Kanal İstanbul mu, Cinsiyet İstanbul mu?

Kadına şiddetin kaynağı “erkeğin şiddete yatkınlığı” veya “erkek yanlısı namus”, “erkeği önceleyen Tanrı” gibi kaynaklar değildir. Çünkü “şiddet” her şeyden önce bir “cinsiyet” kavramı ve konusu değildir. Dünya savaşları veya âdi suçlar, faili meçhul cinayetler ve hattâ erkekler arası sayısız kavga, bir “cinsiyet” fiili değildir. Dolayısıyla burada “kadına şiddet” derken, bunu ısrarla bir “cinsiyet” zeminine oturtmak, kadına şiddetin tek sanığını “erkek” olarak görmek ve erkeğin kadına şiddetini ısrarla toplumdaki cinsiyet kültürüne bağlamak, özü ve yöntemi itibariyle problemlidir.

İSTANBUL Sözleşmesi de, Kanal İstanbul da  “muhalefet”in gündemindedir. Yalnız bir farkı kabul edelim: Kanal İstanbul, iktidarın projesidir. İstanbul Sözleşmesi ise iktidardakilere karşı olanların projesidir. Peki, politik muhalefet gündemi için “malzeme” olan İstanbul Sözleşmesi’nde “kadın” adına yürütülen mücadelenin önemli bir kazanımı görülen maddeler hakkındaki tartışmaların özü nedir? Bence tartışma, tipik kadın ekseninde “Batı ve Doğu” karşılaştırmasından ibarettir.

Bir başka vurguyla, “Kadın konusunu asla Batı ve Doğu karşılaşmaları ve çatışmalarından bağımsız ele alamadık, alamayız ve almamalıyız” demektir. Çünkü İstanbul Sözleşmesi içinde sahiplenmemiz gereken onlarca madde, kavramsallaştırma ve haklı-doğru örneklemeler ve uygulamalar olsa da bu sözleşme, “politik sözleşme” özelliği taşımaktadır. Cinsellik ve cinsiyet eşitliğine ilişkin bütün cümleler “teknik”, “hukukî” ve “eğitsel” değil, tamamen politiktir. Nitekim ifadelerin hepsi, içinde çok şeyi taşıyacak genelleme ve göndermelerden oluşmaktadır.

Metnin kökü ve gövdesi kadını sahiplenen, her alanda ve aşamada kadını yaşayacağı olaylara ilişkin yasal koruma altına almayı amaçlayan ve uluslararası sözleşmelerin mantığına oturan “kadın-erkek eşitliği için uluslararası dayanışma” içeriğinden oluşmaktadır. Ancak metnin dili ve hedeflerine yönelik bazı maddelerdeki satır arasında “kadına şiddet” şemsiyesi altında korunmak istenen cinsel suçları içermektedir ve cinsel suçların çoğunda, kriminal raporlarda yer alan teknik dil bir gibi ısrarla “din, namus, örf, oturmuş cinsiyet rolleri”ni “Kadına şiddetin kaynakları bunlar!” şeklinde sunan “politik” atarlanmalar var.

Oysa kadına şiddetin kaynağı “erkeğin şiddete yatkınlığı” veya “erkek yanlısı namus”, “erkeği önceleyen Tanrı” gibi kaynaklar değildir. Çünkü “şiddet” her şeyden önce bir “cinsiyet” kavramı ve konusu değildir. Dünya savaşları veya âdi suçlar, faili meçhul cinayetler ve hattâ erkekler arası sayısız kavga, bir “cinsiyet” fiili değildir. Dolayısıyla burada “kadına şiddet” derken, bunu ısrarla bir “cinsiyet” zeminine oturtmak, kadına şiddetin tek sanığını “erkek” olarak görmek ve erkeğin kadına şiddetini ısrarla toplumdaki cinsiyet kültürüne bağlamak, özü ve yöntemi itibariyle problemlidir.

Dolayısıyla İstanbul Sözleşmesi, bir “cinsiyet sözleşmesi” midir, yoksa “şiddet hukukunda kadına ilişkin özel yasal düzenlemeler” mi, bunu iyi okumak gerekir. Nitekim “çocuk” için de özel yasal düzenlemeler vardır. Savaş durumunda bazı özel yasal düzenlemeler olduğu gibi...

O zaman İstanbul Sözleşmesi etrafındaki tartışmalar şuna karar vermelidir: Bu sözleşme bir “cinsiyet sözleşmesi” olarak mı bilinecek ve tanımlanacak, yoksa şiddet konusunda kadına yönelik özel yasal düzenlemeleri uluslararası sözleşmeye konu edinmek mi istiyor?

Sözleşmenin ekseni ve maddelerin ezici çoğunluğu, şahsî kanaatimdir, bir cinsiyet sözleşmesi olmadığı yönündedir. Maddeler ve çerçeve, şiddet hukukunda kadına yönelik özel uygulamalardır. Ancak sözleşmenin metin diline ve özellikle “şiddet” konusunu sözleşmede ele alma niyetine baktığımızda, âdeta “hukuktan cinsiyet devşirmek” gibi tipik feminel ve hattâ “Erkek olağan şüphelidir” propagandası yapıldığı görülmektedir. Sanki uluslararası hukuk sözleşmesi tercüme edilmiş de tercüman ısrarla, hukuk çerçevesini aşacak şekilde cinsel özgülük hesaplarını sözleşmeye sos diye eklemiş.

İstanbul Sözleşmesi’nde “cinsiyetsiz toplum” hedefli özelde “eşcinsellik” tercihini tüm hukuka giydirmeyi teklif eden bir gündem, açıktan veya gizli şekilde bulunmuyor. Dolayısıyla sözleşmeyi bu pencereden ele almak ve tartışmaya açmak, farkındalık ve gerçekçilik oluşturmaz.

Bu sözleşmenin aileyi tehdit ettiği ve özelde inancımıza ve kültürümüze yönelik bir saldırı olduğu konusuna gelince...

Bence bu aşamada “cinsiyet hukuku” ile “cinsel özgürlük” arasındaki ilişki, etkileşim ve ayrışma çözümlenmediği için bu algı-yorum da finalde bize kalıcı bir bilinç kazandırmayacak.

İstanbul Sözleşmesi’ne temkinli yaklaşmak, uluslararası sözleşmelerin çoğunda yer alan “Batı’nın fendi Doğu’yu yendi!” gibi kurnazlıkların olması sebebiyle, maddeleri deşifre etmek gibi aslî bir görevimiz elden bırakmamalı. Ancak unutmayalım ki, biz ahlâk savunusu kadar adalet ihyası için de çabalamalıyız. Dolayısıyla sözleşmeyi ahlâk turnusolundan geçirirken adalet süzgecinden de geçirmek durumdayız.

“İstanbul Sözleşmesi’nde inancımıza, kültürümüze, cinsiyet hukukumuza aykırı olan ve zamanla dönüşü zor çıkmazlara bizi sürükleyecek neler var?” tespitlerini ve özelde bizim kendimize ait dünyaya sunacağımız hangi cinsiyet sözleşmesi veya şiddet konusunda kadına yönelik tekliflerimiz olabileceğine ilişkin yorumu ise bir sonraki yazımızda konu edip sonlandıracağız...