Kanatlanabilen insan

Ahlâkî-ruhî şahsiyetimizin gelişimi için en elzem ihtiyaç, kalbin olgunluğudur. Ahlâkî yapımız ilk etapta minnet, saygı ve hürmet duygularıyla gelişir. Hürmet duygusu ruhumuza iyi gelerek maddî yapımızın içinde barınan saldırı, merhametsizlik, zalimlik gibi hoyrat duyguları tek tek törpüleyerek eritir ve böylece manevî şahsiyetimiz insanca bir tekâmüle evrilir.

KİŞİDEN kişiye ve bakış açısına göre değişkenlik gösteren teknoloji kullanımı kitleleri internet ve metaverse gibi sanal dünyaya hapsetmişken, öte yandan salgın hastalıklar gibi yeni bir mücadele sahası ortaya çıkarak yalnızlık mübarezesi başlamıştır. Teknoloji irislerimizi, parmak izlerimizi kullanarak, ayrıca yüz tarama yahut karekod kullanarak yeniçağa bile isteye hızla giriş yaptırmıştır.

Tulumbadan su çekmeyeli ne kadar oldu? Bağ bahçede hortumdan su içmeyi “efsane” kabul eden çocuklarımız için, sokakta çember çevirdikten sonra uçarcasına düşünce sağına soluna bakmadan tükürüğünü panzehir gibi yaralı yerlerine sürmek fazla mı doğal geliyor? Çocuk var, sokak var, ama hareketler tahayyülümüzü aşacak nitelikte, değil mi?

Çocukların etrafında koşuşturan anneannelerle, pervane ebeveynlerle, tentürdiyot ile sargı bezi ikilisiyle bekleşenlerle dolu sahne daha mı akla yatkın gibi? Bir zamanlar oyun oynamasını bilen çocukların sokaktaki diğer çocuklarla kurduğu iletişime, komşu teyzenin ikram ettiği kurabiyeyi bölüşme keyiflerine değinmiyorum bile… Buna rağmen, bir iki cümle ile temas ettiğim bu geçmiş zaman çocukluk hatırasında, ailesiyle, komşularıyla, dolayısıyla tüm cemiyetiyle var olan iletişim ne asosyaliteye, ne de yalnızlığa ait bir çağrışım uyandırır zihninizde. Eminim bu kısacık enstantaneden ibaret hatırlatma, teknoloji ve yalnızlık çağrışımları yapmadığı gibi, sizi korkutacak bir boyutta da değildir.

Toplumun geneline bulaşan davranış kalıplarını öğrenip izini sürerken, farkında olmadan üzerimizde oluşturduğu etkiye ve dünya genelindeki teknoloji ve yalnızlaşma tablosuna bakalım.

İngiltere’nin ardından Japonya’daki “Yalnızlık Bakanlığı”nın, sosyal medya kullanım alanlarında “Haydi yalnızlığı konuşalım” başlığı ile teknoloji üzerinden vatandaşlarına destek vermeye çalışması, sizce olumlu mu, yoksa olumsuz bir hareket mi? Bu hususu takdirinize bırakıyorum.

İnsanlığın temelde korkuları yüksekten düşme, kaybetme ve dar bir alanda sıkışıp kalmaktır. Bu korkuların insandaki etkilerini düşünerek temel korkuları netleştirebiliriz. Peki, “yalnızlık” iyi mi, yoksa kötü bir kavram mıdır? Sıralanacak korkular arasına yalnızlık girebilir mi? Neden diğer çağlarda insanlık için gündem olmamış bu hâdise, şimdi bakanlık kurulacak kadar çözülmesi gereken bir problem?

Yalnızlık, toplumda sanılanın aksine tercih edilebilir ve insanın seçimiyle yaşanan bir durum. İlk etapta olumsuzluk çağrıştıran, kişinin sevilip sayılmadığını, ilişkilerinde bağ kuramadığını düşündürse de bazen aslen öyle olmayabilir. Yalnızlığın, kişinin kendi kendini yönetebilmesi, düşünüp taşınması, eser üretmesi, icat etmesi gibi dış etkenlerden izole olmasını gerektiren durumlar için yaşanması gereken bir durum olarak da düşünülmesi gerekir. Bu hususen araştırılması gereken bir tez elbette. Teknoloji ve yalnızlık, yan yana anıldığında toplumsal bir anomalinin habercisi gibi görünse de biri araç, diğeri durum olan bu ikilinin azı karar, çoğu zarar noktasındadır.

Kişinin kendi kendini yönetebilmesi, donandığı eğitim ile doğru orantılıdır. Teknoloji benliğin önüne geçerse, kişi teknolojiye yenik düşmüş olur. Teknoloji çocukça eğilimler sayesinde yaşamlara hâkim olmaya başlar. Çocuktan kastımız, kullanan kişinin etkileşimi yönetebilme dirayetidir. Kendini yönetebilen yetişkin bir şahsiyet, teknolojiyi değil kendini yaşatacağından, muhatap, otomatik olarak eril döneme girememiş çocuk karakterine haizdir. Bu durumda teknolojiyi gençlik yaşatmaktadır. Genç, teknoloji karşısında duran ve hareket etmeden teknolojiye hayat veren dallar hâline gelen öznedir. Gencin hayatı ve uzuvları bir makine tarafından kullanılmakta ve makine yaşar pozisyondadır. Burada yaş kategorisini “ergenlik” veya “olgunluk” yaşı diye vurgulamıyoruz; çünkü kişideki “id”in (alt benlik) olgusu ile orantılıdır bu. Yani konu yaş değil.

Şahsiyetimizi oluşturan maddî unsur, mevcut bedenimizdir. Manevî-ruhî unsur ise duygularımız, isteklerimiz, amaç ve ideallerimiz olan iç varlığımızdır. Ve içtimaî unsursa aile, cemiyetteki yerimiz, kariyerimiz veya başkalarının bizi nasıl değerlendirdiğidir. İşte belirttiğimiz bu etkenlerin yavaş yavaş ve düzenli/güzelce yeşerebilmesi, eğitim hayatımızın kalitesi ile ilişkilidir. Duygularımız, isteklerimiz, amaçlarımız ve ideallerimiz yani manevî-ruhî tarafımızın gelişmesi insanî yönümüzdür. Tanımlayıp geliştirdiğimiz duygular kuvvetlendikçe maddî tarafımız geri plânda durmaktadır. Modern zamanlarda maddî şahsiyetlerde yeme-içme, gezme-tozma, bedenlerin kutsallaşması, fizikî güzellik yani maddî değerdeki her şey ön plâna çıkmaktadır. Manevî-ruhî yetimiz tanımlanıp işlenmediği takdirde maddî yön öne çıkarak kaba, kırıcı ve zorlayıcı bir insan tipi meydana getirecektir. İşte ruhî-ahlâkî şahsiyetimizin zenginleşmesi, bizi her konuda içten ve kendimize yeterli hâle gelmemizi sağlamaktadır.

Dünyaların ayrıldığını ve yalnızlık konusunun tam da bu evrede neşet ettiğini görebiliriz. Teknolojinin kullanıldığı yerde kişi ya klavye arkasından istediği bir âleme pencere aralayarak yeni bir dünya kurmakla o açığı kapatacak ya da bir şeyler arayacaktır. Aradığı şeyin ne olduğunu bilmeden orada durma eylemini gerçekleştirmek, bir tür “aramak” anlamını taşımaktadır. Yani ruhî şahsiyetimiz işlenmediği takdirde maddî şahsiyetimiz doğuyor, büyüyor, eğitilmediği için saldırganlaşabiliyor. Bu saldırı, zamanın nasıl bir dili varsa o şekilde gerçekleşiyor.

Ruhî şahsiyeti geliştirmek

Sanat, şiir, estetik, müzik gibi ruhî şahsiyeti kuvvetlendirecek alanların genişlemesi, insandaki mekanik ve teknik unsurların olması gerektiğinden öteye gitmesini engelleyecektir. Çünkü teknolojinin artmasıyla ilim ve tahsildeki kaymalar, bireyin yukarıda saydığımız üç gelişimsel unsurun sekteye uğraması neticesinde teknolojiye bağımlılığı söz konusu hâle getirir. Bu anlamda örneğin, yukarıda bahsettiğimiz edebiyat veya şiire duyulan hürmetle anlatılan tarih dersi sonrasındaki tekâmül, bireyde başka bir dünya tasavvurunun gelişmesini sağlayacaktır. Tarih dersi sebep, zaman ve sanat estetiği ile harmanlandığında, sonuç kısmı bireyde kendiliğinden oluşacaktır. Yine sosyoloji, felsefe ve mantık ile matematik, formülleri ve şahısları ezberleme müfredatı değil, mantalitesinin kavranmasıyla düşünme gücünün öğretecek birer araç hâline gelecektir.

Yine bir başka örnekle, kız çocuklarının fıtrat gereği ilkyardımdan el işlerine veya mûsikîdeki hünerlerinin geliştirilmesine değin yeterlilik ve potansiyel gücünün keşfedilmesi, belli bir yaştan sonra dış görünüşle değil, iç dünyasının sanat ve estetikle olan evrimine dönüşecektir. Bu durum erkek çocuklarında da örneğin bir takıma tutkunluk veya araba sevdası şeklinde dışa vurmaktadır. “Boşluk” veya “arama”, insanın ruhunda oluştuğunda nitelikli yahut niteliksiz uğraşlarla dolacaktır. Aslında insanın maksadı, insanî boyutta donanmaktır. Bu boşluğu doldurma veya arama bazen on yedi saat bilgisayar ekranında donmak şeklinde cereyan edince, en kıymetli değer olan zamanımızın heba olmasıyla pek çok değerin yitimine sebebiyet verilecektir.

Her yaşın nasıl kendine has bir tutumu varsa, belli dönemlerin de kendine has tutumları olabilir. Yazımızın başındaki örnekler küçük bir çocuk ile koca bir mahalle arasındaki davranışlardı. Teknolojinin bu kadar yaygın olmadığı dönemlerde insanların birbirleriyle olan diyalogları, zamanımızla kıyaslanamayacak derecede farklıydı. Eskilerin muhabbet anlayışları, birbirleriyle olan iletişimleri eserler üzerinden, ölçme-değerlendirme süzgeci ve tecrübeyle gerçekleşiyordu. Geçmişte bu hissiyatı taşıyarak öğrenme duyarlılığı ile yaşayanlar, misâl, aylık dergilerin heyecanı ile kitapçılara, kütüphane salonlarına veya bayilere koşar, anlamlı bir telaşla hayatlarını donatırlardı. Veya yatılı okulda öğrenciler bu tür bilgi birikimleri ile anlamlı bir gençlik yolculuğu yaşarken muhabbet etme kabiliyetlerini geliştirirlerdi. Bu tür paylaşımlar çağımızdaki problemin tam tersine, akıl, kalp ve bedenin bütünlük arz etmesiyle insanın canlı ve anlamlı farkındalığını kazandıran hayat olarak tezahür ederdi.

Ulaşım araçlarında, yol arkadaşlıklarında heyecanla paylaşılan kültür, sanat ve millî heyecana vesile bilgiler dinleyeni heveslendirmekle kalmayıp nitelikli muhabbet sağlar. İnsan ruhu bu kaliteli paylaşımla -farkında olsun olmasın- değerli olma hissini kazanır. İşte şimdilerin sorunu, ilgi ve alâkanın sanat, felsefe, estetik veya mûsikî ile değil, tekrardan ibaret teknolojik uğraşlar olmasıdır. Bu nedenle yeşermeyen gönüllerin ve paslanmış kulakların hırçınlaşması, kabalaşması sonucu ortaya çıkmaktadır. Bu durumun yüz yüze konuşma ve birlikte paylaşma gibi bir iletişimin gerçekleşmemesinden kaynaklandığını iddia edebiliriz. Ruhî kanallar açılmadığında heyecanların yeşermesine vakit bulunamadığından, mekanik alanlar daha cazip gelmiş ve tercihler bu yönde ilerlemiş durumdadır. Hâlbuki bu düşünme şekli, yerinde saymak, tabiri caizse hayatın akışında patinaj yapmak olarak adlandırılabilir. Bu da yönlendirilerek, mecburî bir istikamete çekilerek inisiyatif kaybına uğramaktır. Herkesin yaptığını yapma eylemi, her bireyin özel olma durumunu genele transfer etmektedir.

Ahlâkî-ruhî şahsiyetimizin gelişimi için en elzem ihtiyaç, kalbin olgunluğudur. Ahlâkî yapımız ilk etapta minnet, saygı ve hürmet duygularıyla gelişir. Hürmet duygusu ruhumuza iyi gelerek maddî yapımızın içinde barınan saldırı, merhametsizlik, zalimlik gibi hoyrat duyguları tek tek törpüleyerek eritir ve böylece manevî şahsiyetimiz insanca bir tekâmüle evrilir. 

Duygu merkezli insanî hissedişler toplumla iç içe yaşandığında bir nevi kalbi alıştırmaya dönüşecek, pratik kazanacaktır. Düşene, yoksula, haksızlığa uğrayana bilgisayar başında rastlanamayacağından, sosyalleşerek vicdanî ve ahlâkî değerlerin kazanımı artacaktır. “Asosyal” tabiri de böylece rafa kalkacaktır. Yine her kişi terbiye edici alıştırmalara yönelerek, inanç ve iman merkezli hassasiyetlerle, merhamet örnekleri barındıran şahsiyetleri okumakla, güzel telkinlere kulak vermekle ruhunu inceltecek, duyarlılık seviyesi ve empatisi artacak, insaniyetini geliştirecektir. Bu gayretle, duyguların merkezi kalbimiz, fedakârlığın, merhametin, vicdanın, adaletin ve şefkatin yeşereceği bir hazineye dönüşecek ve “yalnızlık duygusu”, yerini anlamlı yalnızlık ihtiyacına bırakacaktır. İşte o zaman insan kanatlanabilir, anlam yolculuğunda idrakten idrake kanat çırpabilir.