YAŞIM kırk beş. Hiç değişmedi mektup adresim. Zaten adresim
dışında değişmeyen bir şey de kalmadı buralarda. Çamurlara bata çıka okula
gittiğimiz sokaklar değişti, asfalt oldu. Caddeler genişleyip gelişli gidişli
hâle geldi. Gecekondular apartmanlara dönüştü. Yeni okullar yapıldı, zincir marketler
geldi, ünlü markaların devasa mağazaları açıldı, kocaman bir hastane bile
konduruldu şehrin girişine ve şehir komple değişti.
Gelişen teknoloji ile birlikte gözün gördüğü, elin
değdiği her şey değişti. Hatta herkes… Bir ben sanırım, yıllar önce iş aramak
için girdiğim kaportacı dükkânındaki ruhla değişmeden duruyorum. Çabalıyorum
aslında, gayret ediyorum ama nasıl bir sahiplenmişlikse bu hâl, olmuyor bir
türlü. Dışım değişse içimde hüzünlü bir direnç baş gösteriyor. Gönlüm değişse
ellerimi değiştirmeye gücüm yetmiyor. Çekiç tutmaktan, kaporta düzeltmekten,
somun sıkmaktan kararmış, nasırlaşmış ellerim meselâ, değişmiyor bir türlü.
Avuçlarımın içindeki derin çatlaklarda küçük siyah nehirlere dönüşmüş yağ
lekeleri göz ardı edilemeyecek kadar belirgin artık. İncitmekten korkup çekinmeden
dokunduğum iki şey var: Birincisi tamir için gelen araçların metal aksamı,
ikincisi de ellerimi silmek için kullandığım üstüpü.
Mesleğe ilk başladığımda maharetiyle övündüğüm ellerimin yıllar
geçtikçe cezam olacağını bilemezdim.
Ortaokulu zor bitirdim. Bildiğiniz “kalın kafalı”
dedikleri öğrencilerden biriydim sanırım. Ya da öyle olduğuna inandırılmıştım.
Babam da okumamıştı. İnatçı, dediğim dedik duruşunu o günlerde rol model olarak
almış olabilirim babamın. Okumamıştı ama buna rağmen her ağzını açtığında ne
kadar başarılı bir adam olduğunu gerinerek söylemekten geri durmazdı.
Mühendisler bile gelip ona danışırlarmış çoğu zaman. Yapacakları inşaatlarda kaç
torba çimento, kaç adet tuğla gidermiş, hep babama sorarlarmış. İnşaat ustası babamın
başarıdan kastı ise, Erzurum’dan bir bavul ile gelip İstanbul’un son
mahallesine yirmi kilometre uzaklıktaki Arnavutköy’de yaptığı iki buçuk göz
gecekonduydu. Okumadan da başarılı olunabiliyorsa ve başarı tapusuz bir arsaya
kaçak, sıvasız, çatısız birkaç duvar dikmekse, ben neden okumak denen bu belâya
katlanmalıydım? Okumadım.
Klasik, herkesin bildiği bir tembihtir; okumak istemeyen öğrencilerin
velilerine öğretmenler, “Bunu götürün bir tamirciye, çırak olarak verin, hiç
olmazsa bir meslek öğrenir” derler ya, “Bu kıyağımızı da unutmayın” der gibi, ben,
işte o öğrencilerdenim. Ayniyle vakidir. Hayatımın dönüm noktası olan o günü bugün
gibi hatırlıyorum…
Okulun son günüydü. Müdür odasında, kapıya yakın bir
yerde, ayakta dikiliyorduk. Not haneleri onlara göre ilerisi için hiç de umut
verici olmayan karnem, annemin elindeydi. Annem bir yandan müdürün tamirci
çırağı olmam için verdiği tavsiyeleri dinliyor, diğer yandan “Kör olmayasıca!”
diye duâ mı, bedduâ mı olduğunu anlayamadığım sözlerle etlerimi buruyordu. Utanmış,
pişman olmuş gibi yere bakıyordum. Üzüldüğümü sanmalarını istiyordum ama içten
içe seviniyordum. O sıkıcı okul günlerinden, ders yapmaktan, sınav kaygısından,
bilememe ezikliğinden, mahcup olma korkusundan, aklınıza gelebilecek bilumum
stres kaynağından kurtulmuştum.
İnsan o yaşlarda kendisinin hangi tavırlardan, hangi sözlerden etkilendiğini bilemiyor. Ancak aradan yıllar geçtikten sonra anlayabiliyor, her ne kadar işe yaramasa da. Ben de neden okulu bıraktığımın ertesi günü koşa koşa bir tamircide iş aradığımı şimdilerde anlıyorum. Okul müdürü ve öğretmenlerim, beni anlamak yerine değersizleştirerek anne babamın önüne atarak, o gün, aslında farkında olmadan bir şey daha yapmışlardı. Kalın kafalı kategorisine indirgedikleri beni, iyi bir çırak olabileceğim konusunda bilmeden yüreklendirmişlerdi. Okumayacağım konusunda hemfikir olan büyüklerim, iyi bir çırak olabileceğim konusunda da hemfikirdiler. Belki de her çocuk gibi aradığım, duymak istediğim buydu; onaylanmak… Hangi konuda olursa olsun, cesaretlendirilmek ve yapabileceğine inandırılmak…
Sanırım babam da benden umudu kesmiş olmalıydı ki akşam
karnemin nasıl olduğunu sormadı bile. Yine de sonuçta babaydı ve korkulması
gereken bir figürdü. Babamın yapısını, neye nasıl tepki verebileceğini o
yaşlarda çözmüştüm. Babamın karşısına eve para getirebileceğim haberiyle
çıkarsam, eğitimimle ilgili sorunu çözebilir ya da en azından erteleyebilirdim.
Ertesi gün kalktım, kimseye söylemeden evden çıkıp Fatih
Caddesi üzerinde bulunan oto tamircilerini dolaşmaya başladım. Madem benden iyi
bir tamirci çırağı olur, o zaman bunu göstermeli, öğretmenlerimin güvenini boşa
çıkarmamalıydım. Arayışım uzun sürmedi. Girdiğim beşinci dükkânda, “Abi, çırak
lâzım mı?” şeklindeki soruma, sonradan hemşehrimiz olduğunu öğrendiğim Salim
Usta, “Gel bakalım, kaç yaşındasın sen?” diye karşılık verdi ve böylece iş
hayatım da başlamış oldu. Akşam iş bulduğum müjdesini, aldığım çok az bir avansla
babama verdim. Babamın palabıyıkları yayıldı yüzüne doğru, gülümsüyordu. Beni
rahatlatan bu gülümseme, eğitim hayatımın noktalandığının resmiydi, hiç
unutmadım.
“Umut Usta” diye seslenmeye başladıklarında on sekiz
yaşındaydım. Usta olmuştum, sırada baba olmak vardı. Askere gitmeden baş göz ettiler
bizi komşu kızı Filiz’le. Filiz benden tahsilliydi. Lise mezunuydu ne de olsa.
Askerden geldikten sonra Salim Usta ile helâlleşip kendi yerimi açtım. Okulu
bırakmaya karar verdiğimde, hedefim çocuk aklımla babamın gecekondusundan daha
güzel bir gecekondu yapmaktı. Yaptım da sayılır. Bizim gecekondunun sağını
solunu toparlayıp üstüne bir kat çıktım. Filiz’le şimdilik burada oturacaktık.
Sonrasında şöyle adamakıllı, eli yüzü düzgün, geniş, ferah bir daire almayı
hedefliyordum. Çocukların müsriflik sınırlarını aşan harcamaları, alt
kattakilerin sorumluluğu, sürekli yenilenen, her yenilendiğinde daha gösterişlisinin
alındığı ev eşyaları… Elli altı ekran tüplü televizyondan bilmem kaç inç
kuantum teknolojisi 8K televizyonlara evrilen lüks merakımız ve bir türlü
bitmeyen borçlar… Marka takıntımız, cep telefonlarımız, sayıları çoğalan faturalar
ve önlenemez tutarları… Marketlerde artan çeşitliliğin cüzdanımızda masrafa
dönüşmesi, kahvaltı sofralarındaki onlarca çeşit yiyeceğe rağmen yaşanan
memnuniyetsizlikle oluşan israf… Derken, dükkândaki hesabı eve, evdeki hesabı
dükkâna uyduramadım bir türlü.
Başka bir eve taşınamadık ve beni vizyonsuzlukla (ne
demek olduğu hakkında bir fikrim yok ama iyi bir şey olmadığını tahmin
ediyorum) suçlayan lise mezunu eşimin zamanla tavırlarında belirgin bir değişim
hissetmeye başladım. Sosyal medyadaki tahrik edici paylaşım çılgınlığının başını
alıp gittiği dönemlerde Filiz’in iletişim biçimi de değişmişti. Artık cep
telefonunun ekranı üzerinde sinirle yukarı aşağı hareket eden parmakları ve
nefes alışverişlerindeki volümle bir şeyler anlatmaya çalışıyordu.
Son zamanlarda yaşadıklarını sosyal medyada paylaşan
insanlar olmaktan çıkıp sosyal medyada paylaşım yapmak için yaşayan insanlara
dönüşmüştük âdeta. Bazıları için günlük yaşam hâline dönüşen bu döngü bizim
için yaşayamama problemine dönüşünce hayatımızdaki arızalar da bir bir baş göstermeye
başladı. Komşuların gittiği lüks bir restoran paylaşımı veya arkadaşların paylaştığı
uçak bileti evdeki havayı bir anda değiştiriyor kocaman bir buz kütlesini
odanın içine bırakıveriyordu sanki. Bu durumlarda ne yapacağımı şaşırıyor, ne söyleyeceğimi
bilemez hâle geliyordum. Tarazlanmış ellerimle yüzüne dokunmaya kıyamadığım
kadını şu âna kadar verdiği sözleri yerine getirememiş biri olarak nasıl
sakinleştireceğimi bilmiyordum. Tam olarak, var olmakla yok olmak arasında bir
yerde donup kalıyordum.
Bu paylaşımlar korkulu rüyam hâline gelmişti. Özellikle
ortak arkadaşlarımızın, akrabalarımızın olduğu sosyal medya hesapları beni tedirgin
ediyordu.
Başkalarını taklit ederek yaşamak, içi oyulmuş bir karpuz
gibi hissettiriyordu beni. Neden bir başkasının yemek yediği masada ben de
yemek zorundaydım? Onun çocuğunun giydiği markanın aynısını çocuğuma almak
zorundaydım! Nereden kaynaklanıyordu bu zorunluluk?
Tamir ettiğim araçların kaportalarını kimse orijinalinden
ayırt edemezdi ve ben maharetimin ellerimde olduğunu düşünürdüm hep. Kırk beş
yıl sonra anladım ki, ben o çekiçle, daha işin en başında Mahmut Kalfa’nın
gecekondusunda dünyaya geldiğim gün kazaya kurban gitmiş hayatımı düzeltmeye
çalışıyormuşum. Benimle bütünleşmiş çekicimi kaportaya değil, içime içime
vuruyormuşum; niyetim araba parçalarını değil, kendimi düzeltmekmiş. Önceleri
annemle babamın, sonra öğretmenlerimin, akabinde ustamın, uzun zamandan beri de
eşim ve çocuklarımın içimde oluşturduğu kırıkları, ezikleri düzeltmek için
koşarmışım her sabah kaportacı dükkânına…