GEÇEN hafta meydana
gelen iki hâdîse canımı oldukça sıktı. İlki, ülkemizde misafir ettiğimiz
Suriyelilerin, “Muz alamıyoruz” diyen bir vatandaşımızla dalga geçerek
başlattıkları muz yeme akımına ait görüntülerdi. İkincisi ise, henüz 15 yaşında
olan bir çocuğun, 700 lira karşılığında işlemediği bir cinayeti üstlenmesiydi…
İki
haberin ortak özelliği, ister “çoğunluğun”, ister birey bazında “azınlığın”
kontrol edilebilme yahut yönlendirilebilme özelliklerini barındırıyor olması...
Bu
yönlendirmeler, bazen silah zoruyla yani tehditle, bazen de mecbur (!) kalma nedeniyle
gerçekleşiyor. Üçüncü bir seçenek olma olasılığı varsa bile, bu iki
yönlendirmeye odaklanarak ilerlemek istiyorum…
Geçen
haftaki yazımızda dile getirdiğim ve kangrene dönüşen sorunların birçoğu artık
dünyanın her yerinde görülmekte ve Koronavirüs gibi “küresel” boyuta ulaşmış
durumda.
“Görüyor
musunuz, bu durum sadece bizde değil, Amerika’dan İngiltere’ye, Almanya’dan
Fransa’ya her ülkede görülüyor” anlayışıyla tembellik ve umursamazlık gösterilmemesi
gereken mühim bir mevzu olduğunun bizim kadar devlet aklını yönetenlerin de
farkında olduklarına eminim.
Gelin
görün ki, aynı gemide bulunduğumuz bir kısım “umursuzlar”, gözlerini kaptan
köşküne dikmiş ve oradan gelecek kötü habere kulak kabartmış durumdalar.
Felâket tellallığına soyunan bu güruhun aklından geçirmediği bilindik bir
hakikat var: Gemide meydana gelebilecek -Allah muhafaza- olası kazalarda
alınacak yaradan dolayı geminin batması durumunda mürettebatın ve yolcuların
kaptan köşkü ile beraber serin sulara gömülme ihtimâli…
Ne
hazindir ki, bunu isteyen, bekleyen ve gerçekleşmesi için -ihtimâl- duâ eden
aklı kaçık bir çoğunluk var aramızda.
Kime
hizmet ettiklerini ve bunu neden istediklerini bilmekle beraber, aklın
almadığı, mantığın kabul etmediği bu dışavurum psikolojisinin ardında, yazıya
girizgâh yaptığım iki hâdîsenin benzer ayak izlerini görüyorum. Yani kontrol edilebilir
ve yönlendirilebilir birey(ler)in varlığı…
Bunu
yapmaya mecbur olup olmadıklarını, o taleplerin zorla yahut tehditle mi
ağızlarından çıktığını bilmiyoruz.
Sonuç
itibariyle, kaptana karşı önyargılı olabilir, onu sevmeyebilir, hattâ onun
dümende olmasından rahatsız ve huzursuz olabilirler ama geminin buzdağına
çarpmasını ve paramparça olup sulara gömülmesini istemek de nedir?
Bunca
zamandır kat edilen mesafelere, aşılan badirelere, atlatılan tehlikelere,
geçilen boğazlara, varılan ülkelere, demirlenen koylara, yanaşılan limanlara, göze
ve gönle ikram edilen kıyı manzaralarına, kültürel renk, desen ve lezzetlere
rağmen her şeyi unutup sahil-i selâmete çıkmayı murad etmemek, sabır
göstermemek, hattâ yeni bir kaptan olma gayretinden ıraklaşarak her şeyi kaptan
köşkünden bekleme yanlışlığına düşmek, vatan ve bayrak sevgisi ile ne kadar
ilintilidir, merak etmiyor değilim.
Rotanın
Doğu’ya dönük olmasından rahatsızlık duyup Batı’ya göz kırpanların, kurtuluşu
gayrette değil de filikalarda, hasımlarımızın uzattığı can simidi ve can
yeleklerinde görenlerle aynı gemide olmak ne vahim bir seçenek!
Böylelerini
deniz mi çarpmış, yoksa intikam arzusu mu böyle yönlendiriyor, belli değil. Veyl
olsun böylelerine!
Bilinmeli
ki, sabırla duâ edenler, intikam yeminiyle bedduâ edenlerle cenge tutuşacak.
Rikkatle atan bir kalbin gözüyle görülebilecek cenk meydanında, havada helezon
çizen kılıçların sesini yine o hassas kulaklar işitebilecek. Onlara selâm
olsun!
Rabbim, bizi beklenen şafağa, hedeflenen menzile ve sahil-i selâmete tez zamanda çıkmayı nasip etsin!