
ADAMIN biri akşamüstü
gezintiye çıkmıştır. Ansızın karşısında bir soyguncu belirir ve silahını adamın
kafasına dayayıp, “Ya paranı, ya canını!” der. Adam dehşete kapılmış bir halde
ellerini kaldırır ve “Ah! Çok üzgünüm, ne yazık ki cüzdanımı evde bıraktım,
sadece gezintiye çıkmaktı amacım… İsterseniz bakabilirsiniz, gerçekten de hiç
param yok yanımda!” diye açıklamada bulunur. Bunun üzerine soyguncu öfkeden
kızarır ve biraz düşündükten sonra kabaca, “Peki, o zaman bana bir sigara ver!”
diyerek silahıyla oynar. Gezintiye çıkmış adamın huzuru iyice kaçmıştır:
“Gerçekten çok üzgünüm, ama ben sigara kullanmıyorum!” Sokak soyguncusu bir
süre tereddüt ettikten sonra yeniden düşünür ve son olarak, “Peki, öyleyse beni
biraz sırtında taşı!” der…
Yukarıdaki
kısa hikâyede anlatılan olay ile modern/post-modern çağda günümüz insanının/
Müslümanının maruz kaldığı durum arasındaki benzerlikleri sembolik bir bakış
açısıyla okumaya gayret edelim.
Akşamüstü
gezintileri
Hikâyedeki
söz konusu gezintiler, konuya baktığımız yer açısından modern çağın, kaynağında
sezgisel bir kaçış alanı olan ve temelinde kayıp/kaybedilmiş zamanların yorgun,
dargın ve bir o kadar dalgın sahasına taşır bizi. Bu sahada yürümeyi, etrafı
çevrili bir alanda asgarî ölçekte nefes alabilmeyi, ismini unutmadan ve
“kendi”lik duygusunu kaybetmeden yaşayabilmeyi başarabilmek adına tutunulan
çabaların bütünü olarak değerlendirebiliriz. Mücadele edilen meydanda veya
mücadele gücünü yitirip vergiye tâbi olmayı kabul etmiş alanda etrafımızın ne
ile sarılı olduğunu bilmek, en azından ümidimizin mahiyetini anlamak açısından büyük
önem arz eder.
Etrafımızı
çevreleyen yapı büyüyen/gelişen mi, yoksa yükselen mi?
Günün
yirmi dört saati ve hayatın içinde ne kadar etken veya ne kadar edilgen
olduğumuzu sorguladığımızda ortaya çıkan sonuç, konumumuz hakkında da ipucu
verir. “Büyümek/gelişmek”, bu noktada etken olduğumuzun sonucudur ki seferinde
olduğumuz hayatın kontrolü bu açıdan ideal bir çizgide olmasa da sağlıklı bir
istikamette seyreder.
Ancak
“yükselen” açısından bakınca hâkimiyet ve rotasını kaybetmiş bir siluet çıkar
ortaya. Yükselen unsurlar, burada salt maddeye işaret ederler ki, onun varlığı ise
dinamik bir tavırdan ötede bir kurgu ürünü olup, bilinçli çekilmiş ve yine
bilinçli yükseltilecek olan dikenli tellere benzerler. Bu tellerin
modern/post-modern hayatın içindeki insanı, kendi kurduğu olay örgüsünün içine -pasifleştirerek-
aldığını söyleyebiliriz.
Silahlı
soyguncu kim?
Sözün
başında kısa hikâyesini ele aldığımız silahlı soyguncunun, insana ikram edilen maddî-manevî
nimetlerin farkında olan ve -şeytanla iş tutarak- onun elindeki kıymetleri ele
geçirmeye çalışan -yine düşmanca bir tavır olarak toplumsal yapının içinde her
veçhesiyle iyi saklanmış/pusuya yatmış- haliyle insanın değerlerine kasteden ve
sürekli kimlik, ortam ve suret değiştiren kişiyi ifade ettiğini söyleyebiliriz.
Soyguncunun
temel özelliklerine baktığımızda modern çağın benmerkezci, bir menfaate ulaşmaktan
ziyade, onu istemeyi hastalık haline getirmiş, şımarık ve saldırgan tutumunu kendince
meşru gerekçeler ile süsleyen, bir düzlemde egosuna mağlup olmuş -türlü
metotlarla bireyin ve toplumun değerlerine görüntüde sahip olmak arzusunda olan-
ve aslında ona savaş açıp onun yolunu kesen bir profil ile karşılaşırız.
Günlük
hayatta türlü suretlerde karşımıza çıkabilecek soyguncunun silahı da elbette
çeşitlidir. Kime hangi silah ile yaklaşacağını, kime karşı hangi argümanları
kullanacağını ve kimin bilincini/bilinçaltını nasıl ve ne ölçüde açık veya örtülü
olarak tedirgin ya da tehdit edeceğini gayet iyi bilir.
“Ya
paranı, ya canını!”
Hikâyedeki
“Ya paranı, ya canını!” sözünün çıkış noktasında iki anlayıştan ilkinin ağır
bastığı görülür. Birincisini bu bağlamda açtığımızda, karşımıza öncelikle “almak/gasp
etmek” çıkar. Bu ise en değerli olandan en değersize doğru bir kronolojiyi
takip eder. “En değerli olan”, bu anlamda manevî ve maddî değerler olarak iki
şekilde temerküz eder.
İkincisine
baktığımızda ise “yolundan alıkoymak”tan bahsedebiliriz. Alıkoymayı bu açıdan “değeri
yüksek/tarifsiz olan -ki Müslüman için öne çıkan, bu anlamda manevî kaynaklı
değerler- ile gayret ve amacı da bu eksende yüce olanı -ki Müslüman için dünyevî
olanda bile ukba kaynaklı bir amaç öne çıkar- bir sefer çerçevesinde
düşünebiliriz.
“Peki,
o zaman bana bir sigara ver!”
Önceki
safhada soyguncu, her ne kadar isterken paranın miktarından bahsetmese de, kişinin
“can”ı ile eşdeğer tutulacak kadar ona değer atfetmektedir. Ancak sigara
istediği bu safhada can ve parayla kıyas edilemeyecek bir menfaate yönelmesi,
yukarıda bahsini geçtiğimiz “almak/gasp etmek”ten ziyade, “yolundan alıkoymak” bahsine
doğru keskin bir geçiş yapıldığına işaret eder.
Modern
çağın soyguncusu, bu süreçte yolunu çevirdiği kişinin aklını bulandırıp istikametinden
saptırmaya çalışarak onu oyalamaktadır.
“Öyleyse
beni biraz sırtında taşı!”
Soyguncu,
parası ve sigarası da olmadığını söyleyen adam karşısında onu “yolundan
alıkoyma”ya bu evrede de devam eder. Bunun yanında belki maddî-manevî olarak taşıyamayacağı
bir yükün altında kalmaya da –bir gerekçeyle- onu zorlar. Bu evreyle birlikte
devam edebilecek evrelerde soyguncunun önemli bir özelliği daha açığa çıkar ki
o da giderek –kendince de olsa- aklî olandan ve –kendince- meşrulaştırdığı
alandan uzaklaşması, uzaklaşacak olmasıdır.
Efendim,
çıktığımız asıl seferin bir akşamüstü gezintisi kadar kısa olmadığı su götürmez
bir gerçek. Peki, bu seferde can mı taşıyoruz, yoksa beden mi? Bedeni taşıyor
isek “can” zindanda! Canı taşıyor isek “beden” gülzârda! Bu seferde can mı
bedeni, yoksa beden mi canı taşıyor? Bu sorunun “taşımak”tan ne anladığımız ile
doğrudan ilintili bir cevabı var. Bir diğer ifadeyle, bu yolculukta beden mi canın,
yoksa can mı bedenin gömleğini giymiş durumda? Beden canın gömleğini giymiş ise,
soyguncu karşısında her zaman daha güçlü, daha canlı ve daha zengin olan taraf
biziz. Ancak can bedenin gömleğini giymiş ise, bu durumda can, anne karnında
hayatını kaybetmiş bebeğe misal olur ki çıktığımız yoldaki kutlu seferimiz
yoksul, yetim ve topal bir yürüyüşe evrilir.
Hal
böyle iken ilk soruya tekrar dönelim!
(Bir
sessizlik…)
Efendim,
“Can taşıyorsunuz!” diye bir nidâ kopmalı bu aşamada. Nereden? Yerine siz karar
verin!
Lakin
o ses, “can”, evet “ruh” denen bir merkezden veya ruhun bir merkezinden kopar/kopmalı.
Peki, kimden kime bu nidâ? Bu kez gönderen ve alıcı kısmında da kendi adımız
var. Evet, bu kez özne de, nesne de kendimiziz. Kendimize yönelen nidâmızın son
seste olması değil, etkisinin ve algılama düzeyinin son ses ölçüsünde olması
asıl gaye. Ya sesimiz bizi bulmalı ya da biz sesimizi!
Kim
ki “cân”ı bildi/buldu ise, “Kara göründü!” diye seslemeli yahut…