YENİ okulumda ikinci
haftam. İsimleri hatırlamakta zorlansam da yüzlerin hemen hemen hepsini
hafızama almış bulunmaktayım. Birkaç hafta aradan sonra ilk defa derse
gireceğim. Aralar kısa olsa bile her defasında öğretmenliğe yeni başlamış gibi
hissediyor ve aynı heyecanı kalbimde duyuyorum. Hatta aramızda kalsın, o günün
gecesinde “Ne yapacağım, nasıl yapacağım, ne söyleyeceğim?” diye düşünmekten
gözüme uyku girmiyor. Galiba bu huyumdan asla vazgeçmeyeceğim.
6/B
şubesinin Türkçe dersleri bana verildi. Söylentilere göre okulun en hareketli
sınıfı imiş. Mevcutları çok da fazla değil ama üst kattan duyduğum kadarıyla
oldukça sesli, hareketli ve renkli çocuklar. Nasıl bir yıl olacak, merakla
bekliyorum...
***
Kalp
atışımı benden başkaları duymuyordur inşallah. Zira içimde heyecan davulları
çalıyor. Derin bir nefes aldım, üstümü başımı son kez kontrol ettim ve bir
cesaretle açtım sınıfın kapısını. Geldiğimi fark eder etmez hepsi birden şaşkın
ve meraklı gözlerle ayağa kalktı. Selâmlaştık, güzel dileklerle bir giriş
yaptık. İsimlerini henüz bilmediğimi söylemiştim, soldan üçüncü sırada oturan
sarışın, renkli gözlü, kıvırcık saçlı, yaşıtlarına göre biraz daha iri duran
bir erkek çocuğu parmak kaldırır gibi oldu. Görmediğimi düşünüp hemen indirdi
ama ben bir kez gördüm. Sebebini öğrenmezsem rahat edemem, söz verdim, adını
sordum. Kendini tanıttı. “Niçin parmak kaldırmıştın?” dedim. Biraz utandı,
kızardı, elini ayağını nereye koyacağını şaşırdı. Baktı ki ona gülümsüyorum,
başladı derdini anlatmaya: “Öğretmenim, sizin geleceğinizi duyunca çok
meraklandık. ‘Acaba nasıl biridir?’ diye aramızda konuştuk. Biz sizi hiç böyle
beklemiyorduk…”
“Cevaba
şaşırmadım” desem yalan olur. “‘Böyle beklemiyorduk’ derken ne demek istedi?” diye
düşündüm. Gözümdeki soru işaretlerini görmüş olmalı ki konuşmasına devam etti:
“45-50 yaşlarında, saçları hafiften beyazlamış, göbekli, biraz sinirli erkek
bir öğretmen gelecek diye düşünmüştük…”
Cevaba
bir kahkaha atıverdim. “Nasıl yani evladım? Niçin böyle birinin geleceğini
düşündünüz?” diye sordum. “‘Yeni müdür yardımcısı gelecek’ dediler. Biz de
müdür yardımcısı olabilecek bir öğretmenin böyle olması gerektiğini
zannediyorduk. Sizi bu kadar küçük, genç ve çok da güzel görünce garibimize
gitti” dedi. Canını yediğim kuzucuğum, cevabın arasında dünyanın en güzel ve
masum iltifatlarını da sıralamış oldu. Bu konuşma sonrasında heyecanımdan eser
kalmadığını hissediyordum. Sanki yıllardır bu sınıfta bu öğrencilerle bu dersi
yapıyorduk.
Sınıf
defterini açtım. Tek tek isimlerini okumaya başladım. İsmini okuduğum ayağa
kalkıyor, “Burada!” diyordu. Böylelikle ben de onları tanımış ve isimlerini
hafızama silinmemek üzere kazımış oluyordum. Sırası gelen her öğrenciyle üç beş
de kelâm ediyor, genel bir kanı oluşturmaya çalışıyordum. Listenin dördüncü
sırasına geldiğimde bir cevap alamadım. Kimse “Burada” demedi. Sonra biraz önce
gülüp eğlenerek sohbet ettiğimiz sarışın, kıvırcık saçlı çocuk usulca kalktı, “Öğretmenim,
Bilal biraz rahatsız. O yüzden okula pek gelemiyor. Bu yıl biz de yüzünü hiç
görmedik” dedi buruk bir sesle ve dolan gözlerini hızla kaçırdı gözlerimden.
Bu
işte bir iş vardı muhakkak. Basit bir rahatsızlık olsa çoktan okula dönmüş
olurdu. Kaç hafta geçti okullar açılalı. Sınıfta hüzünlü bir sessizlik oldu.
Şen şakrak, hareketli, renkli çocuklar bir anda susuverdiler. Oluşan bu mutsuz
havayı dağıtmak için daha fazla soru sormadım ve bir sonraki öğrenciye geçtim.
Koskoca bir ders tanışma, kaynaşma faslıyla bitiverdi.
***
Ertesi
gün aynı olağanlığında hayata başladık. Dersler, işler, koşturmaca… Hayat bir
şekilde akıp gidiyor. Farkına bile varmıyoruz günlerin, saatlerin. İkinci
dersin sonundaki uzun teneffüste yedinci sınıflardan Tunç -adını odaya üçüncü
gelişinde öğreneceğim- utana sıkıla kapıyı çalıp odama geldi. Bir türlü
isteğini söyleyemiyordu. Gözlerinin kırmızılığından ağladığı, nefes
alışverişinden alacağı bir haberin korkusunu yaşadığı öyle belliydi ki...
Cesaretlendirmek
adına konuşmaya ben başladım. Telefonumu istemeye gelmiş. Kardeşi ve babası,
sabah erkenden, yaklaşık 100 kilometre uzağımızdaki bir şehre hastaneye
gitmişler. Eve dönüp dönmediklerini, ne olduğunu merak ediyormuş. Aradık,
babasıyla konuştu. Sordu, sual etti. Telefonu kapatırken rahatlamıştı. “Ne
olmuş, dönmüşler mi?” dedim. “Yok öğretmenim, daha dönmemişler ama kanı durmuş”
dedi. “Ne kanı?” diye soramadan bir hızla çıkıp gitti odadan. Günün
koşuşturmasına kaldığımız yerden devam ettik…
***
Bahçedeki
koca çınar ağacı, sonbahar rüzgârlarına direnircesine sallanıyor, sallandıkça
yapraklarına biraz daha sıkı sarılıyordu. Yapraklar ise ağaç kadar ümitvar
olmayı beceremiyor, her geçen güz günlerinde bir ton daha sarıya çalıyordu.
Umut mu, hüzün mü alacağımızı bilemeden, düşen birkaç yaprağı görmezden gelip
geçiveriyorduk gölgesinden.
Okuldaki
öğrencilerle çok çabuk kaynaşıverdik. Yıllardır bu okulda görev yapıyormuşum
gibi hissediyorum. Hemen hemen her teneffüste bahçeye, yanlarına çıkıyorum.
Etrafımı bir öğrenci ordusu sarıveriyor. Sohbet, merakla sorulan onlarca soru, kahkahalar
derken çalan zil sesi ile fark ediyoruz nerede olduğumuzu. Teneffüste beni
göremezlerse koşarak üç beş tanesi odaya geliyor kontrol için. Sessizce odanın kapısından
başlarını uzatıyor, işimin olduğunu görünce de usulca kayboluyorlar.
6’ncı
sınıflarla da çokça yol kat ettik. Hepsinin ismini öğrendim. Adlarıyla hitap
ettiğimde öyle hoşlarına gidiyor ki… Kendilerini diğer sınıflara göre
ayrıcalıklıymış gibi hissediyorlar. Listenin dördüncü sırasındaki “126”
numaralı öğrenciye geldiğinde yoklama, içimden söyleyip geçiyorum. Çocuklar da
alıştı bu duruma, hiç tepki vermiyorlar. Fakat içim içimi yiyor meraktan.
Kimdir, nedir, hastalığı neyin nesidir? Onlarca soru kafamı kurcalıyor.
***
Tunç
yine geldi odaya. Gözleri kıpkırmızı… Söylemeden anladım ne istediğini.
Babasının numarasını çevirip telefonu uzattım. Kısık bir sesle “Tamam” deyip
kapattı telefonu. Yine hızla çıktı gitti odadan. Bu sahne birkaç gün sonra
tekrar yaşandı.
Gün
koşup giderken, beraberinde ayları ve mevsimleri de sürüklüyor. Sonbahar iyiden
iyiye hissettirmeye başladı kendini. Çınar ağacında neredeyse hiç yaprak
kalmadı. Çocuklarından ayrı düşmüş, hayat gailesi ile her birini başka bir yere
göndermiş ama bir gün dönecekler diye bekleyen anne hüznü ve ümidi görüyorum bu
ağaca gözüm takıldığında. Rüzgârlar da şiddetlendi. Tatlı ve ılık esmiyor
artık. Üşütüyor, ürpertiyor, kışın ayak seslerini duyuyoruz her bir uğultuda. “Geliyorum,
hazırlanın!” der gibi bir hâli var.
***
En
son geçen Çarşamba geldi odaya Tunç. Kaç gündür yüzünü görmüyorum odada.
Teneffüslerde uzaktan izliyorum. Geçmiş günlere oranla neşesi yerinde, gözleri
de kırmızı değil sanki. “Bu vaziyet iyi şeylerin habercisi olsun” diye dua
ediyorum içimden.
Haftanın
ikinci gününde, öğleden sonra son iki saat 6’ncı sınıflarla dersimiz var.
Hazırlıklarımı yapıp derse indim. Daha koridorun başından sesleri duyuluyor.
Fakat bugün bir farklı sanki tınılarındaki anlam. İçeri girer girmez hepsi
ayağa kalktı, selâmlaştık. Sayılarındaki artış hemen gözüme çarptı. Diğerlerine
göre biraz daha sıska, kısa boylu, bembeyaz yüzlü bir çocuk, çipil çipil
gözleriyle bana bakıyor. “Sen de kimsin?” diye soruverdim. Kısık ve tatlı bir
sesle “Bilal, öğretmenim” dedi. Ne diyeceğimi, nasıl davranacağımı bilemedim. Elim
ayağıma dolaştı. Hiç yüzünü görmeden tanıştığım Bilal, haftalar sonra canlı
kanlı karşımdaydı. Nasıl olabilirdi bu? İnsan, hiç tanımadığı, görmediği birine
kendisini bu kadar yakın nasıl hissedebilirdi? Onu görebildiği için nasıl
kalbinde kelebekler uçuşabilirdi? Şimdi tam olmuştuk.
Hoş
geldin, sefalar getirdin, iyi ki geldin Bilal!
Yoklama
alırken ilk defa dördüncü sırada sesim kısılmadı. Yüreğim burkulmadı. Adını
duyar duymaz, “Buradayım öğretmenim!” dedi. Nasıl sevindim, bir bilseniz… Bu
duygunun tarifi yok. Ancak bir anne kendi çocuğu için böyle şeyler
hissedebilir. Öğretmenlik bu yüzden hem çok zor, hem de çok güzel bir meslek.
Her sabah kalbiniz yüzlerce parçaya pay oluyor, her akşam onu tekrar toplayıp
heybenize yüklüyorsunuz. Günün ağırlığına göre yükünüzün şiddeti de değişiyor.
Bugün heybem kuş gibi…
O
günden sonra, üç beş gün daha düzenli olarak geldi okula. Bu durum hem ona, hem
arkadaşlarına, hem de bana iyi gelmişti. Teneffüslerde en yakın arkadaşlarımdan
biri de oydu artık. Yavaş yavaş da anlatmaya başlamıştı kendini. Niçin
hastaneye gittiğini, ne kadar kaldığını, orada neler yaşadığını kırıp dökmeden,
incitmeden öğreniyordum. Öğrendiklerim kalbime ağır geliyordu ama birilerinin onu
dinleyip yükünü paylaşması lâzımdı.
***
Soluk
soluğa yukarı geldi Mutlucan. “Öğretmenim, çabuk olun! Bizim sınıfa gelmeniz
lâzım. Bilal…” dedi, devamına nefesi yetmedi. O merdivenleri nasıl indim,
sınıfı nasıl buldum, hatırlamıyorum. Sadece kırmızı görüyordum. Kıpkırmızı, kan
kırmızı… Burnundan oluk oluk kan geliyordu. Kıyafetleri, eli yüzü, oturduğu
sandalye, masa hep kandı. Şoka girdim o hâlde görünce onu. Sonra kendimi
toparladım. Arkadaşlarını etrafından uzaklaştırdım. Koluna girip lavaboya
götürdüm. Benim de elim, kolum, kıyafetim kan olmuştu. Bilal’in kanı...
Kanı
dursun diye müdahale yaptım, tampon uyguladım, elini yüzünü yıkayıp temizlemeye
çalıştım. “Durmuyor öğretmenim, boş yere uğraşmayın! Boğazımda bile kan var,
hissediyorum” dedi. Kan yutmamak için âdeta yutkunmuyordu. Bu an kaç asır sürdü,
bilmiyorum.
Biraz
yavaşladı kanaması. Hem o, hem ben, savaştan çıkmış misali yorgun ve bitkindik.
Birer sandalye buldum, koridorda oturakaldık. Nefeslendik, az dinlendik. Sonra,
“Haydi seni eve götüreyim!” dedim. “Ama öğretmenim, ben zaten bütün derslerden
geri kaldım, hiçbir şey öğrenemedim, sınıfta kalırım bu gidişle” dedi. Bir
topak kan, boğazıma düğümlendi.
Eve
götürmek için arabaya bindirdim. Epey de uzakta evleri. Yol boyu hasbihâl
ettik. Uzun zamandır bu hastalığı çekiyormuş. Bir anda kanamaya başlıyormuş
burnu. Çoğu zaman hastaneye gitmeden durduramıyorlarmış. Hastanede verdikleri
ilâçlar da canını öyle acıtıyormuş ki anlatırken bile canı yandı. Henüz tam bir
teşhis konulmamış hastalığına. Hemen her seferinde kan değişikliği yapılıyormuş.
Kullandığı bir sürü ilâçtan da söz etti.
Boyasız,
kara sıvalı bir evin önünde durduk. Annesi, eli yüreğinde bizi bekliyormuş
kapıda. Yanında da üç beş kadın daha vardı. “Sabahları kanaması olursa gönderme
okula, orada koşturup yoruluyor, daha fazla kanıyor” dedim. Durduramıyorlarmış
evde, “Sınıfta kalacağım, hiçbir şey öğrenemiyorum” deyip düşüyormuş yola. “Sen
merak etme Bilal, iyi ol, yeter! Sana söz, iyi olursan sınıfta kalmazsın”
dedim. Boncuk gözleri gözlerime takıldı. Zaman durdu o anda. Çaresizliği
iliklerime kadar bir kez daha hissettim. Çırpınmak ama uçmaya takat bulamamak
böyle bir şey olsa gerekti…
Omuzlarım
iki yerden kırılmış olarak döndüm okula. Arkadaşları merakla koşup geldiler
yanıma. “İyi” dedim, “Merak etmeyin, durdu kanaması. Şimdi eve bırakıp döndüm”.
Başları önlerinde sınıfa girdiler. Saat, herkese ve her şeye rağmen ilerliyordu
karşı duvarda…
***
Tunç,
Bilal’in bir yaş büyüğü. Üç erkek kardeşler. En büyük ağabeylerinde bir sıkıntı
yok, o sağlıklı. Tunç’un da arada bir burnu kanıyormuş. Ailecek en büyük dertleri,
kederleri Bilal’in durumu. Maddî olarak da durumları pek parlak değil. Kıt
kanaat ancak geçiniyorlar. Hastane masrafları, yol parası derken babalarının
beli iyice bükülmüş. Başka bir hastaneye götürmeye güçleri de yok. Çaresizlik
içinde ancak geçici çözümler bulup, kanamayı durdurtup evlerine dönüyorlar
şimdilik.
Her
gün sınıfa kontrole gidiyorum. “Geldi mi, gelmedi mi?” diye yokluyorum sınıfı.
Geldiğini görünce çocukça bir sevinç doluyor gönlüme. Bir iki de lâf atıp onu
güldürüyor, yüklerimi sınıfın kapısına bırakıp dönüyorum günün hengâmesine.
Gelmediği günler haber almak için sorup soruşturuyorum. Çoğunda da cevap aynı
oluyor: “Burnu kanamış, hastaneye gittiler öğretmenim…”
Garip
gelecek belki size, ama aldığım bu cevap bile biraz ferahlatıyor gönlümü. İçten
içe korktuğum, dile getirmeye bile cesaret edemediğim bir seçeneğin daha olması
korkunç bir his. Kana bile razı oluyorum. Durunca dönme ihtimâli var sonuçta. O
ihtimâlin yok olmaması için her gün dua ediyorum. Çünkü ne onun annesi
bahçedeki çınar ağacı, ne de Bilal güzle dökülen yaprak…