
KARANLIK
gecede karanlık bir kuyuya düşmüş gibi oldum. Parmaklarına baktıkça karanlık
işlerin içindeki kara adamlar geldi aklıma; elleri kara, yürekleri ayaz sokak
çocukları… Ne umutları vardı, ne hayal kurarak bakacak yarınları…
Şu kaldırımın kenarındaki
çocuk, bir iki kalem koyduğu tezgâhının başında; kalemleri satmak için
bağırmaktan boğazındaki tüm damarlar dışarı fırlayacak gibi kabarıyor. Daha çok
küçük, ama büyük yüklerin altında ezilen yılgın yüreğinin aralıksız çarpıntısı
ile her gelene “alacak” gözüyle bakıp kalemleri önüne uzatıyor. Üzerinde kirli,
kalın bir kazak, simsiyah elleri, sanki beni suçlar gibi… “Siz! Siz tüketim
çılgınları! Beni bu hale siz getirdiniz” der gibi…
Yanında kendinden biraz
küçük olanı mendil satıyor. Onun bağırmaya mecali kalmamış, dalgın bakıyor.
Sanki bütün duyguları küntleşmiş, ağır depresyon hastalarının hayata küskün
bakışları gibi fersiz, tepkisiz, masum, mazlum, mahzun… Yüzündeki acılı ifadeyi
gördükçe dayanamıyorum, elimi gayriihtiyari kalbime bastırıyorum, ortadan ikiye
yarılacak gibi zorluyor göğüs kafesimi. Bu buz gibi betonda oturan o küçücük
çocuk, buzlaşmış vicdanlara ağıt yakıyor; bencil bir toplumun ferdi olan,
önünden gelip geçen kalabalıklara lisan-ı halleri ile aslında ne büyük nutuk
atıyorlar.
Üzerinde eski ve fazla
lekeli olduğundan rengi belli olmayan bir mont var. Sanki tersini giymiş gibi
ama o bunu umursamıyor, belki evde onu bekleyen büyüklerine götüreceği birkaç
kuruşun hesabı, belki de yiyeceği dayağın korkusu ile gözlerini sadece elindeki
mendile dikmiş, dalgın dalgın izliyor.
En acısı, yürekleri kırk
parçaya bölen, kalbin ritmini bozacak kadar insana acı veren, yanlarındaki kız
çocuğu ve onun satmak için önüne koyduğu eski bir iki okul kitabı ile eski,
küçücük ayıcık… “Bu ayıcık senin mi?” diyorum, “Evet!” diyor.
Oyuncağını bir çocuğa
sattıracak kadar bu hayatı ağırlaştıran, zorlaştıran nedir? Açlık mı? Yoksa
evde bekleyen hasta bir ana mı? Bir çocuğun oyuncağını pazar tezgâhına koyup
umutlarını, oyunlarını pazarlatan nedir acaba?
“Sen de çocuksun…”
Hepimiz ana babayız,
çocuklarımızı sevindirmek için nelere katlanırız; bu çocuğa bu eski ayıcığını
sattıran nedir acaba? Acaba oyuncağına para verip almak mı iyilik, almamak mı?
Elimi ayıcığa götürüyorum, benden önce davranıyor, eline alıyor, “Bu benim
tontonum!” diye bağrına basıyor. Sanki ayrılık vakti gelen ana ile evlat gibi
bağrına basıp vedalaştıktan sonra bana uzatıyor: “Al abla! Kaç lira verirsen...
Çocuğunu sevindir abla!”
Allah’ım, ona “Sen de
çocuksun” diyemiyorum. Zift gibi içime yapışıyor kelimelerim, kezzap olup
yakmaya başlıyor boğazımı…
Yolcular geçiyor
sağımızdan solumuzdan, akşam olmak üzere, havanın alacasında bir iki erken
yanmış fersiz lamba, dükkânların camlarından yola yansıyor… Kalakalıyorum, ne
yapsam? Ayıcığı almak mı iyilik, almamak mı?
Evet, parayı verip ayıcığı
almamak en vicdanlısı gibi gelebilir ama onların ahlâkî gelişimi için
karşılıksız kazancı değil, bedel ödenen kazancı ellerine vermek gerekir.
Ayıcığı bırakıyorum, eski kitabı alayım diye düşünerek kitaba uzanıyorum. “O
ucuz abla, sen ayıcığı al, o çok pahalı” diye almam konusunda ısrar ediyor.
Ayıcığı alıp, “Her kanaatsiz halimde karşıma koyayım, her sabırsız halimde bunu
hatırlayayım” diyorum. Bir çocuğun hayallerini çalarak ayıcığı alıyorum nefsimi
terbiye adına.
Ayıcığın bir gözü yok… Ayıcığın
bir gözü, biz insanlarınsa bazen iki gözü de yok. Etrafımızdakileri görmeden
geçiyor, başkalarının dertlerine iki gözümüzü kapatarak hakikî körler oluyoruz.
“Haydi” diyorum, “Kalkın,
şu karşıdaki pastaneye götüreyim sizi!”. Şaşkın şaşkın bakıyorlar ve arkasından
mahcup bir gülücük gelip konuyor soğuktan moraran yüzlerine bir bahar kelebeği
gibi. Büyük olanı elinin tersi ile burnunu siliyor. Bana, yere serdiği
kalemlerini göstererek “Abla kalemlerim?” diyor. Onları toplayıp en yakındaki
pastaneye giriyoruz.
Öğreniyorum ki ikisi
kardeş, diğeri amcasının çocuğu… Babaları inşaatta çalışıyormuş ama şimdi
çalışmıyormuş, böbrek taşı düşürüyormuş, hasta imiş. Yedi kardeşlermiş.
Pastanede herkes kafasını
çevirip bize bakıyor. Garson, “Çocukların mı abla?” diyor. “Hayır, alt sokakta bir şeyler satıyorlardı”
diyorum. “Anladım zaten… Abla, bunlara fazla yüz verme!” diyor. Toplum olarak
kime yüz verip kime yüz vermememiz gerektiği konusunda ibresi bozuk terazi veya
çarkları bozuk saatin yanlış gösteren akrep ve yelkovanı gibi yanlışı gösterir
olmuşuz: “Zengine yüz ver, el etek öp, çıkarını düşün!” “Fakir, hele açlık
sınırındakine dikkat et, hırsızlık yapabilir!” Asıl hırsız, fakirin hakkını
vermeyen zenginler değil mi? İnanç değerlerimize göre zaten cebimdeki parada
onun hakkı yok mu?
Çocuklar bir şeyler
yedikçe içime ılık bir huzur akıyor. Şimdilik vicdanla muhasebe maçını kazandım
ama tek rauntluk değil bu maç, bir ömürlük… Ya diğer rauntlar? Uçları kararmış
parmak uçları, şiş elleri ile sıkıca tuttukları pastaları ağızlarına götürürken
birbirlerine bakıp utanarak, başlarını omuzlarına gömerek gülüşüyor, ne çabuk
mutlu oluyorlar.
Şu mutluluk nasıl bir şey?
Bazen bir eskici demir yığını bulunca mutluktan uçuyor, bazen bir fabrikatör
demir fabrikası açıyor ama mutlu olamıyor. Şu samimi, içten gülücükler iki
pasta için… Muhayyelimde çöplere giden pastalar üzerinden ağlayan mızmız,
mutsuz çocuklar, mutsuz anneler, mutsuz babalar var önümdeki şu karenin fon
kısmı için…
İçeride hafif bir müzik
çalıyor; sıcacık pastanede çocuklar ısındıkça benim içimde dev kütleli
aysbergler ısınıyor, garip bir huzur, cennetten gelmiş bir şakıma ile yüreğimin
ucuna konuveriyor. Bir an küçük bir ırmakta yıkanmış, temizlenmiş gibi banyo
rehaveti ile gevşiyorum. Buz tutan ruhuma kalp penceremden kış güneşi gibi
geçici bir ışık vuruyor, zifiri karanlık odamın bir günlük güneş değen kısmı
aydınlanıyor.
Buz tutan vicdanlarımıza
yaz güneşi getirmeye ne dersiniz? Yardıma muhtaç ne çok çocuk var. Çocuklar,
bembeyaz, temiz kanatlı kuşlar... Bedenleri yerde, ruhları meleklerle
yarışırlar. Çocuklar, büyüklerin yollarına koydukları sorun kütüklerini o zayıf
omuzları ile sırtlanırlar. Ne kin bilirler, ne hilenin pis çukuruna girerler.
Gülücükleri samimi, istekleri zaruri; ne konfor peşindeler, ne etiket. Oyun,
onların tek derdi. Bomba yapan eller bile uzatılınca tutar, attaya götürecek
sanırlar.
Ah çocuklar! Kimi yerde ağır işçi, kimi yerde savaşta ölen güvercin; kimi yerde açlıktan ölmemek için kıvranan, kimi yerde ailesini geçindiren dilenci... Ah çocuklar! Büyüklerin hatalarının ceremesini ödeyen masum varlıklar…