugündür Afrika, Batı’nın vahşi pençesinde can çekişmeye devam ediyor.

Düne kadar ucuz -hatta bedava- işçilik için kendisine gelmeyeni öldüren Batı “medeniyeti”, şimdilerde kendisine gelmek zorunda kalanları öldürmeye başladı. Savaş, yoksulluk, açlık ve ölümlerden kaçan çaresiz göçmenlerin tırışkadan botları, Akdeniz’de “medenî” mızraklar ile patlatılıyor, çoluk çocuk, yaşlı veya kadın denmeden masum insanlar, hırsızları tarafından ölüme terk ediliyor.

Sadece Batı’ya kapağı atmaya çalışan göçmenler değil, üç beş nesildir Batı’da yerleşmiş ve kısmen Batılı olmuş, Batı’nın pasaportunu almış Doğulular da bu zulümden paylarına düşeni almaktadırlar. Avrupa ve Amerika’da polisin silahsız bir Siyahiyi öldürmesi vaka-i adiyedir artık. Avrupa ve ABD’de bir veya birkaç Siyahinin polis tarafından öldürülmediği gün yok gibidir artık.

Bu durum o kadar sıradan hâle gelmiştir ki katil polislere -olay toplumsal infial oluşturmadıysa- ceza verilmediği gibi, “medenî Batı” insanı, katil polisler için bağış kampanyası düzenleyecek kadar zıvanadan ve insanlıktan da çıkmış durumdadır.

Lâkin kader perspektifi içerisinde hiçbir zulüm ebedî değildir. İnsanlık tarihinde “medeniyet” dediğimiz kavram bir medcezirden ibarettir.

Batı yakasında sık sık çıkan içtimaî vakaları bu nazarla görmekte fayda vardır.

Bu olaylara muvazi olarak Afrika’da kartların yeniden dağıtıldığını görmekteyiz. İnsanlık tarihi için çok kısa sayılabilecek bir süre içerisinde rüzgâr tersine dönmeye başlayacaktır ve buna da birçoğumuz şahit olacağız inşallah.

Peki, bu zulüm nasıl ve ne şekilde son bulacak?

Yüzyıllardır sömürülen Afrika, son dönemde bu hipnoz hâlinden yavaş yavaş sıyrılmaya ve kendisi için daha kârlı ortaklıklar kurmaya başladı. Bu süreç kendiliğinden olmadı elbette. Düne kadar Fransa’nın ve Birleşik Krallık’ın arka bahçesi mesabesinde bulunan ve tüm yeraltı ve yerüstü kaynaklarını bu ülkelere akıtan Afrika için yeni oyuncular sahneye girdi. Çin gibi, Rusya gibi ve Türkiye gibi…

Yeni oyuncularla kurulan iş birlikleri ve yürütülen projeler sonunda Afrika, daha adil ilişkilerde kazanan taraf olabileceğini de keşfetti. Bu yeni oyuncuların askerî, siyâsî ve ekonomik güçleri ile iki yüz yılı geçkin sömürü düzenine “Dur!” deme cesaretini hissetti.

Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, artık gittiği her Afrika ülkesinden sağlam bir fırça yiyerek dönüyor. Afrika devletlerinin liderleri, henüz on yıl öncesine kadar “efendi” olarak gördükleri ve içselleştirdikleri Beyaz Adam’ın gözlerinin içine bakarak, “Artık bizi sömüremeyeceksiniz” diyor.

Diyeceğim odur ki, çark tersine doğru dönmeye başladı bile.

Ancak Afrika’nın hâlâ önemli bir sıkıntısı var: Afrika, yağmurdan kaçarken doluya tutulmak tehlikesi ile karşı karşıya.

Afrika kendisi için yeni bir sistem inşâ edecekse, “tam sömürü” yerine ikâme edeceği yeni yol “yarı sömürü” olmamalı. Bugüne kadar meselâ kendi altın madeninden yüzde 5 pay alıyorsa, yüzde 10 hisse verenin oyununa gelmemeli. Kendisi için -hem de parasıyla- bir havaalanı kuran ülkeye milyonlarca dönüm arazisinin kullanımını devretmemeli. Bu da aslında post-modern bir sömürü düzeni.

Ne yazık ki, Afrika’da yeni düzen bu şekilde inşâ ediliyor. Afrika ülkeleri öncesine göre daha kârlı bir iş yaptığını düşünüyor lâkin yeni bir sömürgeciliğe, kolonizasyona kapı araladıklarının farkına vardıklarında geç kalmış olabilirler.

Zira Afrika’nın yeni oyuncuları Çin ve Rusya’nın da kendilerine göre ajandaları ve megalo-ideaları var. Rusya askerî güç olarak Afrika’ya konuşlanmak, Çin de bir buçuk milyar insanının karnını doyurmak için geniş tarım arazileri kapatmak niyetinde. Her iki ajanda da uzun vadede Afrika için yeni olumsuzluklara gebedir şüphesiz.

Bu denklemde Nijer’deki askerî darbeyi nasıl okumak lâzım?

Baştan şunu söylemeliyim: Beyaz Adam için böyle coğrafyalarda kimin darbe yaptığının hiç önemi yoktur. Önemli olan, yönetimi ele geçiren iradenin kendileri ile çalışıp çalışmayacağıdır.

Aslında son cümlede geçen “ile” yerine “için” kelimesini kullanmak daha yerinde olacaktı. Ben kibarlık yapmış oldum biraz.

Görünen odur ki, Nijer’de darbe yapan General Tchiani, ne Beyaz Adam ile çalışmak istiyor, ne de Beyaz Adam için. Batı’nın karın ağrısı bundan.

Nijer’i iliğine kadar sömüren Fransa’nın Cumhurbaşkanı Macron, an itibariyle Nijer’de arananlar listesinde. Olur da yakalanırsa mahkemenin huzuruna çıkarılacak.

Yeni devlet başkanı yönetime gelir gelmez Nijer’in altın ve uranyum ihracatını yasakladı. Ülkedeki Fransız askerlerini sınır dışı etti. Beyaz Adam burnundan soluyor yani.

İşin enteresan yanı, bu darbeye destek için sokaklara dökülen Nijerlilerin ellerinde Türk bayrakları vardı. Bu da Fransa’ya verilen bir başka mesajdır aslında.

Fransa paraya kıymış, Nijerya’daki zengin doğalgaz kaynaklarından Nijer, Fas ve İspanya üzerinden Fransa’ya kadar boru hattı döşemişti. Bu borulardan yılda 33 milyar metreküp doğalgaz Fransa’ya akacaktı. Şimdi bu boru hattı da kesilmiş durumda. Fransa, elli altı nükleer reaktörüne koyacağı uranyum için de başka kaynaklar bulmak zorunda şimdi. Beyaz Adam için çember daralıyor anlayacağınız.

Bu durum, göreceksiniz, diğer sömürge coğrafyalarına da sirayet etmeye başlayacak. Afrika’da yeni bir düzen kuruluyor ve tarih, kartları yeniden dağıtmaya başlıyor.

Fransa’nın ve İngiltere’nin yıllık 500 milyar doları aşan sömürge gelirleri günden güne azalacak ve Afrika bu düzlemde akılcı bir yol izleyebilir ve yeni bir tür sömürgeciliğin kucağına düşmezse kaynaklarının kendisine fazlasıyla yetmekte olduğunu anlayacak.


Türkiye an itibariyle Afrika’nın neredeyse her yerinde. Gerek devlet kurumlarıyla, gerekse de gönüllüleriyle… Zulümle kurulmuş her düzenin sonu ancak hüsrandır ve inşallah Kara Kıta’nın kara kaderi Türkiye ile aydınlanacaktır. Bu süreçte Türkiye ile ortak yürüyen ülkeler uzun vadede en doğru tercihi yaptıklarını görecekler.

Kartlar yeniden dağıtılırken Türkiye’nin pozisyonu ne olacak?

Afrika’da yeni bir düzenin kurulmaya başlandığı şu tarih diliminde her ne kadar Rusya askerî, Çin de ekonomik olarak büyük birer güçse de bu masanın en güçlü oyuncusu şüphesiz Türkiye’dir. Türkiye’nin gücü çok daha derinde, çok daha köklü ve çok daha organiktir.

Afrika, Fransa ve Birleşik Krallık sömürü düzenlerine karşı Rusya’nın askerî ve Çin’in ekonomik gücüne yaslanıyor olsa da bu iki devletin kara kaşları, kara gözleri ve inci gibi dişleri için Afrika’da olmadıklarının az çok farkındalar. Hem Rusya’nın, hem de Çin’in coğrafya üzerinde başka ajandaları olduğu ortada. Türkiye’nin ise benzer ajandası yok. Bizim mottomuz, “Birlikte kazanalım”, hatta “Gerekirse siz daha fazla kazanın” şeklinde. Gittiği yere medeniyet, huzur ve adalet götüren Osmanlı’nın torunları, medeniyetinin mirasına uygun olarak hareket ediyor.

Türkiye, cebren ve açgözlülükle değil, muhabbet ve adalet üzerine atıyor adımlarını. İşimiz gereği gittiğimiz birçok ülkede Türkiye’ye ve Türk insanına karşı bu teveccühü görmekten duyduğum mutluluğu anlatamam. Bunlardan birçoğunu da yeri geldikçe bu sayfalarla paylaşmıştım sizlerle.

Mali Devlet Başkanı Albay Assimi Goita’nın, ülkesinin yeni anayasasını imzalarken masasında objektiflere takılan Bayraktar Akıncı maketinin bir anlamı olsa gerektir.

Türkiye bu pozisyona nasıl geldi?

Türkiye bu pozisyona kolay gelmedi elbette. Bütün dâhilî ve haricî dirençlere ve engellemelere, “Ne işimiz var orada burada?” diyenlere rağmen uzun zamandır Afrika’da Türkiye. 2002 yılında Afrika’da sadece 12 büyükelçiliğimiz varken, şimdi bu sayı 44’e çıkmış durumda.

Türk Hava Yolları’nın Afrika’da uçmadığı ülke yok neredeyse. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kalabalık iş adamı ve sanayici heyeti ile birlikte ziyaret etmediği Afrika ülkesi kalmadı. Hatta kimilerine üçer beşer kez ziyaret düzenlendi. Bu ziyaretlerden Fransa ve Birleşik Krallık kadar -belki onlardan da fazla- muhalefetimizin de rahatsızlık duyduğunu bilmeyenimiz yoktur sanırım.

2002’de Afrika ile olan ticarî hacmimiz 2 milyar dolarken, 2022’de ticaret hacmi yirmi kat büyüyerek 40 milyar doları buldu. Ve bu rakam hızla büyümeye devam ediyor.

Üstelik Türkiye, Afrika’ya sadece iş ve ticaret yapmak, para kazanmak için gitmiyor. Türkiye, uzun yıllardır hem devlet kurumları, hem de gönüllülük esasına göre çalışan organizasyonlarla Kara Kıta’nın yüzünü güldürmeye gayret ediyor. Su kuyuları açıyor, kurbanlar kesip dağıtıyor, aş evleri, hastaneler, okullar inşâ ediyor, doktorlar gönderiyor, yaraları sarmaya gayret ediyor, on binlerce Afrikalıya katarakt ameliyatı yapıyor, gıda yardımı götürüyor, çocukların oyuncakları bile unutulmuyor. Daha neler neler!

Ve Türkiye yıllardır bunları yaparken Afrika’nın tek gram altınına, tek damla petrolüne çökmüyor. Birçok Afrikalı, hayatlarında ilk kez kendilerine hizmet ya da yardım getirip bir şey istemeden, karşılık beklemeden geri dönüp giden bir Beyaz Adam gördü. Ve o Beyaz Adam’ın göğsünün üzerinde Türk bayrağı vardı.

Türkiye yıllar yılı asaletine ve medeniyetine yaraşır şekilde muhabbet tohumları ekti Afrika’nın kurak topraklarına. Tüm dünya üç maymunu oynarken Türkiye Somali’ye yetişti; Yemen’e, Etiyopya’ya, Çad’a yetişti. Türkiye müdahale etmese idi şimdi dünya haritasında Libya diye bir ülke olmayacaktı belki de.

Tüm “Arap kardeşleri” ambargo uygularken, Katar’a bir tek biz sahip çıktık. Katar’ın marketlerinin ve eczanelerinin boşalan raflarını biz doldurduk.

Dünyanın neresinde kanayan bir yara varsa sarmak için ilk Türkiye seferber oldu. Bunu da bir karşılık beklemeden yaptı. Türkiye tek başına dünyanın vicdanı oldu, olmaya da devam ediyor.

Libya, Katar ya da Azerbaycan için bizim yaptıklarımızı bir Batı ülkesi yapmış olsaydı, karşılığında yüzlerce milyar dolarlık ihale yahut satış garantisi içeren sözleşmeler imzalatırdı bu ülkelere. Her üç ülkede de iş yapmanın zorluklarını bizzat yaşayıp görenlerdenim.

Bizler, medeniyetimizden bizlere sirayet eden genlerimizle başka türlü de hareket edemeyiz zaten. Bir Batılı gibi yamyam olmayı, istesek de başaramayız. Asaletimize de yakışmazdı zaten bu. Bunu da en iyi Türkiye ile ilişkileri olan ülkeler görüyorlar, biliyorlar. Yani Türkiye’nin bu yumuşak gücü, askerî ve ekonomik güçten çok daha kıymetlidir. Yaşayıp göreceğiz Allah ömür verirse.

Afrika kendisi için yeni bir sistem inşâ edecekse, “tam sömürü” yerine ikâme edeceği yeni yol “yarı sömürü” olmamalı.

Hülâsa

Afrika, tarihin medcezirinde bir geri dönüş sürecine girmiş durumdadır ve bu dönüşü engellemeye kimsenin gücü yetmeyecektir. Zira hiçbir zulüm sonsuza kadar sürmez ve mazlumun ahı yerde kalmaz. Türkiye ve özellikle de Afrika ülkeleri bu süreçte doğru adımları atabilirlerse kurulan masalardan kalkan en kârlı taraflar olacaktır.

Türkiye’nin Kıta Afrika’sında yumuşak gücü ile elde ettiği kazanımlar, sadece Türkiye için değil, o ülke için de en kazançlı hamleler olmuştur aynı zamanda.

Somali’nin Türkiye’ye askerî üs vermesinden sonra hem siyâsî, hem ekonomik, hem de askerî olarak makus talihi değişmiştir. Libya, Türkiye ile iş birliği yaparak ayakta kalabilmiş, Akdeniz’den hak iddia edebilir duruma gelmiştir. Şimdi de Libya’da bir liman hem ticarî, hem de askerî anlaşmalar yapılarak 99 yıllığına Türkiye’ye kiralanmıştır. Bu anlaşmadan en az Türkiye kadar Libya da kârlı çıkacaktır.

Velhasıl, Türkiye an itibariyle Afrika’nın neredeyse her yerinde. Gerek devlet kurumlarıyla, gerekse de gönüllüleriyle…

Zulümle kurulmuş her düzenin sonu ancak hüsrandır ve inşallah Kara Kıta’nın kara kaderi Türkiye ile aydınlanacaktır. Bu süreçte Türkiye ile ortak yürüyen ülkeler uzun vadede en doğru tercihi yaptıklarını görecekler.

Allah hepimize hayırlı ve uzun ömürler nasip etsin ve biz o günleri de hep birlikte görebilelim inşallah.