
BİLDİKLERİMİ bilmediğimi
biliyorum…
Yukarıdaki
cümleyi referans aldığımızda, bu cümleciği nasıl yorumlayacağımız ve bu cümleyi
kuran kişinin cahil mi, kara cahil mi, yoksa âlim mi olduğu konusunda ne
hissedeceğimiz çok mühim.
Çünkü
cehalet ya da âlimlik, bilmekle açıklanamaz.
Cümleyi
kuran kişi sizce ne demek istiyor?
Öncelikle
“Bildiklerim” diyerek bir şeyler bildiğini iddia ediyor. Sonra “Bildiklerimi
bilmediğimi…” diyerek, aslında bilmediğinin farkındalığını ortaya koyuyor. Ama
son kısımda cümlenin aslî yüklemi olan “Biliyorum” yargısıyla bir önceki
tevazuu altüst ediyor.
Bu
öyle bir cümle ki, muhatabı olanlar burada bir tevazu ya da kibir
algılayabilir. Hatta ikisini bir arada ve eş değerde sayanlar da olacaktır.
Fakat makale bu cümlecik üzerinden yürümeyecek. Şimdi bu cümleyi istediğiniz
gibi yorumlayın, üzerine düşünün ve her neye karar verirseniz verin, şunu da
atlamayın: Bu cümleyi kuran kişinin ne demek istediği konusunda kesin bir hüküm
vermek çok da mümkün olmayacak. Çünkü iki zıt kutbu aynı anda savunuyor. Hem
bildiğini, hem de bilmediğini söylerken, hem tevazu dolu bir tavır, hem de
kibir kokan bir eda aynı değerde hissediliyor.
Sokrates’in
bu minvâldeki sözüyse çok daha zekice: “Bildiğim tek şey varsa, hiçbir şey
bilmediğimdir.”
Öncelikle
“Bildiğim tek şey” diyerek çok daha iddiasız olduğunu söylemek mümkün. Ondan
hemen sonraki varsayımsal, şart ekli bildiri sözü, iddiasızlığın zirvesi.
Bildiğim tek şey varsa… Yani o bile kesin değil. Buraya kadar oldukça mütevazı.
Peki, bildiği tek şey varsa şayet… Nedir o? Şartlı cümlenin devamı çok daha
vurucu: Bildiği tek şey varsa, hiçbir şey bilmediği…
Cümle,
baştan sonra bilmediğini iddia ediyor. Yani bildiği şey bile bir şey bilmediği;
o kadar kibirsiz, o denli naif ve bir o kadar yalın…
Burada
öyle bir iddia var ki aslında; fakat bu iddia bir o kadar da hak verilesi
cinsten… İddia o ki, bir şey bilmediğini bilmek, insanı âlim yapar. Aslında bu
cümle ilim iddiasıyla dolu. Ama bir o kadar da zekâ ürünü… Çünkü “Âlimim”
demeden “Âlimim” diyor. Yok yok, “Ben âlim değilim” derken “Ben âlimim” diyor. Ki
bu, ilk tespitten çok daha güçlü bir kurgu.
Bu
bahsini ettiğim cümlelerin karmaşık, zekâ ürünü, kibir ve tevazuu bir arada
barındırıyor oluşu katiyen bir eleştiri değil, sadece bir seziş, bir algılayış
biçimi. Burada yapmak istediğim, bilmek ve bilmemek mevzusunda kurulan bütün
cümlelerin iki zıt kutba da işaret edebileceği. Tıpkı cehalet ve âlimlik
kavramları gibi…
Bir
insan âlim, bilgin ve kültürlü kabul edilebilecek tüm eklentileri taşıyor dahi
olsa bir hareket, bir cümle ya da bir düşünüş şekli ile cahil, hatta kara cahil
olarak yaftalanabilir. Bu yafta bazen haksız olabilirse de, bazen de oldukça
gerçekçi ve hakkaniyetlidir.
Bir
başka cümle daha var; Tabduk Emre’nin Yûnus Emre’ye nasihati olarak bilinir: “Bildiğini
bilme, bilmediğini bil.”
Bu
cümle üzerine çok şey söylenir muhakkak. Benim bilmek ve bilmemekle ilgili
makalemi açtığım cümle de, Sokrates’e isnat edilen o zekâ ürünü cümle de bu son
cümle kadar korunaklı değildi. “Korunaklı” diyorum, çünkü bu cümlenin sahibini
kibir ya da bilgiçlikle taşlamak için elimizde veri yok. Bu cümle baştan aşağı
tevazu kokuyor. Hatta tevazudan da öte, tevazuu ve insanın kendi acziyetini
keşfini zaruri tutuyor. İnsana bir tembihle yaşamsal bir değer sunuyor. Benlik
ve kendini ifade ediş gibi bir iddia da taşımıyor. Hitap edilen kişiye bir
bilgelik ya da cahillik de yakıştırmıyor. Olması gerekeni, gizli sebepleri ve
sırlarıyla ifşa ediyor.
“Bildiğini
bilme”, şüphesiz çok anlamlı bir ikaz. “Bir şeyleri bilebilirsin, ama ‘Biliyorum’
zannedersen yanılırsın” anlamı barizken, “Bildiklerin gerçek bilgiler
olmayabilir” alt uyarısını da veriyor. Bir yandan da bilmek fiilinin farklı
anlamlarına da karşılık geliyor. Bilmek, bir yeterlilik iddiası da taşır. Bir
yandan da inanmak fiiliyle yakındır. “Her bildiğine inanma, her bildiğinle yol
alma” tavsiyeleri de yine bu cümlenin açılımında uzar gider.
“Bilmediğini
bil” ile tamamlanan cümle, daha da ihtişamlı bir hâl alıyor. “Bilmediğini bil”
derken, aslında, “Bildiklerin bilmen gerekenler arasında o kadar az ki bunu
fark et” demiş oluyor. Ama bir yandan da, “Bilmediğin ve bilmen gereken şeyleri
ara, bul” gibi bir tavsiye de fısıldıyor.
Velhasıl,
bilmek ve bilmemek öyle net konturlara sahip değil. İnsan fiziksel, sayısal,
niceliksel bilgilerin bile tamamına erişemezken sırlı, ilâhî ve akıl üstü
bilgilerin zerresine ancak varır.
Meselâ
en büyük cehalet, tonlarca bilginin yanına şu fark edişi eklememektir ki, bir
insan kendi aklının ya da en üst seviyedeki insan aklının da üstündeki bilgileri
reddeder. Bu gerçekten cehaletin en taşkın hâlidir. İnsanın aklı, kendi aklını
aşan bir bilgiyi fark edecek kadar yeterlidir. Fakat o bilgilerin tümüne sahip
olmaya yetmez. Bu yetemeyişle birlikte aklını aşan her şeyi yok saymak,
akılsızlığın beyanıdır.
Aklın
üstü ilâhî bilgidir. İlâhî bilgi ise Yaradan’ın ilmidir. Aslında aklımızın
yettiği diğer her şey de ilâhî bilgi kapsamına girer; fakat Yaradan’ın
bahşettiği akıl, bu ilmi algılamaya yeterlidir. Elbette yine herkesin
yeterlilik seviyesi çeşitli koşullara, merak duygusuna ve öğrenme imkânına göre
değişecektir. Aklın sınırlandığı yerde Allah’ın insana -en azından bu dünyada-
müsaade etmediği bir bilgi alanı vardır ki bu alan, aklın erişebildiği kısıtlı
alanın katbekat fazlasıdır. Akıl üstü bilgiye Yaradan’ın izin verdiği ölçüde
erişebilen insan, buna var olan sayısal bilgilerle değil, yine Allah’ın
bahşettiği ruh, kalp ve hissedişle mazhar olabilir. İnsanlar arasında akıl üstü
bilgiye Allah’ın izniyle en üst seviyede erişebilen kişilerse elbette Peygamberlerdir.
Biz
standart insanlar, okumak ve araştırmakla elbette dünyevî bilgilere erişir,
bilgi ve görgümüzü arttırdıkça inanç sistemimizi de güçlendiririz. Çünkü en
azılı inkâr edişler ve sapkınlıklar, en kör bilgisizliklerden peyda olur. Her
bilmeyen, yanlışa sapmaz elbette. Çünkü bilmek ve öğrenmek kadar önemli başka
değerleri de vardır insanın. Vicdan, ruh, kalbî hissedişler, insanı doğruya
yönlendiren diğer kazanımlardır. Fakat bunların eksikliği ile birlikte büyüyen
bir bilgisizlik, insanı inkâr ve sapkınlık gibi hâllere sürükler.
Peki,
kara cahil nedir?
Kelimenin
anlamı, “çok cahil”… Fakat insan bu sıfat tamlamasında daha derin bir arayışa
da düşmüyor değil. Hem, “çok cahil” ne demek ki? Hiçbir şey bilmeyen mi? İşte
pek öyle değil…
Bilmeyene
“bilgisiz” denir. Bilmediğini bilmeyene “cahil”, bilmediğini bilmeyip de
biliyor gibi her şeyi konuşana ve de her olaya el atana ve bilgisizlik içinde
insanlara tesir edene de “kara cahil” denir.
Cahilin
zararı kendineyse, kara cahilin zararı insanlığadır.