TOPRAK üstünde derin
izler bırakan nesillerden sanal izler bırakan nesillere evrildik. Bilgi,
paylaşım, eğlence, yaşam ve iş dünyasının gereği olarak zoraki bir dijital kuşatmaya
kapılarımızı heves ile açtık. Dijital dünyaya olan ihtiyacımızda haklıydık.
Haklılığımız, kaybımız oldu. Elbette çağa ayak uydurmalı, ileri medeniyetler
seviyesine ulaşmalı ve millet Mars’a giderken biz yaya kalmamalıydık.
Bu
haklı sebepler için yüzlerce kişinin doğru amaçlara ulaşmasını ama
milyonlarcasının teknolojinin girdabında boğulmasını terazide doğru tartmalıyız
diye düşünüyorum. Terazide bir şeyler tartmanın amacı, kefelerden birini yok
saymak ya da tamamen kötülemek değildir. Hızla ilerleyen teknolojinin dünyanın
diğer ucundaki insanı görüntülü olarak karşımıza getirmesi, uzakları yakın
etmesi iyi ama insanı insana kazandıramaması ne trajiktir.
Kültür
yapan bir milletten kültürünü arayan bir millete dönüşmek acı bir gerçek olsa
gerek. Kültürümüz ve özümüz hakikatimizdir ve sadece müzelerde gezmek, belgesel
yapımlarında tanık olmak, basılı görsel eserlerle öğrenmek için var değildir.
Kültür atadan miras alınır, yaşanır ve yaşatılır. Ona katkı sağlanır ve sonraki
nesillere aktarılmak suretiyle millî şuur oluşturulur.
Lâkin
kültür, bir mobil uygulama olarak cep telefonumuza indirilmek suretiyle
yanımızda taşıyacağımız sanal bir bilgi bankası olmaktan öteye gidemiyor artık.
Kültürümüz hazinemiz, mücevherimizdir. Hazine, saklanmak sureti ile değil,
işlenmek ve geliştirilmek suretiyle esas amacına ve değerine kavuşur. Kültür
millî bir unsurdur. O yüzden “millî kültür” adı altında anmak daha esaslıca
olacaktır. Millî
kültür, bir millete kimlik kazandıran maddî-mânevî değerlere verilen isimdir.
Ortak
değerlerimizden meydana gelen millî kültürün ana unsurlarına bakacak olursak,
bunları tarihî süreçler içerisindeki toplumsal yapı, dinî inanç, edebî eserler,
ahlâkî yapı ve düşünce sistemleri, gelenek-görenek yapısı ve yaşamı süsleyen
sanat çizgileri olarak değerlendirebiliriz. Türk milleti olarak sadece birkaç
alanda değil, kültürün tüm unsurlarında tarihe ve diğer tüm uygarlıklara eşsiz
bir sunum yapmışız ve geçmişimiz, en kıymetli eserimiz. O yüzden kültüre basit
bir şeymiş gibi bakma lüksümüz yok. Millet adına olan her şey değerlidir,
gereklidir ve kutsaldır.
Bu
millet, kültürü için az emek vermedi. İnancına en sağlam şekilde bağlanmış,
vefa göstermiş ve sayısız can feda etmiştir. Vatan ve din uğruna yazılan
destanlarımız, geçmişimizden geleceğimize en güçlü ve en aydınlık köprümüzdür.
İçi cevher olan bireylerden oluşan bir toplumdan çıkmıştır Malazgirtler,
Çanakkaleler, 15 Temmuzlar.
Gelenek
ve göreneklerimiz ile sanata kattıklarımızla da ayrı bir kategoride yer alırız.
Düğün merasimlerimiz, asker uğurlamalarımız, misafir ağırlamalarımız, müziğimiz,
yemek kültürümüz, kilimle desen desen konuşmamız, bayram şenliklerimiz, kısaca
ardı arkası kesilmez bize özgü renklerimiz var. Tarihsel varlık sürecimizde
dinî yapımız ne olursa olsun, ahlâkî yapımız sert ama mert bir çizgide olmuş;
öyle ki, birlik ve dirlikte insanlık tarihine önder olmuşuz.
Kültürel
geçmişimizi ve yapımızı özetlemek kolay olmasa gerek. Zaten bu yazımın konusu
da kültürümüzün yapısı, örnekleri ve tarihsel süreci hakkında bilgi vermek
değil. Kültürün toplumdaki ve insandaki yerini değerlendirmek niyetindeyim.
İnternet
aracılığı ile eski kilim dokumalarımıza bakmanızı ve bununla ilgili bir soru
sormak istiyorum: Özümüzü ve tarihimizi yansıttığımız o desenler ile şimdiki
yaşantımız arasında nasıl bir bağ kurabiliyorsunuz?
Eskiden nakış nakış işlenirdi yaşam. Cengimiz destan, yemeğimiz kültür olurdu. Söz boşa çıkmaz, oyun boşa gitmezdi. Şimdi ise işimiz gücümüz sanal oldu. Pandeminin de katkılarıyla dijital dünyadan uzak olan ne varsa iyice hayatımıza sokuldu. Okul hayatı, iş dünyası, alışverişler, sohbetler bir bir yerini aldı bu çağ içinde çağ olan dijital hayatta. Evler dijital birer hapishaneye dönüştürüldü. Yolları süsleyen öğrenciler evlerde kilo almaya, ders bahanesiyle sanal oyun tuzağına düştüler. Karantina dönemlerinde hareket alanı azalan insan, bu zarurî zaman dilimlerini çok daha faydalı bir anlamda kullanabilirdi. Elbette kullananlar da var ama genelde toplum psikolojik yaralar aldı. Pandemi gibi bir dış etken, aslında bize ayna oldu. “Kendi içine dön, aslına bak!” diye bağırdı bize, biz bunu duyamadık. Kendimizle ilgilenmemiz gerekiyordu ki biz zarurî şekilde evlere hapsolduk, bunalım takılmayı seçtik.
Kalp
sanal atar mı?
Ne
kadar çabalarsak çabalayalım, insanın yaratılış fıtratını değiştiremeyiz. Kalp
olsun, bedenin diğer parçaları olsun, akıl ve ruh olsun, hepsinin yaratılış
amacı vardır. Bu amaçlardan herhangi birinin dahi günü Facebook ya da Instagram’la,
dizilerle, sanal oyun ve muhabbetlerle geçirmek olduğunu sanmıyorum.
Kalp
dolu dolu bir yaşam için atar, can verir, duygu denizlerinde dalgalarla çarpışmayı
sever, koşan çocuklar misâli hep neşeyle atmayı ister. Hayat çağlamaktı, sözdü,
omuz omuza yol almaktı, kulaktan kulağa Kur’ân’ı, destanı, dostluğu, duâyı
taşımaktı. Her şey daha da canlı, daha da gerçekti ki kalp, o misâlle daha
canlı atardı. Şimdi de canlı atar ama sadece vazife ve beden için. Kalp, yollarda
koşup oynayan çocukların yüreğinde atar. Elinden ve zihninden cep telefonunu
bırakmayan için daha fazla ne atacak ki?
Sanal
dünyayı sevmez kalp, sahteliğe gelemez. Bir ekran içine nasıl hapsedersiniz
koca insan ruhunu? At üstünde doludizgin giden bir akıncı olan kalp, nasıl
hayat bulsun telefon ya da bilgisayar ekranındaki görüntülerde?
İşin
bir de vebâl ve miras boyutu var. Atalarımızın bizlere bıraktığı şanlı
tarihimiz ve eşsiz kültürümüz öyle kolay oluşmadı. Nice canlar feda oldu, nice
cefalar çekildi, özden taviz vermeden nesillere aktarmak borç bilindi, kutsal
bellendi. Kutlu bir aktarımla devredilen miras, sadece anlatılmak ve okunmak
için mi devredilir acaba? Peki, bu nesil, diğer nesillere neler hazırlıyor
dersiniz?
İnsan
ilerledikçe teknolojide ilerleyecekti elbet. Evin dışında ve içinde hayatımıza
farklı cihaz ve aletlerin girmesi kaçınılmazdı. Yollar kısaldı, işler hızlandı,
dünyanın diğer ucu avuçlarımıza sığdı. Bilgisayar, medya ve basılı eserler
aracılığı ile bilgi çoğaldı, dünya bilgi arama motorlarının ellerine teslim
edildi. Yattığımız kalktığımız, yediğimiz, giydiğimiz her şey aşikâr oldu.
Bilgi
çoğalınca, mesafeler ortadan kalkınca kültür de çoğaldı mı, daha mı renklendi? Kültür,
bir anlamda insanın kendi eliyle yaşamını işlemesidir. Nasıl demir döve döve
tavında, kilim ilmek ilmek parmaklarda yol alır, hâl olursa, öyle olmalı işte! Olmuyor
gibi görünüyor maalesef şu aşamada...
Teknoloji
bizi bizden uzaklaştırmakta. Demir dövülmez, kilim dokunmaz oldu. Hâl böyle
olunca, hayatı işlemek değil, izlemek düştü bize. Film seyreder gibi
seyrediyoruz TV’den, cep telefonundan, bilgisayardan ömür denen sermayenin bir
son model araba gibi son sürat hızla yol alıp tükenmesini. Üreten nesillerden
tüketen nesillere, yazan ve okuyan nesillerden susan ve boş boş bakan nesillere
geçiş yapıyoruz. Her ne kadar kutsallarımıza sahip çıkmaya devam etsek ve dünyanın
en temiz kanına sahip olsak da biraz tembellik ve biraz rehavet vurdu bizi.
Gece gündüz plân yapan dış güçler ve onlara destek çıkan hainler vurdu bizi. Zihinler
uyuşmakta; tefekkür bir eski zaman deyişi ve insan, çok meşgul, kendinde
olmadan, kendi için sandığı uğraşlarda.
Ağlamaya
vakit yok, mezarlarda definler daha hızlı yapılmaya başlandı ki oturup ders
almaya, düşünmeye dahi vakit kalmaz oldu. MSN, Whatsapp, SMS muhabbetleri yetiyor
bize, edebiyata ne gerek var. Kitap okumak âlim işi, herkesin elinde durmasına
gerek yok. Müzeler, belgeseller, kitaplar da bize yeter. Kültürümüzü çocukların
ödevlerinden öğrensek birkaç madde ile daha ne? Olmazdı böyle ama oluyor işte!
Bu çağ büyük imtihan. Her taraftan bir saldırı var insana. Ne yapıyorsa insan
yapıyor kendine.
Çare
mi? Bu yazım, daha önceki ve daha sonraki yazılarımda olacağı üzere benim
tercihim bellidir. İdarecisinden eğitimcisine, sanatçısından bilim adamına,
medyasından ev halkına ve çiftçisinden askerine kadar birlik olmakta çözüm.
Soruna ve çözüme hep beraber sahip çıkmakta...
Zincirin
bir halkası eksik olunca tutmuyor maya. Her fert önce kendini çekecek köşeye,
işi gücü bırakıp ilgilenecek içi ve dışıyla. İdareci yol gösterecek ve tutacak
elinden, bilim yol açacak, din ise güç, ilham ve istikamet verecek. Medya ve
yayın organları güzellikleri çoğaltacak. Kimse “Bana ne!” demeyecek, kimse
kimseyi dışarıda bırakmayacak. Görebilene her şey bir ibret ve mucize şu
hayatta. Yüce Mevlâ’m, izin ve hikmet verebilseydi de görebilseydik ağaçları
tüm hakikatiyle, o bile tek başına yeterdi bize.
İnsan
yağmur mucizesini, doğumu ve ölümü, topraktan biten çeşit çeşit nimeti, karada,
havada ve denizdeki sayısız canlıyı, insanların her birinin ayrı hikâyeleri olduğunu
ve sayısız nimet ve sayısız oluşu bir yere bırakır da sonsuzluğun ve sonsuz
mucizenin tam ortasında bir ekrana hapis yürümeye nasıl razı olur, aklım
almıyor!
Uyanmak
zor olacak elbet. Dijital dünyanın büyüsü çok ağır. Altından kalkmak o kadar
zor ki, gönüllü esaretteki birini kendinden kaçırmak dünyanın en zor işi olsa
gerek. Ama kaçmak gerek bu çağın rehavetinden, dijital esaretinden,
umutsuzluklarından, ihanetlerinden. Sığınmak gerek Yaratan’a, geçmişimize,
özümüze, birliğimize. Canlandırmak gerek Türk’ün ruhunu. Kültür ateşini yeniden
yakmak gerek.
Tarih
olsun, kültür yapısı olsun, herhangi bir konudaki yazılı bilgiler elimizin
altında, internet denen kasada... Peki, biz bu bilgileri neden kendi içimize,
ailemize ya da çevremize işleyemiyoruz? Bilgi neden çözüm değil? Kültürün ne
olduğunu bilmek neden kültürlü yapmaz insanı?
Çok
hoşuma giden bir söz var: “İnsan için ancak çalıştığı vardır.” İnsanın önüne
gelmiş ve gelecek bütün bilgiyi koysanız, bütün zenginliği ve bütün teknolojiyi
koysanız ne olacak ki? Elindeki ve içindekini değerlendirebilmek ayrı bir
şeydir. Dışarıdan müdahalelere göre işlemez insanın içi. İnsan sırlar küpüdür,
görünen ve bilinenler yeterli değildir sağlıklı çalışması için. Gönül, ruh,
nefs, irade, akıl denen unsurlar vardır; bunların yapısı, işleyişi kitaplarda
asla yazmayacak, birileri açıklayamayacaktır. Nasıl olacak o hâlde?
Burada
Rabbim yetişir insanın yardımına. İnsan niyetine, inancına ve gayretine göre
destek alacaktır Hakk’tan. Seçimlerine göre, olayları değerlendirişine ve
aldığı kararlara göre yol alacaktır yaşam okyanusunda. İmtihanları ve liyakati
ölçüsünde konaklayacağı yerler belirecektir.
Bir
şeyler yapmak gerek; olaylara farklı açılardan bakmak gerek. İnsan dünyadan,
dünya insandan ayrı bir canlı değil. İnsan iyiyken iyidir dünya da. İnsan
kaybedince kendini, sınırları kaldırıp hâddini aşınca, bir kendine çalışınca,
neler olduğunun açık kanıtıdır bu çağ. Dengesini kaybeden insan, dünyanın da
dengesini bozdu. Mevsimler değişti, buzullar erimekte, bir yerde kuraklıklar ve
başka bir yerde kasırgalar… Kayıp giden insanlık, durumu özetlemekte...
Şöyle
geçmişe doğru bakıyorum da, acaba süper hızlı arabalarla dümdüz asfaltlarda hız
yapmak mı daha keyifli, yoksa at üstünde ovalarda, kırlarda yol almak mı? Desen
desen, ilmek ilmek kilim dokumak mı daha faydalı, cep telefonunda bütün gün
parmak oynatmak mı? Tandırlarda pişen ekmekler mi daha lezzetli, alışveriş
merkezlerinin fırınlarından çıkan hazır yiyecekler mi? Yeşilliklerde büyüyen
çocuklar mı daha sağlıklı ve canlı, yoksa asfalt yollarda ve topraksız parklarda
büyüttüğümüz çocuklar mı?
Geçmiş,
elbette teknolojiden uzak bazı yanlarıyla yaşam için zorluklar da
barındırıyordu ama sanki doğal yaşam, insan fıtratına daha bir uygundu. Dünya
da sanki daha bir memnundu bu doğallıktan. İnsanlar apartmanlara, iş yerlerine,
alışveriş merkezlerine ve dijital âleme hapsoldukça yaşam da küsmeye başladı
sanki ve “E bana ne gerek var?” der gibi garip tepkiler vermeye başladı.
Yaşadıklarımız
gösteriyor ki, seçimlerimiz iyi gitmiyor; sağlıklı kararlar alamıyor ve dengeyi
kaybediyoruz. Umarım insan, Rabbinden yardım alarak tekrar dengeyi bulur. İnsan
Rabbine, insan insana muhtaç… Dijital âlem o kadar samimi ve sıcak değil. Görünen
o ki, kalp sanal atmıyor!