Kalp sanal atmaz

Şöyle geçmişe doğru bakıyorum da, acaba süper hızlı arabalarla dümdüz asfaltlarda hız yapmak mı daha keyifli, yoksa at üstünde ovalarda, kırlarda yol almak mı? Desen desen, ilmek ilmek kilim dokumak mı daha faydalı, cep telefonunda bütün gün parmak oynatmak mı? Tandırlarda pişen ekmekler mi daha lezzetli, alışveriş merkezlerinin fırınlarından çıkan hazır yiyecekler mi?

TOPRAK üstünde derin izler bırakan nesillerden sanal izler bırakan nesillere evrildik. Bilgi, paylaşım, eğlence, yaşam ve iş dünyasının gereği olarak zoraki bir dijital kuşatmaya kapılarımızı heves ile açtık. Dijital dünyaya olan ihtiyacımızda haklıydık. Haklılığımız, kaybımız oldu. Elbette çağa ayak uydurmalı, ileri medeniyetler seviyesine ulaşmalı ve millet Mars’a giderken biz yaya kalmamalıydık.

Bu haklı sebepler için yüzlerce kişinin doğru amaçlara ulaşmasını ama milyonlarcasının teknolojinin girdabında boğulmasını terazide doğru tartmalıyız diye düşünüyorum. Terazide bir şeyler tartmanın amacı, kefelerden birini yok saymak ya da tamamen kötülemek değildir. Hızla ilerleyen teknolojinin dünyanın diğer ucundaki insanı görüntülü olarak karşımıza getirmesi, uzakları yakın etmesi iyi ama insanı insana kazandıramaması ne trajiktir.

Kültür yapan bir milletten kültürünü arayan bir millete dönüşmek acı bir gerçek olsa gerek. Kültürümüz ve özümüz hakikatimizdir ve sadece müzelerde gezmek, belgesel yapımlarında tanık olmak, basılı görsel eserlerle öğrenmek için var değildir. Kültür atadan miras alınır, yaşanır ve yaşatılır. Ona katkı sağlanır ve sonraki nesillere aktarılmak suretiyle millî şuur oluşturulur.

Lâkin kültür, bir mobil uygulama olarak cep telefonumuza indirilmek suretiyle yanımızda taşıyacağımız sanal bir bilgi bankası olmaktan öteye gidemiyor artık. Kültürümüz hazinemiz, mücevherimizdir. Hazine, saklanmak sureti ile değil, işlenmek ve geliştirilmek suretiyle esas amacına ve değerine kavuşur. Kültür millî bir unsurdur. O yüzden “millî kültür” adı altında anmak daha esaslıca olacaktır. Millî kültür, bir millete kimlik kazandıran maddî-mânevî değerlere verilen isimdir.

Ortak değerlerimizden meydana gelen millî kültürün ana unsurlarına bakacak olursak, bunları tarihî süreçler içerisindeki toplumsal yapı, dinî inanç, edebî eserler, ahlâkî yapı ve düşünce sistemleri, gelenek-görenek yapısı ve yaşamı süsleyen sanat çizgileri olarak değerlendirebiliriz. Türk milleti olarak sadece birkaç alanda değil, kültürün tüm unsurlarında tarihe ve diğer tüm uygarlıklara eşsiz bir sunum yapmışız ve geçmişimiz, en kıymetli eserimiz. O yüzden kültüre basit bir şeymiş gibi bakma lüksümüz yok. Millet adına olan her şey değerlidir, gereklidir ve kutsaldır.

Bu millet, kültürü için az emek vermedi. İnancına en sağlam şekilde bağlanmış, vefa göstermiş ve sayısız can feda etmiştir. Vatan ve din uğruna yazılan destanlarımız, geçmişimizden geleceğimize en güçlü ve en aydınlık köprümüzdür. İçi cevher olan bireylerden oluşan bir toplumdan çıkmıştır Malazgirtler, Çanakkaleler, 15 Temmuzlar.

Gelenek ve göreneklerimiz ile sanata kattıklarımızla da ayrı bir kategoride yer alırız. Düğün merasimlerimiz, asker uğurlamalarımız, misafir ağırlamalarımız, müziğimiz, yemek kültürümüz, kilimle desen desen konuşmamız, bayram şenliklerimiz, kısaca ardı arkası kesilmez bize özgü renklerimiz var. Tarihsel varlık sürecimizde dinî yapımız ne olursa olsun, ahlâkî yapımız sert ama mert bir çizgide olmuş; öyle ki, birlik ve dirlikte insanlık tarihine önder olmuşuz.

Kültürel geçmişimizi ve yapımızı özetlemek kolay olmasa gerek. Zaten bu yazımın konusu da kültürümüzün yapısı, örnekleri ve tarihsel süreci hakkında bilgi vermek değil. Kültürün toplumdaki ve insandaki yerini değerlendirmek niyetindeyim.

İnternet aracılığı ile eski kilim dokumalarımıza bakmanızı ve bununla ilgili bir soru sormak istiyorum: Özümüzü ve tarihimizi yansıttığımız o desenler ile şimdiki yaşantımız arasında nasıl bir bağ kurabiliyorsunuz?

Eskiden nakış nakış işlenirdi yaşam. Cengimiz destan, yemeğimiz kültür olurdu. Söz boşa çıkmaz, oyun boşa gitmezdi. Şimdi ise işimiz gücümüz sanal oldu. Pandeminin de katkılarıyla dijital dünyadan uzak olan ne varsa iyice hayatımıza sokuldu. Okul hayatı, iş dünyası, alışverişler, sohbetler bir bir yerini aldı bu çağ içinde çağ olan dijital hayatta. Evler dijital birer hapishaneye dönüştürüldü. Yolları süsleyen öğrenciler evlerde kilo almaya, ders bahanesiyle sanal oyun tuzağına düştüler. Karantina dönemlerinde hareket alanı azalan insan, bu zarurî zaman dilimlerini çok daha faydalı bir anlamda kullanabilirdi. Elbette kullananlar da var ama genelde toplum psikolojik yaralar aldı. Pandemi gibi bir dış etken, aslında bize ayna oldu. “Kendi içine dön, aslına bak!” diye bağırdı bize, biz bunu duyamadık. Kendimizle ilgilenmemiz gerekiyordu ki biz zarurî şekilde evlere hapsolduk, bunalım takılmayı seçtik.


Kalp sanal atar mı?

Ne kadar çabalarsak çabalayalım, insanın yaratılış fıtratını değiştiremeyiz. Kalp olsun, bedenin diğer parçaları olsun, akıl ve ruh olsun, hepsinin yaratılış amacı vardır. Bu amaçlardan herhangi birinin dahi günü Facebook ya da Instagram’la, dizilerle, sanal oyun ve muhabbetlerle geçirmek olduğunu sanmıyorum.

Kalp dolu dolu bir yaşam için atar, can verir, duygu denizlerinde dalgalarla çarpışmayı sever, koşan çocuklar misâli hep neşeyle atmayı ister. Hayat çağlamaktı, sözdü, omuz omuza yol almaktı, kulaktan kulağa Kur’ân’ı, destanı, dostluğu, duâyı taşımaktı. Her şey daha da canlı, daha da gerçekti ki kalp, o misâlle daha canlı atardı. Şimdi de canlı atar ama sadece vazife ve beden için. Kalp, yollarda koşup oynayan çocukların yüreğinde atar. Elinden ve zihninden cep telefonunu bırakmayan için daha fazla ne atacak ki?

Sanal dünyayı sevmez kalp, sahteliğe gelemez. Bir ekran içine nasıl hapsedersiniz koca insan ruhunu? At üstünde doludizgin giden bir akıncı olan kalp, nasıl hayat bulsun telefon ya da bilgisayar ekranındaki görüntülerde?

İşin bir de vebâl ve miras boyutu var. Atalarımızın bizlere bıraktığı şanlı tarihimiz ve eşsiz kültürümüz öyle kolay oluşmadı. Nice canlar feda oldu, nice cefalar çekildi, özden taviz vermeden nesillere aktarmak borç bilindi, kutsal bellendi. Kutlu bir aktarımla devredilen miras, sadece anlatılmak ve okunmak için mi devredilir acaba? Peki, bu nesil, diğer nesillere neler hazırlıyor dersiniz?

İnsan ilerledikçe teknolojide ilerleyecekti elbet. Evin dışında ve içinde hayatımıza farklı cihaz ve aletlerin girmesi kaçınılmazdı. Yollar kısaldı, işler hızlandı, dünyanın diğer ucu avuçlarımıza sığdı. Bilgisayar, medya ve basılı eserler aracılığı ile bilgi çoğaldı, dünya bilgi arama motorlarının ellerine teslim edildi. Yattığımız kalktığımız, yediğimiz, giydiğimiz her şey aşikâr oldu.

Bilgi çoğalınca, mesafeler ortadan kalkınca kültür de çoğaldı mı, daha mı renklendi? Kültür, bir anlamda insanın kendi eliyle yaşamını işlemesidir. Nasıl demir döve döve tavında, kilim ilmek ilmek parmaklarda yol alır, hâl olursa, öyle olmalı işte! Olmuyor gibi görünüyor maalesef şu aşamada...

Teknoloji bizi bizden uzaklaştırmakta. Demir dövülmez, kilim dokunmaz oldu. Hâl böyle olunca, hayatı işlemek değil, izlemek düştü bize. Film seyreder gibi seyrediyoruz TV’den, cep telefonundan, bilgisayardan ömür denen sermayenin bir son model araba gibi son sürat hızla yol alıp tükenmesini. Üreten nesillerden tüketen nesillere, yazan ve okuyan nesillerden susan ve boş boş bakan nesillere geçiş yapıyoruz. Her ne kadar kutsallarımıza sahip çıkmaya devam etsek ve dünyanın en temiz kanına sahip olsak da biraz tembellik ve biraz rehavet vurdu bizi. Gece gündüz plân yapan dış güçler ve onlara destek çıkan hainler vurdu bizi. Zihinler uyuşmakta; tefekkür bir eski zaman deyişi ve insan, çok meşgul, kendinde olmadan, kendi için sandığı uğraşlarda.

Ağlamaya vakit yok, mezarlarda definler daha hızlı yapılmaya başlandı ki oturup ders almaya, düşünmeye dahi vakit kalmaz oldu. MSN, Whatsapp, SMS muhabbetleri yetiyor bize, edebiyata ne gerek var. Kitap okumak âlim işi, herkesin elinde durmasına gerek yok. Müzeler, belgeseller, kitaplar da bize yeter. Kültürümüzü çocukların ödevlerinden öğrensek birkaç madde ile daha ne? Olmazdı böyle ama oluyor işte! Bu çağ büyük imtihan. Her taraftan bir saldırı var insana. Ne yapıyorsa insan yapıyor kendine.

Çare mi? Bu yazım, daha önceki ve daha sonraki yazılarımda olacağı üzere benim tercihim bellidir. İdarecisinden eğitimcisine, sanatçısından bilim adamına, medyasından ev halkına ve çiftçisinden askerine kadar birlik olmakta çözüm. Soruna ve çözüme hep beraber sahip çıkmakta...

Zincirin bir halkası eksik olunca tutmuyor maya. Her fert önce kendini çekecek köşeye, işi gücü bırakıp ilgilenecek içi ve dışıyla. İdareci yol gösterecek ve tutacak elinden, bilim yol açacak, din ise güç, ilham ve istikamet verecek. Medya ve yayın organları güzellikleri çoğaltacak. Kimse “Bana ne!” demeyecek, kimse kimseyi dışarıda bırakmayacak. Görebilene her şey bir ibret ve mucize şu hayatta. Yüce Mevlâ’m, izin ve hikmet verebilseydi de görebilseydik ağaçları tüm hakikatiyle, o bile tek başına yeterdi bize.

İnsan yağmur mucizesini, doğumu ve ölümü, topraktan biten çeşit çeşit nimeti, karada, havada ve denizdeki sayısız canlıyı, insanların her birinin ayrı hikâyeleri olduğunu ve sayısız nimet ve sayısız oluşu bir yere bırakır da sonsuzluğun ve sonsuz mucizenin tam ortasında bir ekrana hapis yürümeye nasıl razı olur, aklım almıyor!

Uyanmak zor olacak elbet. Dijital dünyanın büyüsü çok ağır. Altından kalkmak o kadar zor ki, gönüllü esaretteki birini kendinden kaçırmak dünyanın en zor işi olsa gerek. Ama kaçmak gerek bu çağın rehavetinden, dijital esaretinden, umutsuzluklarından, ihanetlerinden. Sığınmak gerek Yaratan’a, geçmişimize, özümüze, birliğimize. Canlandırmak gerek Türk’ün ruhunu. Kültür ateşini yeniden yakmak gerek.

Tarih olsun, kültür yapısı olsun, herhangi bir konudaki yazılı bilgiler elimizin altında, internet denen kasada... Peki, biz bu bilgileri neden kendi içimize, ailemize ya da çevremize işleyemiyoruz? Bilgi neden çözüm değil? Kültürün ne olduğunu bilmek neden kültürlü yapmaz insanı?

Çok hoşuma giden bir söz var: “İnsan için ancak çalıştığı vardır.” İnsanın önüne gelmiş ve gelecek bütün bilgiyi koysanız, bütün zenginliği ve bütün teknolojiyi koysanız ne olacak ki? Elindeki ve içindekini değerlendirebilmek ayrı bir şeydir. Dışarıdan müdahalelere göre işlemez insanın içi. İnsan sırlar küpüdür, görünen ve bilinenler yeterli değildir sağlıklı çalışması için. Gönül, ruh, nefs, irade, akıl denen unsurlar vardır; bunların yapısı, işleyişi kitaplarda asla yazmayacak, birileri açıklayamayacaktır. Nasıl olacak o hâlde?

Burada Rabbim yetişir insanın yardımına. İnsan niyetine, inancına ve gayretine göre destek alacaktır Hakk’tan. Seçimlerine göre, olayları değerlendirişine ve aldığı kararlara göre yol alacaktır yaşam okyanusunda. İmtihanları ve liyakati ölçüsünde konaklayacağı yerler belirecektir.

Bir şeyler yapmak gerek; olaylara farklı açılardan bakmak gerek. İnsan dünyadan, dünya insandan ayrı bir canlı değil. İnsan iyiyken iyidir dünya da. İnsan kaybedince kendini, sınırları kaldırıp hâddini aşınca, bir kendine çalışınca, neler olduğunun açık kanıtıdır bu çağ. Dengesini kaybeden insan, dünyanın da dengesini bozdu. Mevsimler değişti, buzullar erimekte, bir yerde kuraklıklar ve başka bir yerde kasırgalar… Kayıp giden insanlık, durumu özetlemekte...

Şöyle geçmişe doğru bakıyorum da, acaba süper hızlı arabalarla dümdüz asfaltlarda hız yapmak mı daha keyifli, yoksa at üstünde ovalarda, kırlarda yol almak mı? Desen desen, ilmek ilmek kilim dokumak mı daha faydalı, cep telefonunda bütün gün parmak oynatmak mı? Tandırlarda pişen ekmekler mi daha lezzetli, alışveriş merkezlerinin fırınlarından çıkan hazır yiyecekler mi? Yeşilliklerde büyüyen çocuklar mı daha sağlıklı ve canlı, yoksa asfalt yollarda ve topraksız parklarda büyüttüğümüz çocuklar mı?

Geçmiş, elbette teknolojiden uzak bazı yanlarıyla yaşam için zorluklar da barındırıyordu ama sanki doğal yaşam, insan fıtratına daha bir uygundu. Dünya da sanki daha bir memnundu bu doğallıktan. İnsanlar apartmanlara, iş yerlerine, alışveriş merkezlerine ve dijital âleme hapsoldukça yaşam da küsmeye başladı sanki ve “E bana ne gerek var?” der gibi garip tepkiler vermeye başladı.

Yaşadıklarımız gösteriyor ki, seçimlerimiz iyi gitmiyor; sağlıklı kararlar alamıyor ve dengeyi kaybediyoruz. Umarım insan, Rabbinden yardım alarak tekrar dengeyi bulur. İnsan Rabbine, insan insana muhtaç… Dijital âlem o kadar samimi ve sıcak değil. Görünen o ki, kalp sanal atmıyor!