Necla ile Nejla’ya…
ODASINDA, penceresinin önündeki kanepeye uzanmıştı. Gözleri
bembeyaz tavanı izliyordu. O beyazlıkta kim bilir neler görüyor, hangi acısı,
hangi kızgınlığı geliyordu gözlerinin önüne…
Hava kararalı bir hayli oluyordu. Perdeleri, hayatındaki
onlarca sırrın aksine apaçıktı. Odayı sokak lâmbasının turuncu ışığı
aydınlatıyordu. Işık huzmeleri o eski tüllerin ardından içeri sızıyordu. Gözü
tavana yansıyan gölgelere takıldı bu sefer. Kirpiklerini neredeyse hiç
kırpmıyordu. Gözleri yalnızca bir noktaya odaklanıyor, o noktaya bakarken
öylece dalıp gidiyordu. Hayatı, seyredemeyeceği kadar hızlı bir şekilde geçip
gitmişti. Sanki bunun acısını çıkarmak, öcünü almak istiyor gibi bir hâli
vardı. Göz bebeklerine değen her şeyi yavaşlıkla inceliyor, onlarda bir anlam
arıyordu.
Titrek bir nefes aldı. Ciğerlerine teneffüs eden havanın
yalnızca ciğerlerine değil, tüm bedenine dolduğunu hissetti. Burnuna gelen toz
kokusu, aldı onu, yıllar öncesinde götürdü. Yüzündeki her bir kırışıklıkta bir
hikâye yatıyordu usulca. Hayatında hiçbir zaman huzuru tattığını hissetmemişti.
Her zaman kalbini sıkıştıran, boğazını düğümleyen, ellerini birbirine
dolaştıran anıları olduğunu düşünürdü. Kara saçları omuzlarına dökülür, ona
sıcaklık veren tek şey olurlardı. Ne tutunabilecek bir dal, ne de onu sarıp
sarmalayabilecek bir kucak bulabilmişti.
Başını camdan yana çevirdi. Yapraklar ağaçlara zar zor
tutunuyor, rüzgârın esintisiyle bir o yana, bir bu yana sürükleniyorlardı.
Koptuktan sonra ise ya bir su birikintisini buluyorlar ya da bir araba
tekerinin altında kül oluyorlardı. O, işte o yapraklardan biriydi! Henüz
varamamıştı varacağı yere lâkin biliyordu, yolculuğu en kısa zamanda
sonlanacaktı. Hissediyordu. Saçları hızla dökülmeye başlamıştı. Tıpkı ağaçların
sonbaharda yapraksız kalmaya başlayışı gibi… Bu da kendi sonbaharıydı işte!
Elleri sürekli olarak titriyorlardı. Koltuğun kenarını
kavramaya çalışırken, parmakları yırtılan kumaşa takılıverdi. Gerginlikle
yırtıkla oynuyordu. Tırnakları kumaşa sürtünüyor, kulakları çıkan sese dikkat
kesiliyordu.
Yıllar boyunca aynı şeyleri duymuştu. Seksen altı yıl
boyunca dinlediği hakaretler, çığlıklar hatırına geldikçe ses kafasının
içerisinde yankılanıyor, aklının o kalın, demir zırhlı duvarları arasında
zikzaklar çiziyordu. Eskiyi o duvarların arasından çıkarıp atamamıştı bir
türlü. Aldığı her solukla onları da yaşatıyordu içinde. Artık yetişemez
olmuştu. Yorulmuştu. Benliğinde onlarca hayatı taşıyordu. Bedeninde o
bedenlerin hâlsizliği, zihninde o insanların düşünceleri geziniyordu. Bir ruh
gibiydi artık. O insanlar varını yoğunu ellerinden almışlardı.
Sevilmemişti fakat çok sevmişti. Bir o kadar da güzel
sevmişti… Seyrettiği ışığın yerini, onun gözleri aldı bir an. Saatlerce
izleyebilirdi onları. Kaybolabilirdi içlerinde. Toprağın kahveliğini, çimenin
yeşilliğini aynı anda barındıran gözleri şimdilerde aklına gömüleceği toprağı,
üzerinde bitecek olan çiçeğin o yeşil yapraklarını getiriyordu. Senelerdir
gözleri dokunmamıştı o gözlere. O tonlar toprağın kahveliğinden de, bitkinin
yeşilliğinden de güzeldi. Sıradan bir topraktan ve yeşilden çok daha fazlası
vardı onlarda.
Zihninde canlananların farkına varınca irkildi birden.
Yüzünü ekşiterek kovaladı tüm bu düşünceleri. Hem zaten onun mezarı üzerinde
ancak nereden geldiği bilinmeyen bir ot bitebilirdi…
Gözler kayboldu. Yerini zifiri bir karanlık aldı. Şimdi
ne sokak lâmbasının ışığını bulabiliyordu, ne de o en sevdiği renkleri.
Yanağından aşağı bir damla yuvarlandı. Damla, o yumuşak
tenini öptü de geçti. Yaşlar gözlerine doluyor, ardından yüzündeki izlerin
üzerinden yollar çiziyorlardı. Kendini tutamıyor, onca yıl nasıl tuttuğunu da
hiç anlayamıyordu. Omuzları sarsılmaya başladı. Hıçkırıkları birikiyor, nefes
alışını engelliyorlardı. Dudakları yavaşça birbirinden ayrıldı. Ağzından soluk
alıp vermeye çalışıyordu. Dudakları da, boğazı da kupkuruydu. Yutkunmaya
çalışırken oradaki acıyı hissedebiliyordu. Gözleri büyüdü aniden. Âdeta yuvalarından
fırlayacak gibi bir hâl almışlardı. O sırada camdan kendisini seyreden tekiri
fark etti. Gecenin karanlığı tekirin siyahlığı bütünleşiyor, kedinin yalnızca
ışıltılı gözleri seçilebiliyordu.
Titreyişi arttı. Öksürüyordu. Yerinde çırpındıkça yastığı
sırtına vuruyor, hayatında ona hiçbir zaman destek olmayanların aksine son
yolculuğunda ona destek oluyordu. Gözyaşları yastığının tamamını kaplamıştı.
Yaşlar, artık ciğerlerine dolmaya başladı. Son nefesi yarıda, son hıçkırığı ise
boğazının ortasında kaldı. Eli kanepeden aşağı düştü.
Camdaki kedi, aralığı olan pencereden içeri zıpladı.
Kanepeyi aşarak, kurumuş çay lekeleriyle kaplı sehpaya ulaştı. Sehpanın
üzerindeki fincan devrildi. Çay, sehpadan aşağı akmaya başladı. Tekir önce
çayı, ardından patilerini yaladı. Sonrasında ise kanepedeki kadının saçları
arasına gizlenip bir güzel kıvrıldı olduğu yere…