Kara kedi

Camdaki kedi, aralığı olan pencereden içeri zıpladı. Kanepeyi aşarak, kurumuş çay lekeleriyle kaplı sehpaya ulaştı. Sehpanın üzerindeki fincan devrildi. Çay, sehpadan aşağı akmaya başladı. Tekir önce çayı, ardından patilerini yaladı. Sonrasında ise kanepedeki kadının saçları arasına gizlenip bir güzel kıvrıldı olduğu yere…

Necla ile Nejla’ya…

ODASINDA, penceresinin önündeki kanepeye uzanmıştı. Gözleri bembeyaz tavanı izliyordu. O beyazlıkta kim bilir neler görüyor, hangi acısı, hangi kızgınlığı geliyordu gözlerinin önüne…

Hava kararalı bir hayli oluyordu. Perdeleri, hayatındaki onlarca sırrın aksine apaçıktı. Odayı sokak lâmbasının turuncu ışığı aydınlatıyordu. Işık huzmeleri o eski tüllerin ardından içeri sızıyordu. Gözü tavana yansıyan gölgelere takıldı bu sefer. Kirpiklerini neredeyse hiç kırpmıyordu. Gözleri yalnızca bir noktaya odaklanıyor, o noktaya bakarken öylece dalıp gidiyordu. Hayatı, seyredemeyeceği kadar hızlı bir şekilde geçip gitmişti. Sanki bunun acısını çıkarmak, öcünü almak istiyor gibi bir hâli vardı. Göz bebeklerine değen her şeyi yavaşlıkla inceliyor, onlarda bir anlam arıyordu.

Titrek bir nefes aldı. Ciğerlerine teneffüs eden havanın yalnızca ciğerlerine değil, tüm bedenine dolduğunu hissetti. Burnuna gelen toz kokusu, aldı onu, yıllar öncesinde götürdü. Yüzündeki her bir kırışıklıkta bir hikâye yatıyordu usulca. Hayatında hiçbir zaman huzuru tattığını hissetmemişti. Her zaman kalbini sıkıştıran, boğazını düğümleyen, ellerini birbirine dolaştıran anıları olduğunu düşünürdü. Kara saçları omuzlarına dökülür, ona sıcaklık veren tek şey olurlardı. Ne tutunabilecek bir dal, ne de onu sarıp sarmalayabilecek bir kucak bulabilmişti.

Başını camdan yana çevirdi. Yapraklar ağaçlara zar zor tutunuyor, rüzgârın esintisiyle bir o yana, bir bu yana sürükleniyorlardı. Koptuktan sonra ise ya bir su birikintisini buluyorlar ya da bir araba tekerinin altında kül oluyorlardı. O, işte o yapraklardan biriydi! Henüz varamamıştı varacağı yere lâkin biliyordu, yolculuğu en kısa zamanda sonlanacaktı. Hissediyordu. Saçları hızla dökülmeye başlamıştı. Tıpkı ağaçların sonbaharda yapraksız kalmaya başlayışı gibi… Bu da kendi sonbaharıydı işte!

Elleri sürekli olarak titriyorlardı. Koltuğun kenarını kavramaya çalışırken, parmakları yırtılan kumaşa takılıverdi. Gerginlikle yırtıkla oynuyordu. Tırnakları kumaşa sürtünüyor, kulakları çıkan sese dikkat kesiliyordu.

Yıllar boyunca aynı şeyleri duymuştu. Seksen altı yıl boyunca dinlediği hakaretler, çığlıklar hatırına geldikçe ses kafasının içerisinde yankılanıyor, aklının o kalın, demir zırhlı duvarları arasında zikzaklar çiziyordu. Eskiyi o duvarların arasından çıkarıp atamamıştı bir türlü. Aldığı her solukla onları da yaşatıyordu içinde. Artık yetişemez olmuştu. Yorulmuştu. Benliğinde onlarca hayatı taşıyordu. Bedeninde o bedenlerin hâlsizliği, zihninde o insanların düşünceleri geziniyordu. Bir ruh gibiydi artık. O insanlar varını yoğunu ellerinden almışlardı.

Sevilmemişti fakat çok sevmişti. Bir o kadar da güzel sevmişti… Seyrettiği ışığın yerini, onun gözleri aldı bir an. Saatlerce izleyebilirdi onları. Kaybolabilirdi içlerinde. Toprağın kahveliğini, çimenin yeşilliğini aynı anda barındıran gözleri şimdilerde aklına gömüleceği toprağı, üzerinde bitecek olan çiçeğin o yeşil yapraklarını getiriyordu. Senelerdir gözleri dokunmamıştı o gözlere. O tonlar toprağın kahveliğinden de, bitkinin yeşilliğinden de güzeldi. Sıradan bir topraktan ve yeşilden çok daha fazlası vardı onlarda.

Zihninde canlananların farkına varınca irkildi birden. Yüzünü ekşiterek kovaladı tüm bu düşünceleri. Hem zaten onun mezarı üzerinde ancak nereden geldiği bilinmeyen bir ot bitebilirdi…

Gözler kayboldu. Yerini zifiri bir karanlık aldı. Şimdi ne sokak lâmbasının ışığını bulabiliyordu, ne de o en sevdiği renkleri.

Yanağından aşağı bir damla yuvarlandı. Damla, o yumuşak tenini öptü de geçti. Yaşlar gözlerine doluyor, ardından yüzündeki izlerin üzerinden yollar çiziyorlardı. Kendini tutamıyor, onca yıl nasıl tuttuğunu da hiç anlayamıyordu. Omuzları sarsılmaya başladı. Hıçkırıkları birikiyor, nefes alışını engelliyorlardı. Dudakları yavaşça birbirinden ayrıldı. Ağzından soluk alıp vermeye çalışıyordu. Dudakları da, boğazı da kupkuruydu. Yutkunmaya çalışırken oradaki acıyı hissedebiliyordu. Gözleri büyüdü aniden. Âdeta yuvalarından fırlayacak gibi bir hâl almışlardı. O sırada camdan kendisini seyreden tekiri fark etti. Gecenin karanlığı tekirin siyahlığı bütünleşiyor, kedinin yalnızca ışıltılı gözleri seçilebiliyordu.

Titreyişi arttı. Öksürüyordu. Yerinde çırpındıkça yastığı sırtına vuruyor, hayatında ona hiçbir zaman destek olmayanların aksine son yolculuğunda ona destek oluyordu. Gözyaşları yastığının tamamını kaplamıştı. Yaşlar, artık ciğerlerine dolmaya başladı. Son nefesi yarıda, son hıçkırığı ise boğazının ortasında kaldı. Eli kanepeden aşağı düştü.

Camdaki kedi, aralığı olan pencereden içeri zıpladı. Kanepeyi aşarak, kurumuş çay lekeleriyle kaplı sehpaya ulaştı. Sehpanın üzerindeki fincan devrildi. Çay, sehpadan aşağı akmaya başladı. Tekir önce çayı, ardından patilerini yaladı. Sonrasında ise kanepedeki kadının saçları arasına gizlenip bir güzel kıvrıldı olduğu yere…