“Kalpler ancak Allah’ı anmakla mutmain olur”

Ruhun boşluğunu dolduran ve gıdasını sağlayan, kalbe neşe ve huzuru, gönüllere yatışkanlık ve ferahlığı dolduran ve insanın önünü aydınlatan, geleceğine umut ışığı tutan ve ebediyen mutlu olmayı gerçekleştiren en büyük dayanak ve en üstün teselli ve güven, Allah’a dosdoğru inanmak, O’nu severek, sayarak, umut besleyerek anmaktır. Kur’ân bilhassa bundan başka gönül yatışkanlığı veren ikinci bir iksirin bulunmadığını belirterek bizi uyarıyor.

İNSAN yaratılış itibariyle bir makine değildir. İnsan, aklı ile düşünen ve karar veren, gönlü ile hisseden, dili ile konuşan, yine sevinme ve üzülme gibi duygulara sahip bir organizmadır. İnsanoğlu madde boyutunda bir bedene, bir cesede sahipken, mânâ boyutunda ise bir ruha sahiptir.

İnsan, yaratılışı gereği hayatını devam ettirebilmek için maddî bir beden taşıdığı gibi sevme, nefret etme, inanma gibi manevî bir yapıya da sahiptir. Bu sebeple insanın mutlu olabilmesi için maddî ihtiyaçlarının yanı sıra manevî gereksinimlerinin de karşılanması gerekir. Kısacası madde ve mânâ, insan yapısını oluşturan iki unsurdur.[i]

Beden nedir?

Beden, insanın insan olarak görünme aracıdır. Bu mânâda insanı insan kılan, onun bedenidir.[ii]

İnsan bedeni, dıştan beş duyu organı ile teçhiz edilmişken, içeride de bu bedeninin hayatiyetini sağlayan kalp, mide, dolaşım sistemleri, solunum sistemleri ve boşaltım sistemi gibi birçok organın ve sistemin görev yaptığı mürekkep bir yapıya sahiptir.

Ruh nedir?

Ruh ile ilgili olarak TDV İslâm Ansiklopedisi’nde şu bilgiler verilmiş: “Sözlükte ‘gitmek, geçmek; (hava) rüzgârlı olmak; (bir şey) geniş ve ferahlık verici olmak’ mânâlarındaki ‘revh’ kökünden isim olan rûh kelimesi, terim olarak genellikle ‘canlılarda hayatı sağlayan unsur’ şeklinde tanımlanmaktadır.”[iii]

Felsefecilere göre ruh, bedeni harekete geçiren, onu canlı kılan gayedir.[iv] Ruh, bir anlamda kendisinin bir cüzünü teşkil eden ve devamlılığını sağlayan ‘nefes’ mânâsına da gelir.[v]

İnsan ruhu, içinde bulunduğu beden kabına canlılık veren, onu bir cesetten diri hâle getiren bir cevherdir ve bu cevher, irade ve şuur gibi melekelere sahiptir.

Ruh adeta bedenin enerjisidir. Tıpkı elektrikli çalışan cihazların fişi takılınca çalışması gibi, o enerji ile beden harekete geçer. 

İslam’da ruh telâkkisi

İslâm alimleri, her ne kadar aralarında farklılıklar olsa da ruh-beden ilişkisini genelde “nefs nazariyesi” adı altında incelemişlerdir.[vi]

Kindî’ye göre beden, ruhun fonksiyonlarını üzerinde gerçekleştirdiği bir araç konumundadır. İnsan için kişiliğini iyi hâle getirmek, aracı konumundaki şeyi iyi hâle getirmekten evlâdır. Bu bakımdan bedenin sağlığa kavuşması konusunda katlandığımız şeylerden çok daha fazlasını ruhun sağlığına kavuşması için gerekli olan tedavinin zorluk ve sıkıntısına katlanarak göstermek gerekir. Ayrıca, ruhu terbiye etmek için katlanılan zorluk, bedeni terbiye etme sürecinde katlanılana göre çok daha hafif kalmaktadır.[vii]

Kur’ân-ı Kerîm’de “ruh” kelimesi yirmi bir yerde geçer. Bunların dördü “er-rûh” şeklinde yalın olarak kullanılmış, on ikisi çeşitli terkiplerle Allah’a izâfe edilmiş, dördü “rûhu’l-kuds”, biri “er-rûhu’l-emîn” şeklinde yer almıştır.

Ebü’l-Ferec İbnü’l-Cevzî, Kur’ân’da geçen ruh kelimelerinin sekiz mânâya geldiğini belirtir: Canlıların hayatiyetini sağlayan ruh, Cebrâil (rûhu’l-kuds, er-rûhu’l-emîn), büyük bir melek, vahiy, rahmet, emir, üflemekle meydana gelen bir tür yel, hayat (Nüzhetü’l-aʿyün, s. 322-324).[viii] 

Yahudiler, Kureyşli müşriklere şöyle bir akıl verdiler: “Muhammed’e (sav) şu üç şeyi sorun, eğer size ikisinin cevabını verir, üçüncüsünde susarsa, bilin ki o peygamberdir: Ona Ashab-ı Kehf’i, Zülkarneyn’i ve ruhu sorun.” Onlar da Hazreti Peygamber’den (s.a.v) bu üç şeyi sordular. Hazreti Peygamber onlara Ashab-ı Kehf ve Zülkarneyn kıssalarını anlattı ama ruhtan bahsetmedi. Ruh hakkında vahiy gelmesini bekledi. Bunun üzerine, ‘Sana ruhu sorarlar. De ki, ‘Ruh, Rabbimin emrindendir’ ayeti indi (İsra, 85).

Razi tefsirinde, bu ayette belirtilen ruhla hayat sebebi olan ruhun kastedildiğini belirterek, bu ayette Cenab-ı Hakk’ın insanların akıllarının ruhun hakikatini anlamaktan aciz olduğunu beyan ettiğini ve bunun peşinden de “Zaten size az bir ilimden başkası verilmemiştir” buyurduğunu yazmış.[ix]

Yunus Vehbi Yavuz, ruhun mahiyeti konusunda İslâm âlimleri arasında ortaya çıkan farklı görüşleri altı maddede özetlemiştir: 

1. Ruhun mahiyetini bilmek mümkün değildir, çünkü ruh Rabbin emrinden olması itibariyle gaybî bir konudur. 

2. Ruh bedenin şekline bürünen ve duyularla algılanamayan madde dışı bir varlıktır. 

3. Ruh soyut, kutsal ve basit bir cevher olup bedenin bütününe yayılmıştır. Madde türünden bir cisim, cevher veya araz değil tek bir cevherdir, başlı başına vardır, zaman ve mekânla sınırlı değildir, duyularla algılanamaz. Allah’ın “Ol” emriyle bedende yaratılmıştır. Ruh bedenden alınınca insan ölür.

4. Ruh lâtif, nuranî ve semavî bir cisimdir, gül suyunun gülün maddesine yayıldığı gibi bedene yayılmıştır. Ruh bedene ait bir araz olamaz, çünkü araz sürekli yok olup yeniden yaratılır. Eğer ruh araz olsaydı insanın her an farklı bir ruha, kimlik ve kişiliğe sahip olması gerekirdi. Naslarda ruhun ölümden sonra azap veya nimeti algılayacağının bildirilmesi de onun cisim olduğunu kanıtlar. Ayrıca araz için böyle bir durumdan söz edilemez. Lâtif cisim olması duyularla algılanmasını gerektirmez, sadece maddî cisimlere benzemeyen bir cisim olmasını zorunlu kılar. İnsanın düşünen, akıl yürüten ve bilen bir varlık olması da ruhun araz niteliği taşımasını imkânsız kılar. Lâtif cisim olan ruh ile insandaki “biyolojik canlılık” anlamına gelen ruh aynı şey değildir.

5. Ruh, bedenin canlı olmasını sağlayan bir arazdır. Onun yansımaları konumunda bulunan ilim, irade ve hayat gibi nitelikler bedenden bağımsız bir varlığa sahip değildir. Ruhun araz değil, lâtif bir cisim veya soyut bir cevher olduğunu ileri sürmek tenasüh sonucunu doğurur. Çünkü bu durumda ruhun ahirette diriltilecek olan yeni bir bedene gireceğini kabul etme mecburiyeti doğar.

6. İnsan duyularla algılanan bedenden ibaret olup, onda ruh veya nefis diye anılan bir unsur mevcut değildir. İnsan nefes almak suretiyle canlı kalan bir varlıktır; nesneleri algılayan ve bilen şey, onun canlı bünyesidir. Nitekim Kur’ân’da Allah’ın insanı sperm ile aşılanmış yumurtadan veya topraktan yarattığı bildirilmiştir. Eğer insan beden ve ruhtan meydana gelen bir varlık olsaydı, verilen cevapta buna temas edilirdi. Kur’ân’da geçen ruh kavramı ise “melek” yahut “vahiy” anlamında kullanılmıştır. Hadislerde ruhun kuş olarak tasvir edilmesi, ruh inancının Cahiliye Araplarından intikal ettiği düşüncesini hatırlatır.[x]

Tasavvufta ruh

Sufiler de ruhla ilgili farklı görüşler ortaya koymuşlardır. Süleyman Uludağ, sufilerin bu konudaki görüşlerini kronolojik olarak şöyle özetlemiştir: İlk zâhid ve sûfîler insanın mahiyetini açıklarken ruhtan çok, olumlu ve olumsuz yönleriyle nefis ve kalp üzerinde durmuşlardır. İlk sûfîlerin ruh tanımları Kelâmcıların tanımlarından pek farklı değildir. Bu dönemde ruh, nefis, kalp ve akıl eş anlamlı kelimeler gibi görülmüş ve aynı hakikatin çeşitli yönlerini ifade eden terimler şeklinde anlaşılmıştır. Kuşeyrî ruhu “bedene tevdi edilen bir lâtife”, Ebû Bekir el-Vâsıtî “hayat ilkesi” olarak tarif etmiş, Cüneyd-i Bağdadî, Abdullah en-Nebâcî ve Sehl Bin Abdullah et-Tüsterî gibi sufîler ruhun gerçek mahiyetini Allah’tan başka kimsenin bilemeyeceğini söyleyerek bu konuda açıklama yapmaktan kaçınmıştır.”[xi]

İsmail Hakkı Bursevî’ye göre ruh, tek bir İlâhî mânâ olmakla birlikte zâtî, izâfî ve hayvanî diye üçe ayrılır. Zâtî ruh bütün eşyanın varlık kazanmasını sağlayan tek bir İlâhî tecellidir. Ruhun bu tecellisine “feyz-i akdes” denir. İzâfî ruh, âleme hayat bahşeden mânâdır. Bu ruhun zahirinden cisimler âlemi, bâtınından melekût âlemi yaratılmıştır. “Ona ruhumdan üfledim” ayeti gereğince (Hicr, 29) Hakk’ın Zâtına izâfe edilen bu ruh, âlem mertebelerine göre muhtelif isimler alır: Akl-i evvel, akl-i küll, nefs-i küll, kalem-i a’lâ, rûh-i Muhammedî (rûh-ı menfûh), nokta-i küll, sırr-ı a’zam, lâtîfe-i Rabbâniyye, emr-i Rabbânî, cevher-i Rabbânî, aşk-ı İlâhî, mebde-i evvel, menşe-i ervâh, sırr-ı İlâhî… Hayvanî ruh, insan söz konusu olduğunda izâfî ruhun bedene taallûk etmesiyle bedene canlılık kazandıran ruhtur. Hayvanî ruha “nefs-i emmâre” adı da verilir.[xii]

 

Ruh sağlığımız

Ruh, madde içinde ama maddeden ayrı bir varlıktır. Cisim olmadığı için bozulmayan, parçalanmayan, eksilmeyen ve hayata anlam katan candır. Çünkü insan, ruh ve bedenden oluşmakta ve hiçbiri “tek başına” insanı tanımlayamamaktadır. Ruhun imtihan edilebilmesi için bir bedene ihtiyacı olduğu gibi, bedenin de ruha ihtiyacı vardır.[xiii]

Ruh, insanî niteliklerin kaynağını teşkil eder. Beden ve duyu organları ise “ruhun vasıtaları” konumundadır. Bir insanın “beyni” bilgisayarın donanımı yani onun manyetik parçaları ise, “beşerî ruh” da onun yazılımıdır. Yani beynin çalışmasını sağlayan program “beşerî ruh”tur. Nasıl bir bilgisayarın programı olmadığında o bilgisayar hiçbir işe yaramıyorsa, beyin de tek başına bir işe yaramaz; çünkü ruh olmadan beyin hiçbir anlam ifade etmez.[xiv]

İnsan bedeninde var olan beyin ve kalp organlarımız hem maddî âlemi, hem de mânâ âlemini temsil eder. İnsandaki ruh ve beden ikilisi birbirini bütünlediği/tamamladığı için her ikisinin de sağlıklı olması bir diğerini derinden etkiler. Ruhen çökmüş bir bedenin sağlıklı bir şekilde yaşaması ne kadar imkân dışı ise beden sağlığı da -o kadar etkili olmasa da- ruh sağlığını etkiler.

Sağlığın bozulmaması için temel şart, ihtiyaçların dengeli şekilde karşılanmasıdır. Bu durum ruh için de, beden için de geçerlidir. Zira bedenin de, ruhun da birtakım maddî ve manevî ihtiyaçları vardır. Bedenin sağlıklı kalması için dengeli ve yeterli beslenme gerekliyken ruhun da beslendiği kaynaklar vardır. Yani ruhun da ihtiyaç duyduğu birtakım şeyler mevcuttur. Ruh da bunları dengeli ve yeterli bir biçimde almak durumundadır.

Beden yetersiz beslendiğinde hayatiyetini devam ettirmede güçlük yaşadığı gibi hayatî fonksiyonlarını icra edemez. Aşırı beslenme de şişmanlığa bağlı olarak kişide farklı bir sürü metabolik hastalığın nüksetmesine sebep olur ve yine kişi hayatî fonksiyonlarını tam olarak işletemez.

Ruh sağlığı bugün tıbbın psikoloji ve psikiyatri dalları tarafından tetkik ediliyor, inceleniyor ve sorunun şekli, sebebi, tezahürleri, dışa vuran emareleri ve sorunun şiddetine göre değişik başlıklar altında tanımlanıyor. Örneğin ruh sağlığı ile ilgili bir terim olan duygudurum bozukluğu, kişinin duygusal durumunu etkileyen bir akıl sağlığı sorunudur. Bu, kişinin uzun süreli aşırı coşkunluk (mani), aşırı üzgünlük (depresyon) veya her ikisini birden (bipolar yani iki uçlu) deneyimlediği bir bozukluktur.[xv]

Yine burada geçen depresyon terimi ise yaygın görülen bir zihinsel bozukluk olarak tarif edilmiş.[xvi] Bir başka depresyon tanımı da şöyle: “Depresyon, bireylerin kendini psikolojik olarak iyi hissetmediği, çok uzun süreler devam edebilen ve günlük hayatı etkileyen psikolojik bir rahatsızlıktır. Sözcük anlamı ‘çökkünlük’ olan depresyon, kendine özgü belirtileri olan, kişinin duygu, düşünce ve davranışlarını olumsuz etkileyerek ilişkilerini, meslekî ve sosyal becerilerini, fiziksel sağlığını bozan önemli bir duygu durum bozukluğudur.”[xvii]

Motivasyon eksikliği, değersizlik hissi, karamsarlık, mutsuzluk, suçluluk duygusu, ölüm ve intihar düşünceleri depresyonun belirtilerindendir.[xviii] Bir diğer duygudurum bozukluğu ise bipolar bozukluktur -ki diğer adıyla “iki uçlu duygudurum bozukluğu”-. Önceden manik depresyon olarak adlandırılmış, kişinin ruh hâlindeki değişimlerle karakterize bir duygudurum bozukluğudur.[xix]

Duygudurum bozukluğunun semptomları, bozukluğun türüne bağlı olarak değişebilir. Majör (klinik) depresyon belirtileri şunlardır: “Çoğu zaman veya neredeyse her gün üzgün hissetmek, enerji eksikliği veya hâlsizlik, çaresiz veya umutsuz hissetmek, iştahsızlık veya aşırı yemek yeme, önceden eğlendiren aktivitelerden zevk alamamak, aşırı uyku veya uykusuzluk, ölüm veya intihar hakkında tekrar edici düşünceler, konsantrasyon veya odaklanma zorluğu…”

Bipolar bozuklukta, depresif dönemlerde görülen semptomlara ek olarak manik dönemlerde şu semptomlarla karşılaşabilir: Aşırı enerjik, coşkun veya mutlu hissetmek, hızlı konuşmak, ajitasyon, huzursuzluk veya sinirlilik, çok fazla para harcamak, dikkatsizce araba kullanmak gibi hayatî risk taşıyan davranışlar, aktivitede olağandışı artış veya aynı anda çok fazla şey yapmaya çalışmak, birbiriyle yarışan düşünceler, uykusuzluk veya uyku sorunu, belirgin bir sebep olmadan gergin olma durumu.[xx]

Yahudiler, Kureyşli müşriklere şöyle bir akıl verdiler: “Muhammed’e (sav) şu üç şeyi sorun, eğer size ikisinin cevabını verir, üçüncüsünde susarsa, bilin ki o peygamberdir: Ona Ashab-ı Kehf’i, Zülkarneyn’i ve ruhu sorun.” Onlar da Hazreti Peygamber’den (s.a.v) bu üç şeyi sordular. Hazreti Peygamber onlara Ashab-ı Kehf ve Zülkarneyn kıssalarını anlattı ama ruhtan bahsetmedi.

Ruh ve kalp ilişkisi

Kalp, “değişken olan” demektir. Bir nesneyi bir durumdan diğerine, bir işten diğer bir işe çevirmek veya döndürmektir. İnkılap-maklub (altını üstüne getirmek) ve takallub da bu kökten türeyen kelimelerdir. Hepsinin ortak mânâsı değiştirme ve dönüştürmedir.[xxi]

“Kalp” lafzının lügat ve ıstılah tanımlarından hareketle, insan vücudundaki kalbin insanın şuur, vicdan, his, idrak ve aklî kuvvetlerinin merkezi olduğunu veya bu kabiliyetlerin bu uzvumuz tarafından kullanıldığını söylemek mümkün görünüyorsa da ulema arasındaki görüş ayrılıkları ve cevapsız kalan bazı sorular, bu konuda temkinli davranmayı gerektirmektedir. Zira göğüste bulunan bir et parçası ile iman, şuur, vicdan ve akıl gibi melekelerimiz arasında bir ilişkinin olup olmadığı, eğer bir ilişkinin varlığı kabul ediliyorsa bu alâkanın nasıl gerçekleştiği konusunda açık ve kesin bir cevap verilememekte ve bu belirsizlik, iki ayrı kalbin varlığından söz edilerek aşılmaya çalışılmaktadır.

Literatürdeki bazı kalp tanımlarına göre, “göğsün sol tarafındaki çam kozalağı şeklindeki et parçası kalb-i cismânî; şuur, vicdan, his, idrak ve aklî kuvvetlerimizin merkezi ise kalb-i ruhanidir”.[xxii]

Mutasavvıflardan Tehanevî de bu konuda şöyle bir izah getirir: “Kalp, Allah’ın bütün isim ve sıfatlarının üzerinde döndüğü bir noktadır. Bu yüzden kalp çok seri tekallub eder. Eğer kalp bu değişme ve dönme kabiliyetine sahip olmasaydı Allah’ın hâkim isim ve sıfatlarının sultasına girecek, bu isim ve sıfatlarla tahakküm edecekti… İnsan için önemli olan, Yaradan’ına dönmektir. Bu da halkî olanın Hakkî olana dönmesiyle gerçekleşir ki bu da ancak değişimi sağlayan kalp ile mümkün olur…” (Tehanevî, Keşşâfu Istılâhati’l-fünûn, II/1170.) [xxiii]

Ruh ve kalp arasındaki ilişkiyi Alâeddin Başer şu cümlelerle izah eder:

“Bazı âlimler ise ruh ile kalbin aynı olduğu görüşündedirler. Bu görüş ruhun basit olduğu, terkip olmadığı hakikatine dayanmaktadır. Şu var ki, bu basitlik içinde yine harika bir iş bölümü vardır; kalp, akıl, vicdan sanki müstakil imişler gibi ayrı işlerde mükemmel vazife görürler. Öte yandan, ruhun maddî ve kesif olmayıp lâtif bir varlık olması sebebiyle ruhun kendisi de bir lâtifedir. Nitekim Sözler’de, insan penceresinde ‘bir kanun-u emri ve lâtife-i Rabbâniye olan ruh’ ifadesi geçer.

Kalp ile beden arasındaki harika ilginin bir yönü de şudur: Beden gibi ruhun ve kalbin de ihtiyaçları vardır. Yine bedenin hayatiyeti maddî gıdalarla devam ettiği gibi, ruh da manevî gıdalarla beslenir; onlar verilmediğinde zayıf düşer, yaratılış gayesine lâyıkıyla hizmet edemez.”[xxiv]

Nitekim kalp, insan bedeni için merkezî ve hayatî bir mevkidedir ve tekallub kabiliyeti sebebiyle hayatın hareket ilkesine hizmet eder. Ruh da insana hayat ve hareket kabiliyetlerini bahşetmektedir. Hareket kabiliyeti insanı diğer varlıklardan ayıran bir vasıf değildir fakat bu kabiliyet zekâyla birleştiğinde insanı kâinattaki en üstün varlık konumuna yükseltir. Çünkü eylem ve zekâ, insanı hayvandan ayıran ve ona değişme özelliğini bahşeden kabiliyetlerdir.[xxv]

 

“Kalpler ancak Allah’ı zikretmekle mutmain olur”

Ruh ve kalbi aynı anlamda kullandığımızda, ruh sağlığının ilk önce kalp, dahası gönül ve vicdan sağlığı olarak değerlendirebiliriz. Gönül rahatlığı aynı zamanda akıl sağlığını da etkileyecek en büyük etkendir. Kişi strese girdiğinde, vicdanen rahatsız olduğunda, kendisini çok yalnız ve çaresiz hissettiğinde akıl sağlığı da, ruh sağlığı da bozulacaktır. Oysa Rad Sûresi 28’inci ayette, “Haberiniz olsun ki, kalpler ancak Allah’ı zikretmek ile mutmain olur” buyurulur.

Fahreddin-i Razî bu ayeti şöyle tefsir etmiştir:

“Bu ayet ile ilgili son derece dakik ve ince sırlarla dolu bahisler vardır. Bunlar birkaç yönden izah edilir.

Birinci cihet: Varlıklar üç kısımdır. (a) Tesir altında kalmayan, müessir olan varlıklar; müessir olmayan ama tesir altında kalan varlıklar ve her şeyde müessir olup hiçbir tesir altında olmayan varlık. Hiçbir şeyden müteessir olmayan müessir varlık, ancak Hak Subhânehû ve Teâlâ’dır. (b) Müessir olmayıp müteessir olan varlıklar ise cisimlerdir. Çünkü bunlar, çeşit çeşit sıfatları ve birbirine zıt tesirleri (etkileri) kabul eden varlıklardır. Bunların ancak kabul etme hususiyeti vardır. (c) Bazen müessir, bazen müteessir olan varlıklara gelince, bunlar ruhanî varlıklardır. Bu böyledir, çünkü bunlar Hazreti Allah’a yöneldikleri zaman, O’nun meşîetinden, kudretinden, tekvininden ve icadından feyezan eden tesirleri kabul etme durumuna gelirler. Cisimler âlemine yöneldikleri zaman ise onlar üzerinde tasarrufta bulunmaya iştiyak duyarlar. Çünkü cisimler âlemini yöneten ruhlar âlemidir.

Bunu iyice anladığın zaman, bil ki kalp, ne zaman cisimler âlemini araştırmaya ve müşahede etmeye (seyre) yönelirse, o esnada bir daralma ve çarpıntı ile o cisimler âlemini ele geçirip onda tasarrufta bulunma konusunda şiddetli bir temayül meydana getirir. Ama kalp, Hazreti Allah’ın azametini araştırmaya ve müşahedeye yöneldiği zaman ise kalpte samedanî nurlar ve İlâhî ışıklar hâsıl olur. İşte kalp o zaman sükûna erer. Bundan dolayı Hak Teâlâ, ‘Haberiniz olsun ki, kalpler ancak zikrullah (Allah’ı anma) ile mutmain olur’ buyurmuştur.

İkinci cihet: Kalp ne zaman bir hâle vâsıl olursa, oradan, ondan daha şerefli bir diğer hâle geçmeyi arzular. Çünkü cisimler âleminde bulunan her saadet ve mutluluğun üstünde, lezzet duyulan ve gıpta edilen bir başka mertebe vardır. Ama kalp ve akıl, marifetullah ve samedanî nurlar ile mutluluğu isteme noktasına ulaşınca, artık o noktada kalır ve karar bulur. Böylece oradan başka bir yere geçmeye kendinde güç bulamaz. Çünkü saadet bakımından bundan mükemmel ve yüce bir derece yoktur. İşte bu mânâdan ötürü Allah Teâlâ, ‘Haberiniz olsun ki, kalpler ancak zikrullah ile mutmain olur’ buyurmuştur.

Üçüncü cihet: Hayat iksirinden bakır madenine bir damla düşse, o bakır altın hâline gelir ve bütün çağlar ve zamanlar boyunca, ateşten hasıl olan erimeye dayanarak bâki kalır. İşte bunun gibi, Allah Teâlâ’nın celâl ve azamet iksiri insanın kalbine düştüğü zaman, onu hiçbir değişme ve bozulmayı kabul etmeyen, bâki, saf ve nuranî bir cevher hâline dönüştürmesi haydi haydi evlâdır. İşte bundan dolayı Hak Teâlâ, ‘Haberiniz olsun ki, kalpler ancak zikrullah ile mutmain olur’ buyurmuştur.”[xxvi]

Allah’ı zikretmenin hükmü

Ayrıca ayette yer alan “Allah’ı anmak veya zikretmek”, sadece Allah’ın ismini tekrar etmek olarak düşünülmemelidir. Kalbi tatmine ulaştıracak bir anma eylemi için ilk önce Allah’a kayıtsız şartsız bir iman ve bu imanın gerektirdiği şekilde bir itaat ve hayat yaşamak gerekir.

Seyyid Kutub da tefsirinde bu hususta şu açıklamayı yapar: “Allah’ı anmakla mümin kalplerde gerçekleşen bu huzur, gerçek ve köklü bir duygudur. İmanın tadına varan ve Allah’a bağlanan gönüller bilir bu duyguyu. Bu duyguyu bilirler ama bunu, bu duygudan habersiz olanlara sözcükler aracılığıyla aktaramazlar. Çünkü bu duyguyu sözcüklerle ifade etmek mümkün değildir. Bu, kalbi bürüyen, onu dinlendiren, neşelendiren, yumuşatan, rahatlatan, kendini güvencede hissetmesini sağlayan ve esenlik bahşeden bir duygudur. Kalp, varlık âleminde tek başına, yapayalnız olmadığını anlar. Çünkü çevresindeki her şey himayesinde bulunduğu yüce Allah’ın eseridir...”[xxvii]

Celal Yıldırım’a göre inkârcı sapıklar, mal, makam ve servetle gönül yatışkanlığına kavuşmaya çalışırlar. Kadından başka dünyası olmayan sapıklar, kadın­larla teselli bulup huzur ararlar. Makam hastası olanlar, daha yüksek ma­kamlara erişmekle rahat edeceklerini, huzur bulacaklarını sanırlar. Dinle­rini dünyalarına alet edinenler, erişmek istedikleri nesnelere kavuşmakla iç rahatlığına kavuşacaklarını zannederler. Oysa bunların hiçbiri gönül­leri dolduracak, kalbe huzur ve yatışkanlık verecek değerler değillerdir. Hepsi de sabun köpüğü misâli gelip geçicidir ve bir süre sonra sönüp be­lirsiz olmaya mahkûmdur.

Günümüzde birçok kimse bir sıkıntı, üzüntü, felâket, başarısızlık ve musibet ya da hastalık ile karşılaştığı zaman sigara içmekte, içki kullanmakta teselli arar. Oysa bunlarda deva yok, dert var; huzur ve sükûn yok, sahte bir oyalanma ve geçici bir mahmurluk söz konusu. Hiçbiri ruhta meydana gelen boşluğu doldurmaya, kalpte acılan gediği kapatmaya elverişli değildir. Sonu tedricî intihar ve karanlık bir ölümdür.

Ruhun boşluğunu dolduran ve gıdasını sağlayan, kalbe neşe ve huzuru, gönüllere yatışkanlık ve ferahlığı dolduran ve insanın önünü aydınlatan, geleceğine umut ışığı tutan ve ebediyen mutlu olmayı gerçekleştiren en büyük dayanak ve en üstün teselli ve güven, Allah’a dosdoğru inanmak, O’nu severek, sayarak, umut besleyerek anmaktır. Kur’ân bilhassa bundan başka gönül yatışkanlığı veren ikinci bir iksirin bulunmadığını belirterek bizi uyarıyor.

Kalp, insan bedeni için merkezî ve hayatî bir mevkidedir ve tekallub kabiliyeti sebebiyle hayatın hareket ilkesine hizmet eder. Ruh da insana hayat ve hareket kabiliyetlerini bahşetmektedir.

Sonuç

Beden yemeye ve içmeye muhtaç olduğu gibi ruh da yemeye ve içmeye muhtaçtır. Bedenin hayat bulması yerden biten gıdalara, ruhun hayat bulması da gökten inen gıdalar bağlıdır. Beden kesiftir ve kesifi sever. Ruh lâtiftir, El-Lâtif olan Allah’ı sever. Bedene değer verenler yere rağbet ederek dünyalıklara gömülüp yerin dibine batarlar. Ruha değer verenler ise göğe yükselip yücelik kazanırlar. Beden ölür, ruh ise vefat eder. Çünkü ruh ölmez, vefa gösterir. Bedendeki kalp işlevini yitirince, ruhun bineği olan cesedi geldiği yere döndürmek gerekir. Bu insanlık ailesinin işidir. Aksi takdirde beden kokmaya başlar. Ruhun kalbi işlevini yitirince, ruhu geldiği yere geri çevirmek gerekir. Bu da meleklerin işidir. Ruh dünyada aslına dönmediği sürece kokmaya ve hayatı kokutmaya başlar. Tâ ki melekler onu geldiği yere gönderinceye kadar…[xxviii] 

Düşünün, Yaratıcınız size şah damarınızdan daha yakın ise asla yalnız değilsiniz. O’na gereği gibi iman ettiğinizde ise birçok dert ve sıkıntınızdan kurtulacaksınız.

Yazımızı Seyyid Kutub’un şu satırlarıyla tamamlıyoruz:

“Şu yeryüzünde, Allah’a yakınlıktan doğan huzurdan yoksun olandan daha bedbaht biri olamaz. Çevresindeki evrenle ilgisini kesmiş olarak şu yeryüzünde dolaşan birinden daha mutsuz, daha zavallı biri olabilir mi? Çünkü o, şu evrenin yaratıcısı olan Yüce Allah adına, kendisini çevresinde yer alan varlık âlemine bağlayan sağlam kulptan kopmuştur.

Şu yeryüzüne niçin geldiğini, neden gideceğini ve hayatta katlandığı şeylere neden katlandığını bilmeyen biri kadar mutsuz, bedbaht kimse olamaz. Çevresinde yer alan her şeyden ürken, sürekli korkarak yeryüzünde dolaşan biri, bedbahtlığın girdabında yüzmektedir. Çünkü kendisi ile diğer varlıkları birbirine bağlayan gizli bağdan habersizdir.

Hayır, hayır, ıssız çöllerde, tek başına, yapayalnız kimsesiz olarak yol kat eden birinden daha mutsuz, daha bedbaht biri olamaz. Arkadaşsız, kılavuzsuz, yardımcısız, tek başına mücadele etmek zorundadır. Yüce Allah’a dayanılmadığı, O’nun himayesi ile güvencede olunmadığı sürece dayanılamayacak çok an yaşanır hayatta. Büyük bir güce, dayanıklılığa, sağlamlığa ve hazırlığa sahip olmak fayda etmez böyle durumlarda. Hayatta öyle anlar olur ki, tüm bunları silip süpürür. Ortalığı kasıp kavuran böylesi zorluklara Allah’a sığınmak suretiyle huzur bulan, kendini güvencede hisseden birinden başkası dayanamaz.

‘Haberiniz olsun ki, kalpler ancak Allah’ı anmakla huzura erebilir’.

Şu Allah’a sığınanlar, O’nu anmakla huzura kavuşanlar... Yüce Allah onların katındaki yerlerini de güzelleştirmiştir. Çünkü onlar Allah’a sığınmakla güzel davranmışlar, dünya hayatında güzel işler yapmışlardır. ‘İman edip iyi ameller isteyenlere ne mutlu! Onları güzel bir gelecek beklemektedir’.”[xxix]

 



[i] https://www.diyanethaber.com.tr/insanin-manev-boyutu-ruh

[ii] Ejder OKUMUŞ, Bedene Müdahalenin Sosyolojisi, Şarkiyat İlmi Araştırmalar Dergisi -www.e-sarkiyat.com- Sayı: II, Kasım 2009

[iii] Yunus Şevki YAVUZ, Ruh, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 35, s187-192, Ankara, 2018

[iv] Hüsamettin ERDEM, İlkçağ Felsefesi Tarihi, s. 268, Konya, 2000

[v] Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “rvḥ” md.; Lisânü’l-ʿArab, “rvḥ” md.

[vi] Ahmet BOZYİĞİT, İslâm Felsefesinde Ruh- Beden İlişkisi, Turkish Studies- Social, 15(6), 2851-2866, 2020

[vii] Bozyiğit, agm.

[viii] Yavuz, agm.

[ix] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 15/33

[x] Yavuz, agm.

[xi] Süleyman ULUDAĞ, Ruh, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 35, s. 192-193, Ankara, 2018

[xii] Uludağ, agm.

[xiii] Ahmet Emin Seyhan, Ruh Nedir?, https://www.akademikakil.com/ruh-nedir-2/ahmeteminseyhan/

[xiv] Agm.

[xv] https://www.medicana.com.tr/saglik-rehberi-detay/12635/duygudurum-bozuklugu

[xvi] Agm.

[xvii] https://www.guven.com.tr/saglik-rehberi/depresyon-nedir-depresyon-belirtileri-nelerdir

[xviii] Agm.

[xix] https://www.medicana.com.tr/saglik-rehberi-detay/12635/duygudurum-bozuklugu

[xx] https://www.medicana.com.tr/saglik-rehberi-detay/12635/duygudurum-bozuklugu

[xxi] https://kurandanhayata.com/Kalp_Beden_Ve_Ruh_iliskisi_haberi_109.aspx

[xxii] Fatma ÇALIK, Bir Semantik Analiz Denemesi: Kur'ân’da ‘Kalp’ Kavramı, Uludağ Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi Cilt: 20, Sayı: 2, s. 167-190, Bursa 2011

[xxiii] Agm.

[xxiv] Alâeddin Başer, Ruh ve Kalp Aynı Şey mi, Zafer Dergisi, 444. Sayı, Aralık 2013

[xxv] Çalık, agm.

[xxvi] Fahreddin Razi, Mefatih-ul Guyub, Ra’d Suresi Tefsiri, c:13, sh: 449, Huzur Yayınevi, 2002

[xxvii] Seyyid Kutub, Fizilal-il Kur’an, Ra’d Suresi 28. Ayet Tefsiri

[xxviii] https://kurandanhayata.com/Kalp_Beden_Ve_Ruh_iliskisi_haberi_109.aspx

[xxix] Seyyid Kutub, Fizilal-il Kur’an, Rad Suresi 28. Ayet Tefsiri