Kan

Eve götürmek için arabaya bindirdim. Epey de uzakta evleri. Yol boyu hasbihâl ettik. Uzun zamandır bu hastalığı çekiyormuş. Bir anda kanamaya başlıyormuş burnu. Çoğu zaman hastaneye gitmeden durduramıyorlarmış. Hastanede verdikleri ilâçlar da canını öyle acıtıyormuş ki anlatırken bile canı yandı.

YENİ okulumda ikinci haftam. İsimleri hatırlamakta zorlansam da yüzlerin hemen hemen hepsini hafızama almış bulunmaktayım. Birkaç hafta aradan sonra ilk defa derse gireceğim. Aralar kısa olsa bile her defasında öğretmenliğe yeni başlamış gibi hissediyor ve aynı heyecanı kalbimde duyuyorum. Hatta aramızda kalsın, o günün gecesinde “Ne yapacağım, nasıl yapacağım, ne söyleyeceğim?” diye düşünmekten gözüme uyku girmiyor. Galiba bu huyumdan asla vazgeçmeyeceğim.

6/B şubesinin Türkçe dersleri bana verildi. Söylentilere göre okulun en hareketli sınıfı imiş. Mevcutları çok da fazla değil ama üst kattan duyduğum kadarıyla oldukça sesli, hareketli ve renkli çocuklar. Nasıl bir yıl olacak, merakla bekliyorum...

***

Kalp atışımı benden başkaları duymuyordur inşallah. Zira içimde heyecan davulları çalıyor. Derin bir nefes aldım, üstümü başımı son kez kontrol ettim ve bir cesaretle açtım sınıfın kapısını. Geldiğimi fark eder etmez hepsi birden şaşkın ve meraklı gözlerle ayağa kalktı. Selâmlaştık, güzel dileklerle bir giriş yaptık. İsimlerini henüz bilmediğimi söylemiştim, soldan üçüncü sırada oturan sarışın, renkli gözlü, kıvırcık saçlı, yaşıtlarına göre biraz daha iri duran bir erkek çocuğu parmak kaldırır gibi oldu. Görmediğimi düşünüp hemen indirdi ama ben bir kez gördüm. Sebebini öğrenmezsem rahat edemem, söz verdim, adını sordum. Kendini tanıttı. “Niçin parmak kaldırmıştın?” dedim. Biraz utandı, kızardı, elini ayağını nereye koyacağını şaşırdı. Baktı ki ona gülümsüyorum, başladı derdini anlatmaya: “Öğretmenim, sizin geleceğinizi duyunca çok meraklandık. ‘Acaba nasıl biridir?’ diye aramızda konuştuk. Biz sizi hiç böyle beklemiyorduk…”

“Cevaba şaşırmadım” desem yalan olur. “‘Böyle beklemiyorduk’ derken ne demek istedi?” diye düşündüm. Gözümdeki soru işaretlerini görmüş olmalı ki konuşmasına devam etti: “45-50 yaşlarında, saçları hafiften beyazlamış, göbekli, biraz sinirli erkek bir öğretmen gelecek diye düşünmüştük…”

Cevaba bir kahkaha atıverdim. “Nasıl yani evladım? Niçin böyle birinin geleceğini düşündünüz?” diye sordum. “‘Yeni müdür yardımcısı gelecek’ dediler. Biz de müdür yardımcısı olabilecek bir öğretmenin böyle olması gerektiğini zannediyorduk. Sizi bu kadar küçük, genç ve çok da güzel görünce garibimize gitti” dedi. Canını yediğim kuzucuğum, cevabın arasında dünyanın en güzel ve masum iltifatlarını da sıralamış oldu. Bu konuşma sonrasında heyecanımdan eser kalmadığını hissediyordum. Sanki yıllardır bu sınıfta bu öğrencilerle bu dersi yapıyorduk.

Sınıf defterini açtım. Tek tek isimlerini okumaya başladım. İsmini okuduğum ayağa kalkıyor, “Burada!” diyordu. Böylelikle ben de onları tanımış ve isimlerini hafızama silinmemek üzere kazımış oluyordum. Sırası gelen her öğrenciyle üç beş de kelâm ediyor, genel bir kanı oluşturmaya çalışıyordum. Listenin dördüncü sırasına geldiğimde bir cevap alamadım. Kimse “Burada” demedi. Sonra biraz önce gülüp eğlenerek sohbet ettiğimiz sarışın, kıvırcık saçlı çocuk usulca kalktı, “Öğretmenim, Bilal biraz rahatsız. O yüzden okula pek gelemiyor. Bu yıl biz de yüzünü hiç görmedik” dedi buruk bir sesle ve dolan gözlerini hızla kaçırdı gözlerimden.

Bu işte bir iş vardı muhakkak. Basit bir rahatsızlık olsa çoktan okula dönmüş olurdu. Kaç hafta geçti okullar açılalı. Sınıfta hüzünlü bir sessizlik oldu. Şen şakrak, hareketli, renkli çocuklar bir anda susuverdiler. Oluşan bu mutsuz havayı dağıtmak için daha fazla soru sormadım ve bir sonraki öğrenciye geçtim. Koskoca bir ders tanışma, kaynaşma faslıyla bitiverdi.

***

Ertesi gün aynı olağanlığında hayata başladık. Dersler, işler, koşturmaca… Hayat bir şekilde akıp gidiyor. Farkına bile varmıyoruz günlerin, saatlerin. İkinci dersin sonundaki uzun teneffüste yedinci sınıflardan Tunç -adını odaya üçüncü gelişinde öğreneceğim- utana sıkıla kapıyı çalıp odama geldi. Bir türlü isteğini söyleyemiyordu. Gözlerinin kırmızılığından ağladığı, nefes alışverişinden alacağı bir haberin korkusunu yaşadığı öyle belliydi ki...

Cesaretlendirmek adına konuşmaya ben başladım. Telefonumu istemeye gelmiş. Kardeşi ve babası, sabah erkenden, yaklaşık 100 kilometre uzağımızdaki bir şehre hastaneye gitmişler. Eve dönüp dönmediklerini, ne olduğunu merak ediyormuş. Aradık, babasıyla konuştu. Sordu, sual etti. Telefonu kapatırken rahatlamıştı. “Ne olmuş, dönmüşler mi?” dedim. “Yok öğretmenim, daha dönmemişler ama kanı durmuş” dedi. “Ne kanı?” diye soramadan bir hızla çıkıp gitti odadan. Günün koşuşturmasına kaldığımız yerden devam ettik…

***

Bahçedeki koca çınar ağacı, sonbahar rüzgârlarına direnircesine sallanıyor, sallandıkça yapraklarına biraz daha sıkı sarılıyordu. Yapraklar ise ağaç kadar ümitvar olmayı beceremiyor, her geçen güz günlerinde bir ton daha sarıya çalıyordu. Umut mu, hüzün mü alacağımızı bilemeden, düşen birkaç yaprağı görmezden gelip geçiveriyorduk gölgesinden.

Okuldaki öğrencilerle çok çabuk kaynaşıverdik. Yıllardır bu okulda görev yapıyormuşum gibi hissediyorum. Hemen hemen her teneffüste bahçeye, yanlarına çıkıyorum. Etrafımı bir öğrenci ordusu sarıveriyor. Sohbet, merakla sorulan onlarca soru, kahkahalar derken çalan zil sesi ile fark ediyoruz nerede olduğumuzu. Teneffüste beni göremezlerse koşarak üç beş tanesi odaya geliyor kontrol için. Sessizce odanın kapısından başlarını uzatıyor, işimin olduğunu görünce de usulca kayboluyorlar.

6’ncı sınıflarla da çokça yol kat ettik. Hepsinin ismini öğrendim. Adlarıyla hitap ettiğimde öyle hoşlarına gidiyor ki… Kendilerini diğer sınıflara göre ayrıcalıklıymış gibi hissediyorlar. Listenin dördüncü sırasındaki “126” numaralı öğrenciye geldiğinde yoklama, içimden söyleyip geçiyorum. Çocuklar da alıştı bu duruma, hiç tepki vermiyorlar. Fakat içim içimi yiyor meraktan. Kimdir, nedir, hastalığı neyin nesidir? Onlarca soru kafamı kurcalıyor.

***

Tunç yine geldi odaya. Gözleri kıpkırmızı… Söylemeden anladım ne istediğini. Babasının numarasını çevirip telefonu uzattım. Kısık bir sesle “Tamam” deyip kapattı telefonu. Yine hızla çıktı gitti odadan. Bu sahne birkaç gün sonra tekrar yaşandı.

Gün koşup giderken, beraberinde ayları ve mevsimleri de sürüklüyor. Sonbahar iyiden iyiye hissettirmeye başladı kendini. Çınar ağacında neredeyse hiç yaprak kalmadı. Çocuklarından ayrı düşmüş, hayat gailesi ile her birini başka bir yere göndermiş ama bir gün dönecekler diye bekleyen anne hüznü ve ümidi görüyorum bu ağaca gözüm takıldığında. Rüzgârlar da şiddetlendi. Tatlı ve ılık esmiyor artık. Üşütüyor, ürpertiyor, kışın ayak seslerini duyuyoruz her bir uğultuda. “Geliyorum, hazırlanın!” der gibi bir hâli var.

***

En son geçen Çarşamba geldi odaya Tunç. Kaç gündür yüzünü görmüyorum odada. Teneffüslerde uzaktan izliyorum. Geçmiş günlere oranla neşesi yerinde, gözleri de kırmızı değil sanki. “Bu vaziyet iyi şeylerin habercisi olsun” diye dua ediyorum içimden.

Haftanın ikinci gününde, öğleden sonra son iki saat 6’ncı sınıflarla dersimiz var. Hazırlıklarımı yapıp derse indim. Daha koridorun başından sesleri duyuluyor. Fakat bugün bir farklı sanki tınılarındaki anlam. İçeri girer girmez hepsi ayağa kalktı, selâmlaştık. Sayılarındaki artış hemen gözüme çarptı. Diğerlerine göre biraz daha sıska, kısa boylu, bembeyaz yüzlü bir çocuk, çipil çipil gözleriyle bana bakıyor. “Sen de kimsin?” diye soruverdim. Kısık ve tatlı bir sesle “Bilal, öğretmenim” dedi. Ne diyeceğimi, nasıl davranacağımı bilemedim. Elim ayağıma dolaştı. Hiç yüzünü görmeden tanıştığım Bilal, haftalar sonra canlı kanlı karşımdaydı. Nasıl olabilirdi bu? İnsan, hiç tanımadığı, görmediği birine kendisini bu kadar yakın nasıl hissedebilirdi? Onu görebildiği için nasıl kalbinde kelebekler uçuşabilirdi? Şimdi tam olmuştuk.

Hoş geldin, sefalar getirdin, iyi ki geldin Bilal!

Yoklama alırken ilk defa dördüncü sırada sesim kısılmadı. Yüreğim burkulmadı. Adını duyar duymaz, “Buradayım öğretmenim!” dedi. Nasıl sevindim, bir bilseniz… Bu duygunun tarifi yok. Ancak bir anne kendi çocuğu için böyle şeyler hissedebilir. Öğretmenlik bu yüzden hem çok zor, hem de çok güzel bir meslek. Her sabah kalbiniz yüzlerce parçaya pay oluyor, her akşam onu tekrar toplayıp heybenize yüklüyorsunuz. Günün ağırlığına göre yükünüzün şiddeti de değişiyor. Bugün heybem kuş gibi…

O günden sonra, üç beş gün daha düzenli olarak geldi okula. Bu durum hem ona, hem arkadaşlarına, hem de bana iyi gelmişti. Teneffüslerde en yakın arkadaşlarımdan biri de oydu artık. Yavaş yavaş da anlatmaya başlamıştı kendini. Niçin hastaneye gittiğini, ne kadar kaldığını, orada neler yaşadığını kırıp dökmeden, incitmeden öğreniyordum. Öğrendiklerim kalbime ağır geliyordu ama birilerinin onu dinleyip yükünü paylaşması lâzımdı.

***

Soluk soluğa yukarı geldi Mutlucan. “Öğretmenim, çabuk olun! Bizim sınıfa gelmeniz lâzım. Bilal…” dedi, devamına nefesi yetmedi. O merdivenleri nasıl indim, sınıfı nasıl buldum, hatırlamıyorum. Sadece kırmızı görüyordum. Kıpkırmızı, kan kırmızı… Burnundan oluk oluk kan geliyordu. Kıyafetleri, eli yüzü, oturduğu sandalye, masa hep kandı. Şoka girdim o hâlde görünce onu. Sonra kendimi toparladım. Arkadaşlarını etrafından uzaklaştırdım. Koluna girip lavaboya götürdüm. Benim de elim, kolum, kıyafetim kan olmuştu. Bilal’in kanı...

Kanı dursun diye müdahale yaptım, tampon uyguladım, elini yüzünü yıkayıp temizlemeye çalıştım. “Durmuyor öğretmenim, boş yere uğraşmayın! Boğazımda bile kan var, hissediyorum” dedi. Kan yutmamak için âdeta yutkunmuyordu. Bu an kaç asır sürdü, bilmiyorum.

Biraz yavaşladı kanaması. Hem o, hem ben, savaştan çıkmış misali yorgun ve bitkindik. Birer sandalye buldum, koridorda oturakaldık. Nefeslendik, az dinlendik. Sonra, “Haydi seni eve götüreyim!” dedim. “Ama öğretmenim, ben zaten bütün derslerden geri kaldım, hiçbir şey öğrenemedim, sınıfta kalırım bu gidişle” dedi. Bir topak kan, boğazıma düğümlendi.

Eve götürmek için arabaya bindirdim. Epey de uzakta evleri. Yol boyu hasbihâl ettik. Uzun zamandır bu hastalığı çekiyormuş. Bir anda kanamaya başlıyormuş burnu. Çoğu zaman hastaneye gitmeden durduramıyorlarmış. Hastanede verdikleri ilâçlar da canını öyle acıtıyormuş ki anlatırken bile canı yandı. Henüz tam bir teşhis konulmamış hastalığına. Hemen her seferinde kan değişikliği yapılıyormuş. Kullandığı bir sürü ilâçtan da söz etti.

Boyasız, kara sıvalı bir evin önünde durduk. Annesi, eli yüreğinde bizi bekliyormuş kapıda. Yanında da üç beş kadın daha vardı. “Sabahları kanaması olursa gönderme okula, orada koşturup yoruluyor, daha fazla kanıyor” dedim. Durduramıyorlarmış evde, “Sınıfta kalacağım, hiçbir şey öğrenemiyorum” deyip düşüyormuş yola. “Sen merak etme Bilal, iyi ol, yeter! Sana söz, iyi olursan sınıfta kalmazsın” dedim. Boncuk gözleri gözlerime takıldı. Zaman durdu o anda. Çaresizliği iliklerime kadar bir kez daha hissettim. Çırpınmak ama uçmaya takat bulamamak böyle bir şey olsa gerekti…

Omuzlarım iki yerden kırılmış olarak döndüm okula. Arkadaşları merakla koşup geldiler yanıma. “İyi” dedim, “Merak etmeyin, durdu kanaması. Şimdi eve bırakıp döndüm”. Başları önlerinde sınıfa girdiler. Saat, herkese ve her şeye rağmen ilerliyordu karşı duvarda…

***

Tunç, Bilal’in bir yaş büyüğü. Üç erkek kardeşler. En büyük ağabeylerinde bir sıkıntı yok, o sağlıklı. Tunç’un da arada bir burnu kanıyormuş. Ailecek en büyük dertleri, kederleri Bilal’in durumu. Maddî olarak da durumları pek parlak değil. Kıt kanaat ancak geçiniyorlar. Hastane masrafları, yol parası derken babalarının beli iyice bükülmüş. Başka bir hastaneye götürmeye güçleri de yok. Çaresizlik içinde ancak geçici çözümler bulup, kanamayı durdurtup evlerine dönüyorlar şimdilik.

Her gün sınıfa kontrole gidiyorum. “Geldi mi, gelmedi mi?” diye yokluyorum sınıfı. Geldiğini görünce çocukça bir sevinç doluyor gönlüme. Bir iki de lâf atıp onu güldürüyor, yüklerimi sınıfın kapısına bırakıp dönüyorum günün hengâmesine. Gelmediği günler haber almak için sorup soruşturuyorum. Çoğunda da cevap aynı oluyor: “Burnu kanamış, hastaneye gittiler öğretmenim…”

Garip gelecek belki size, ama aldığım bu cevap bile biraz ferahlatıyor gönlümü. İçten içe korktuğum, dile getirmeye bile cesaret edemediğim bir seçeneğin daha olması korkunç bir his. Kana bile razı oluyorum. Durunca dönme ihtimâli var sonuçta. O ihtimâlin yok olmaması için her gün dua ediyorum. Çünkü ne onun annesi bahçedeki çınar ağacı, ne de Bilal güzle dökülen yaprak…