Kanunlar ve gerçekler

Adâlet, kim olursa olsun, haklının hakkını haklıya, haklı talep etmeden ve vakit geçirilmeden hemen verilmesi demektir. Bir toplumda barış ve huzur ancak böyle sağlanır. Aksi takdirde o topluma barış (silm, selâm, İslâm) ve huzur ebediyyen gelmeyecektir.

Kanunlar ve kurallar

KANUNLAR, kanunnâmeler ya da mevzuat, bir dizayn, bir düzenleme işidir. Toplumu ve devleti enterese eden her konuda kanunlar çıkarılabilir, düzenlemeler yapılabilir.

Kanunsuz, kuralsız bir toplumu, bir devleti yönetmek mümkün değildir. Çok eski çağlarda bugünkü mânâdaki kanunların varlığından söz etmek elbette ki zordur. Zâten ilk yazılı kanunlar Milât öncesi 2000’li yıllarda Sümerler tarafından vücuda getirilmiş, daha sonraları Hammurabi ve Solon kanunları devreye girmiştir.

Bazı toplum ve topluluklar ise, adına “töre” denilen ve yazılı olmayan birtakım norm ve kurallar marifetiyle yönetilmişlerdir. Meselâ eski Türk toplulukları böyledir.

Kâinat ve kâinattaki varlıklara bakıldığı zaman Sünnetullah gereği tüm varlıkların bir kural, bir norm dairesinde hareket ettiği görülür. Güneşinden ayına, yıldızlarından gezegenlerine, yağmurundan karına, rüzgârından seline ve tabiattaki tüm varlıklara varıncaya kadar bu böyledir. Çünkü varlığın fıtratına ve ontolojik yapısına bir norm olarak bu konulmuştur. İşte bunun adı Sünnetullah’tır. Yâni Allah’ın koyduğu tabiî yasalar…

İnsanlar ve diğer varlıklar

İnsan dışındaki varlıkların özüne konulan bu yasalar sayesinde onlar sevk-i İlâhî olarak görevlerini bihakkın yaparken, insana dair yasaların temel ilke ve parametreleri ise vahiy yoluyla irâdî olarak temellendirilmiştir. Başka bir deyişle, insanlar ile insan dışındaki varlıklar arasındaki temel fark, insanların İlâhî yasalara ve bu yasalara paralel olarak çıkardıkları veya çıkaracakları yasalara uyup uymama konusunda kendilerini serbest ve özgür hissetmeleridir. Yâni diğer varlıkların özünde fiilî olarak ihtiyârî ve tercihe dayalı bir seçim yokken, Allah bu hakkı insanlara tanımış ve sonuçlarından da onları sorumlu tutmuştur.

Kanunlar ve adâlet

Hâl böyle olunca, insanların fiilî hayatta çıkardıkları ve çıkaracakları kanunlar ile bunlara uyup uymama konusunda gösterecekleri irâdî tutum ve davranışlar onları doğal olarak bağlayacaktır ve sonuçları itibariyle de sorumlu olacaklardır.

O hâlde kanunlar önemlidir, ancak daha da önemli olan şey ise, bu kanunların özünde İlâhî adâletin ve Sünnetullah’ın bulunup bulunmadığıdır.

Yâni asıl olan kanun, kanunnâmeler değil, asıl olan adâlettir ve uygulamada bu adâletin kayıtsız ve şartsız olarak tahakkuk ettirilmesidir.

Yine asıl olan, kanun devleti olmak değil, âdil ve adâletli bir devlet olmaktır. Aksi takdirde Solon’un şu sözü gerçek olur: “Kanunlar örümcek ağlarına benzer: Güçsüz ve hafif şeyler ona yakalanır, daha ağır olanlar ise onu parçalayıp geçer.” (https://hukukbook.com/solonkanunlari/)

Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de zaman içerisinde birçok kanun çıkarıldı ve uygulamaya konuldu. Bu kanunlar incelendiği zaman birçoğunun adâlet temelli değil de ideolojik temelli ve bazı çevrelerin çıkarlarını koruyan fayda temelli kanunlar olduğu görülür. Pozitif ayrımcılık gözeten kanunlar ve düzenlemeler de buna dâhildir.

Hâlbuki ırk, renk, cinsiyet, etnik yapı, dînî inanç, siyâsî görüş ve felsefî düşünce ayrımı gözetilmeksizin kanunların temelinde salt ve mutlak olarak adâlet olmalıydı. Çünkü adâlet, kim olursa olsun, haklının hakkını haklıya, haklı talep etmeden ve vakit geçirilmeden hemen verilmesi demektir. Bir toplumda barış ve huzur ancak böyle sağlanır. Aksi takdirde o topluma barış (silm, selâm, İslâm) ve huzur ebediyyen gelmeyecektir.

Kim olursa olsun, hangi mâkâmda bulunursa bulunsun, bunun böyle olduğunu herkes anlamalıdır. Herkes bu gerçeği hiç aklından çıkarmadan ve “ama, fakat, ancak, tamam, anladık” demeden hafızasına kaydetmelidir. Çünkü Allah Rasûlü’nün Medine’de uyguladığı “Medine Vesikası”nın da, “Veda Hutbesi”ndeki konuşmasının da özü buydu, böyle de olmak zorunluluğu vardı.

Yatırım tercihleri ve hayatın gerçekleri

Sayın Cumhurbaşkanı döneminde de birçok kanun çıkarıldı. Hatta fazlasıyla çıkarıldı ama bunlar sadra şifa oldu mu, bilemiyorum.

Fakat şunu çok iyi biliyorum ki, Sayın Recep Tayyip Erdoğan döneminde “dağa taşa” çok yatırım yapıldı ama insanın insanlığına kâfi derecede yatırım yapılmadı.

Evet, modern yollar, köprüler, tüneller, havalimanları, barajlar, hızlı trenler, hastaneler, üniversiteler, devasa binalar, bilmem dünyanın kaçıncı büyük boğaz köprüleri, stadyumları, opera binaları, kongre sarayları, câmileri ve diğer imar faaliyetleriyle alâkalı çok yatırım yapıldı.

Evet, bunların yapılması çok da iyi oldu. Millet medenî imkânlara kavuştu ancak insana yeterince ve gereğince yatırımlar yapılmadığı için memlekette fuhuş, zina, içki, kumar, hırsızlık, ahlâksızlık, hayâsızlık, terbiyesizlik, edepsizlik, gayr-i meşru ilişkiler, cinsiyetçi yönelimler, cinsellik, çıplaklık, saygısızlık, kuralsızlık, çevreye duyarsızlık, kadın cinayetleri aldı başını gitti. Boşanmalar, intiharlar, ailelerin parçalanması, yuvaların yıkılması da işin başka bir boyutu.

“İnsanı yaşat ki devlet yaşasın!” özdeyişi ağızlarda hamâsî ve sloganik bir söz olmaktan öteye gidemedi. Değerler altüst odu. İstanbul’un göbeğinde ve memleketin çeşitli yerlerinde alenen yaşanan gayr-i ahlâkî görüntüler, gelinen noktayı apaçık göstermekte ve alarm zillerinin daha hızlı, daha şiddetli, daha yoğun ve daha yaygın bir şekilde çaldığını vicdan sahibi tüm insanlara ispat etmektedir.

Herhâlde bu durumu devekuşu misâli başımızı kuma gömerek seyredecek ve savuşturacak değiliz. Siz ne kadar gözlerinizi kapatırsanız kapatın, ne kadar duymazlıktan gelirseniz gelin, olanları ve yaşananları ne kadar yok sayarsanız sayın, hayat devam ediyor ve pislik her geçen gün daha şiddetli, daha yoğun ve daha yaygın bir şekilde hükmünü icra ediyor.

Bu olumsuz ve tehlikeli gidişat aileleri, gençleri, genç kızları, çocukları vuruyor, aileleri paramparça ediyor. Vatandaş da fincancı katırlarını ya da birilerini ürkütmemek için suspus olmuş, derin bir sessizliğe bürünmüş, adetâ üç maymunu oynayarak “kaderine” razı olmuş görünüyor.

Ama hiç kimse unutmasın ki, Allah’ın vaadi haktır, er veya geç gerçekleşecektir. Sessiz kalanlar iyi bilsinler ki, Allah’ın kendileri hakkındaki hükmü en kısa zamanda -ki zaman görecelidir- kendilerine ulaşacaktır.

Demek ki, salt kanun çıkarmakla bu işler olmuyormuş. Kanunlar pek de işe yaramıyormuş. Bilâkis kanunlar çıkarıldıkça, cezâî müeyyideler artırıldıkça kadın cinâyetleri daha da artıyor, kötülükler ve pislikler bir türlü önlenemiyormuş. Çünkü kanunların da ruhu ölmüş, geriye sadece sathî maddelerden ve soğuk lafızlardan oluşan kabuk kalmış. Mânâ ve derinlik kaybolmuş.

Demek ki, kanunlar ayrı, hayatın gerçekleri ayrıymış. Demek ki, salt kanun çıkarılarak sorunlar çözülemiyormuş. Demek ki, kanun devleti değil, adâlet devleti olmak gerekiyormuş.

Demek ki, birincil hedef “dağa taşa” yatırım değil, insana yatırım olmalıymış. İnsanın insanlığına, iffetine, namusuna, ahlâkına ve tüm insânî değerlerine… Bunun yanında ikbâline, istikbâline, târihî arka plânında bulunan ruh köklerine…

Bütün bunları yaparken, insanları, gençleri, çocukları meyyitleştiren, mankurtlaştıran sözüm ona dînî gruplar eliyle değil de Kur’ân ve Kur’ân’ın övdüğü, desteklediği, teşvik ettiği ve emrettiği aklın, bilimin, vicdanın, insafın ve ahlâkî ilkelerin ışığında oluşturulacak olan eğitim sistemleri ve eğitim müfredatları sayesinde…

Nasıl, düşüncelerim ve önerilerim biraz ağır mı geldi yoksa? Sonuçlarına katlanmak kaydıyla, siz bilirsiniz. Takdir ilgililerin, yetkililerin ve siz değerli okurlarımın hiç şüphesiz.

Şahit ol Ya Rab! Şahit ol Ya Rab! Şahit ol Ya Rab!