Kapılar ve insanlar

İnsanız nihayetinde, bir kapımız geceye, diğeri sehere açılır. Attığımız her adımda, aldığımız her nefeste, günü bitirdiğimizde, nice erdem ve güzellik uzansın her birimizin eşiğine…

ONLAR her yerde; bazen soyut, bazen somut. Türkülerde, masallarda, deyimlerde, efsanelerde… Kanatlısı, kanatsızı, ahşabı, demiri, çeliği… Kimiyse sanat eseri; cami kapısı, devlet kapısı, kale kapısı, saray kapısı… Bu geçitler mimarî yapılarının beraberinde tarihten de buram buram rayihalar saçar günümüze.

Binlerce yıllık bir yapı gördüğümüzde, “Buradan kimler geldi kimler geçti, neler gördü, hissetti?” diye düşünmeden edemeyiz. Bütün bunları tahayyül ederken önce kapılar dile gelir ve bizleri tarihimizle yüzleştirir. Geçmişte yaşanan zaferleri, kayıpları, verilen mücadeleyi anlatırken; bilincimizi asırlık bir tarihin tozu dumanı kaplar. Bizi geçmişimizle kucaklaştırıp zamanın ruhunu hissetmeye davet ettiği esnada ise günümüzün hengâmesi çalar zihnimizin kapısını. Geçmişin içinden alır, geleceğe taşır bizi.

Tarihî kapılar bizleri, girişte derin bir muhabbetle karşılar, ayrılırkense göğsünde taşıdığı o nadide motifler ve aksesuarlar gibi kendisiyle iletişime geçen ziyaretçilerinin göğsüne onurdan ve gururdan bir broş takıp uğurlar.

Önü ayrı, ardı ayrı bir dünya; bilinmez ne çok kederi, acıyı yahut sevinci, huzuru saklar batnında. Düş ile gerçeği birbirinden ayıran, tüm hikâyeleri eşiğinde başlatan, her gün doğan güneşe selâm vermek uğruna gecenin sessizliğinde uğultusuyla kendisini zorlayan, içeri sızmaya çalışan fırtınaya başkaldıran kapılar... Bilinmez kaç doluyu, yağmuru hapseder gövdesinde gözyaşlarını saklayabilmek adına.

“Ah şu duvarların dili olsa da konuşsa!” diyerek duvarları şahit tutarlar her şeye. Hâlbuki onlar sadece içeridekileri görürler. Oysa kapılar öyle mi? Hem içeride, hem dışarıda olana tanıklık ederler. İki ayrı dünyanın şahidi, insan ile hayatın sancılı ve dili prangalı tanığıdır kapılar. Niyeti ne dert yanmaktır, ne de içine kapanmak; sadece ve sadece eşiğinde milyonlarca hikâye yazmaktadır.

Kapı boşluğu, insanın göğsü gibidir. Geleni orada karşılar, gideni yine oradan uğurlar. Kâh bir vuslat gerçekleşir eşiğinde de umut olur, kâh o eşik gebedir ayrılığa, gurbet olur. Hüznün de, sevincin de bekleme durağıdır onlar. Bilir insanın içindeki insanı, işte bu yüzden tüm hikâyeler boşluğunda başlar ve yine orada son bulur.

Bazı kapıların eşiği bahar-bahçedir, bazılarınınki çalı ve dikenli. Birinde ümit ve heyecan sararken kalpleri, diğeri gam, hüzün biriktirir g/özlerde. Kimi zaman kapana kısılmış gibi hissedersin kendini, tüm kapılar üzerine kapanmıştır, zindan olmuştur içeri. Bu gibi durumlarda ummamalı çilingirden bir fayda; kendi içine hapsolanların anahtarı, yine içinde bir yerlerdedir. Olmadı mı, o vakit iç kapıları zorlamalı, gözü kalbin penceresine dayamalı. Bakmalı dışarıdan içeriye, içeriden dışarıya yol veren geçitlere. Mutlaka bir çıkış kapısı vardır içeride tutsak kaldığını zannedene.

Kim bilebilir ki çabalayıp durduğumuz hayatın nerede, nasıl, hangi yöne doğru şekilleneceğini. İşte bu bilinmezlik içinde yol alırken, öyle kapılardan geçeriz ki bazen mutluluk veren odacıklarında konaklar, bazen oksijeni az, karanlık, dar odalarda nefes almaya çalışır, kaçacak başka odalar ararız. Kendimizi derin bir girdabın içinde hapsolmuş gibi hissederiz ve hiç ummadığımız bir kapının aralığından, adı “umut” olan bir ışık beliriverir, yüzümüzü o yöne çeviririz. Yeter ki insan, inanarak çıksın yola, Yaratan’ın imkânı ve ikramı yetişecektir darda kalana.

Ömrümüz boyunca bilinen dünyanın içinden bilinmeyene kaç kapı aralanır? Bilerek, bilmeyerek, isteyerek, istemeyerek, görünür görünmez kaç kapı açıp kapatırız gün içinde? Kaç kapı aşındırır, nasıl bir kapı oluruz başkalarına? Hangi kapıların ardında inşâ ederiz yalnızlığımızla örülü sarayları? Hangi kapının ardında harabeye çeviririz devasa kalelerimizi?

Açılan, örtülen, yıkılan, kırılan, zorlanan, yeniden inşâ edilen her kapı başka nice kapılara yol verir. Birbiriyle ilintili farklı hissiyatlar, farklı   yaşantılara taşır bizi. Varlık sahnesindeki somut ve soyut tüm geçitlerde ayrı bir hikmet, ayrı bir yol buluruz kendimize. Zaferle-yenilgiyle, korkuyla-cesaretle, bazen de hayretle geçeriz eşiklerden.

İnsan zayıf bir varlıktır, hayat yükü ise pek ziyade ağır. Maddî-manevî varlık da, yokluk da imtihandır. Eşiğinde durduğu her kapı bir mücadele, yükseliş, düşüş, emek, icabında kavgadır. Açtığımız, kapadığımız, uğradığımız, tıkladığımız ardı gizemli kapılar ya düzlüğe çıkartıyor yollarımızı yahut yokuşa sürüyor. Kişinin değişimi, gelişimi, olgunlaşması ve güçlenmesi aslında böyle gerçekleşiyor.

Sadece mekânlara açılmaz kapılar. Şu âlemi kapı kapı dolaşan beni Âdem, gönlüne sürur versin diye bir de görünmeyen kapılardan geçmek, içsel huzurun kapılarını aralamak diler. İçeriden gelecek “Buyur” çağrısını bekler. 

İlk nefesten son nefese seyrettiğimiz hayat yolculuğunda önümüze çıkan her kapı, kişinin varoluşunda derin izler bırakan, sahip olduğumuz ve olmadığımız maddî-manevî tüm servetimizin/yoksunluğumuzun en kritik belirleyicisidir. İşte bu sebepten herkesin bir kapı ardı hikâyesi vardır. Anlatmaya çekindiği yahut anlatmak için her fırsatı değerlendirdiği…

Bir de üzerine onlarca, yüzlerce paslı çivi çakılmış, kapıların ardında kaldığını düşünenler vardır ki aslında onlar o kapının ardındakilerle yüzleşme cesaretini gösteremeyenlerdir. Hayatın her evresinde karşılarına çıkan kapıları ne tam anlamıyla açabilir, ne de kapatabilirler. Geride bıraktıkları aralıklardan, içeriye sızan en ufak bir esintiyi bile sert rüzgârlara maruz kalmışçasına algılarlar. Hem kendilerini, hem de çevresindekileri o cereyanda hasta ederler.

Yaşamın ta kendisidir kapılar; insanla benzerliği çoktur. Kimine dışarıdan bakınca ardını boş zannedersin fakat içini keşfedince hiçbir şeyin dışarıdan göründüğü gibi olmadığını fark edersin. Görünüşüne aldanıp pervazını aralamadığı kapılara önyargıyla yaklaşan insanın yine insana yaklaşımı da zaman zaman böyle olabiliyor. Kendisiyle tek kelâm etmediğimiz kimseler hakkında olumlu ya da olumsuz yargılarda bulunabiliyor, bazen haklı çıksak da ekseriyetle yanılıp mahcubiyet duyabiliyoruz.

Kapılar ve insanlar zahiren aynı gibi görünseler de birbirine benzemez. Her birinin farklı bir kilidi, pervazı, duruşu ve gayesi vardır. İnsanlar da öyle değiller mi?  Kimi hayata karşı dimdik, kiminin boynu bükük. İçine kapanıp tüm enerjisini kendi iç dünyasından alanı, yönünü dışa çevirip olumlu-olumsuz tüm duygu ve düşüncesini dışa vuranı, mağruru, mağduru, yorgunu, kırgını, yalnızı, kalabalığı… Her bir kapının belli bir amacı, hizmeti, sorumluğu var inşâ olduğu mekâna karşı. Eşiğinden geçen insan, kapının meziyetlerinden nasibini alır. Kimi şifalandırır, kimi şifalanır; kimi insanı yoğurur, dosdoğru bir nesil doğurur. Kimi türlü türlü kumaşlar biçer “Siyaha beyaz, geceye gündüz, eğriye doğru” diyen kimliksiz suretlere.

İnsanız nihayetinde, bir kapımız geceye, diğeri sehere açılır. Attığımız her adımda, aldığımız her nefeste, günü bitirdiğimizde, nice erdem ve güzellik uzansın her birimizin eşiğine…