Kanatsız melekler

Oyuncağını bir çocuğa sattıracak kadar bu hayatı ağırlaştıran, zorlaştıran nedir? Açlık mı? Yoksa evde bekleyen hasta bir ana mı? Bir çocuğun oyuncağını pazar tezgâhına koyup umutlarını, oyunlarını pazarlatan nedir acaba?

KARANLIK gecede karanlık bir kuyuya düşmüş gibi oldum. Parmaklarına baktıkça karanlık işlerin içindeki kara adamlar geldi aklıma; elleri kara, yürekleri ayaz sokak çocukları… Ne umutları vardı, ne hayal kurarak bakacak yarınları…

Şu kaldırımın kenarındaki çocuk, bir iki kalem koyduğu tezgâhının başında; kalemleri satmak için bağırmaktan boğazındaki tüm damarlar dışarı fırlayacak gibi kabarıyor. Daha çok küçük, ama büyük yüklerin altında ezilen yılgın yüreğinin aralıksız çarpıntısı ile her gelene “alacak” gözüyle bakıp kalemleri önüne uzatıyor. Üzerinde kirli, kalın bir kazak, simsiyah elleri, sanki beni suçlar gibi… “Siz! Siz tüketim çılgınları! Beni bu hale siz getirdiniz” der gibi…

Yanında kendinden biraz küçük olanı mendil satıyor. Onun bağırmaya mecali kalmamış, dalgın bakıyor. Sanki bütün duyguları küntleşmiş, ağır depresyon hastalarının hayata küskün bakışları gibi fersiz, tepkisiz, masum, mazlum, mahzun… Yüzündeki acılı ifadeyi gördükçe dayanamıyorum, elimi gayriihtiyari kalbime bastırıyorum, ortadan ikiye yarılacak gibi zorluyor göğüs kafesimi. Bu buz gibi betonda oturan o küçücük çocuk, buzlaşmış vicdanlara ağıt yakıyor; bencil bir toplumun ferdi olan, önünden gelip geçen kalabalıklara lisan-ı halleri ile aslında ne büyük nutuk atıyorlar.

Üzerinde eski ve fazla lekeli olduğundan rengi belli olmayan bir mont var. Sanki tersini giymiş gibi ama o bunu umursamıyor, belki evde onu bekleyen büyüklerine götüreceği birkaç kuruşun hesabı, belki de yiyeceği dayağın korkusu ile gözlerini sadece elindeki mendile dikmiş, dalgın dalgın izliyor. 

En acısı, yürekleri kırk parçaya bölen, kalbin ritmini bozacak kadar insana acı veren, yanlarındaki kız çocuğu ve onun satmak için önüne koyduğu eski bir iki okul kitabı ile eski, küçücük ayıcık… “Bu ayıcık senin mi?” diyorum, “Evet!” diyor.

Oyuncağını bir çocuğa sattıracak kadar bu hayatı ağırlaştıran, zorlaştıran nedir? Açlık mı? Yoksa evde bekleyen hasta bir ana mı? Bir çocuğun oyuncağını pazar tezgâhına koyup umutlarını, oyunlarını pazarlatan nedir acaba?

“Sen de çocuksun…”

Hepimiz ana babayız, çocuklarımızı sevindirmek için nelere katlanırız; bu çocuğa bu eski ayıcığını sattıran nedir acaba? Acaba oyuncağına para verip almak mı iyilik, almamak mı? Elimi ayıcığa götürüyorum, benden önce davranıyor, eline alıyor, “Bu benim tontonum!” diye bağrına basıyor. Sanki ayrılık vakti gelen ana ile evlat gibi bağrına basıp vedalaştıktan sonra bana uzatıyor: “Al abla! Kaç lira verirsen... Çocuğunu sevindir abla!”  

Allah’ım, ona “Sen de çocuksun” diyemiyorum. Zift gibi içime yapışıyor kelimelerim, kezzap olup yakmaya başlıyor boğazımı…

Yolcular geçiyor sağımızdan solumuzdan, akşam olmak üzere, havanın alacasında bir iki erken yanmış fersiz lamba, dükkânların camlarından yola yansıyor… Kalakalıyorum, ne yapsam? Ayıcığı almak mı iyilik, almamak mı?

Evet, parayı verip ayıcığı almamak en vicdanlısı gibi gelebilir ama onların ahlâkî gelişimi için karşılıksız kazancı değil, bedel ödenen kazancı ellerine vermek gerekir. Ayıcığı bırakıyorum, eski kitabı alayım diye düşünerek kitaba uzanıyorum. “O ucuz abla, sen ayıcığı al, o çok pahalı” diye almam konusunda ısrar ediyor. Ayıcığı alıp, “Her kanaatsiz halimde karşıma koyayım, her sabırsız halimde bunu hatırlayayım” diyorum. Bir çocuğun hayallerini çalarak ayıcığı alıyorum nefsimi terbiye adına.

Ayıcığın bir gözü yok… Ayıcığın bir gözü, biz insanlarınsa bazen iki gözü de yok. Etrafımızdakileri görmeden geçiyor, başkalarının dertlerine iki gözümüzü kapatarak hakikî körler oluyoruz.

“Haydi” diyorum, “Kalkın, şu karşıdaki pastaneye götüreyim sizi!”. Şaşkın şaşkın bakıyorlar ve arkasından mahcup bir gülücük gelip konuyor soğuktan moraran yüzlerine bir bahar kelebeği gibi. Büyük olanı elinin tersi ile burnunu siliyor. Bana, yere serdiği kalemlerini göstererek “Abla kalemlerim?” diyor. Onları toplayıp en yakındaki pastaneye giriyoruz. 

Öğreniyorum ki ikisi kardeş, diğeri amcasının çocuğu… Babaları inşaatta çalışıyormuş ama şimdi çalışmıyormuş, böbrek taşı düşürüyormuş, hasta imiş. Yedi kardeşlermiş.

Pastanede herkes kafasını çevirip bize bakıyor. Garson, “Çocukların mı abla?” diyor.  “Hayır, alt sokakta bir şeyler satıyorlardı” diyorum. “Anladım zaten… Abla, bunlara fazla yüz verme!” diyor. Toplum olarak kime yüz verip kime yüz vermememiz gerektiği konusunda ibresi bozuk terazi veya çarkları bozuk saatin yanlış gösteren akrep ve yelkovanı gibi yanlışı gösterir olmuşuz: “Zengine yüz ver, el etek öp, çıkarını düşün!” “Fakir, hele açlık sınırındakine dikkat et, hırsızlık yapabilir!” Asıl hırsız, fakirin hakkını vermeyen zenginler değil mi? İnanç değerlerimize göre zaten cebimdeki parada onun hakkı yok mu? 

Çocuklar bir şeyler yedikçe içime ılık bir huzur akıyor. Şimdilik vicdanla muhasebe maçını kazandım ama tek rauntluk değil bu maç, bir ömürlük… Ya diğer rauntlar? Uçları kararmış parmak uçları, şiş elleri ile sıkıca tuttukları pastaları ağızlarına götürürken birbirlerine bakıp utanarak, başlarını omuzlarına gömerek gülüşüyor, ne çabuk mutlu oluyorlar.

Şu mutluluk nasıl bir şey? Bazen bir eskici demir yığını bulunca mutluktan uçuyor, bazen bir fabrikatör demir fabrikası açıyor ama mutlu olamıyor. Şu samimi, içten gülücükler iki pasta için… Muhayyelimde çöplere giden pastalar üzerinden ağlayan mızmız, mutsuz çocuklar, mutsuz anneler, mutsuz babalar var önümdeki şu karenin fon kısmı için…

İçeride hafif bir müzik çalıyor; sıcacık pastanede çocuklar ısındıkça benim içimde dev kütleli aysbergler ısınıyor, garip bir huzur, cennetten gelmiş bir şakıma ile yüreğimin ucuna konuveriyor. Bir an küçük bir ırmakta yıkanmış, temizlenmiş gibi banyo rehaveti ile gevşiyorum. Buz tutan ruhuma kalp penceremden kış güneşi gibi geçici bir ışık vuruyor, zifiri karanlık odamın bir günlük güneş değen kısmı aydınlanıyor.

Buz tutan vicdanlarımıza yaz güneşi getirmeye ne dersiniz? Yardıma muhtaç ne çok çocuk var. Çocuklar, bembeyaz, temiz kanatlı kuşlar... Bedenleri yerde, ruhları meleklerle yarışırlar. Çocuklar, büyüklerin yollarına koydukları sorun kütüklerini o zayıf omuzları ile sırtlanırlar. Ne kin bilirler, ne hilenin pis çukuruna girerler. Gülücükleri samimi, istekleri zaruri; ne konfor peşindeler, ne etiket. Oyun, onların tek derdi. Bomba yapan eller bile uzatılınca tutar, attaya götürecek sanırlar.

Ah çocuklar! Kimi yerde ağır işçi, kimi yerde savaşta ölen güvercin; kimi yerde açlıktan ölmemek için kıvranan, kimi yerde ailesini geçindiren dilenci... Ah çocuklar! Büyüklerin hatalarının ceremesini ödeyen masum varlıklar…