Kalem ve kelâm virtüözü bir güzel adam: Mehmet Şeker

Mehmet, okurlarının da yakından bildiği gibi, iki sempozyumluk yahut yirmi profesörlük karmaşık bir konuyu üç cümlelik kısacık bir paragrafla öyle bir ortaya koyar ki bir yandan güler, diğer yandan kafa sallar, yanınızdakine anlatmaya başlarsınız bile.

FIKRA fabrikatörü, espri virtüözü bir adam yaşıyor bir süredir bu ülkede, bilmem farkında mısınız?

Kalem ve kelam virtüözümüz o bizim!

O bizi kandırıyor aslında. Resmen şeker ticareti yapan bir adam o. Bildiğiniz şekerci yani. Yirmi üç senedir Türkiye’nin dört bir yanında, hatta yer yer yurtdışında şekerleme ticareti yapıyor. Onun şekerleri bin 777 patentli Hacıbekir’in akidesinden daha lezzetli, Güllüoğlu baklavalarından daha tatlı, Arnavut revanisinden daha doyumsuzdur.

O İstanbul’un, ne İstanbul’u, Anadolu’nun, ne Anadolu’su, bütün dünyanın en lezzetli şekerlerini ikram eden, mahallemizin Şekerci Mehmet Efendisi’dir.

Dün de onundur, bugün de. Bugün olduğu kadar yarın da… Geçmişle geleceği, dünle yarını, gelenekle yeniliği aynı kazanda eritip nefis şekerlemeler hâlinde ikram ediyor dimağlarımıza.

1961, Bursa Gemlik Umurbey doğumlu Mehmet Şeker’den söz ediyorum. Şekercibaşı Mehmet’ten… Şekercizâde Mehmet’ten… Şekersözlü Mehmet’ten…

Çeyrek asırdır Yeni Şafak’ta “Şekerlik” köşesinin patronu Mehmet Şeker sözünü ettiğim.


Kardeşim, canım, yoldaşım, ayakdaşım, arka’daşım Mehmet Şeker’den… Tebessüm, espri, fıkra virtüözü Mehmet’ten… Anamın diliyle “Bizim Memet”ten…

Ruha huzur, zihne tebessüm, hayata şeker katan Mehmet’ten...

O kadar çok anı, o kadar çok anekdot, o kadar çok güzellik var ki yirmi yılı aşan arkadaşlığımızda, kitap olur kitap!

Mardin’den Bulgaristan’a, Edirne’den Çankırı’ya, Ankara’dan Aksaray’a, İzmit’ten Bolu’ya… Neşet Ertaş’lı sofralardan Yavuz Selim’li muhabbetlere, onlarca birliktelik, yüzlerce hâtıra…

Leblebi patlatır gibi espri yapar Mehmet.

Şehir şehir, ilçe ilçe, okul okul Türk gençliğiyle Türkçeyi buluşturma amaçlı bir haftalık Bulgaristan gezimizde Edirne Valiliği’nin VIP aracının ortası on santim kadar göçmüştü, hiç abartısız! Zira dakika başına bir espri patlatınca “Tırnovalı Memet”imiz, arabada kahkaha tufanına yakalanan bizler zıpladıkça resmî arabayı çökertmiştik. Sayesinde “kamu malını tahrip eden” mânâsına gelen Vandalist bile olmuştuk; tebessümün hatırına, helâl edelim hakkımızı hadi!

Ama taşı da gediğine koyan adamdır.

Burgaz Başkonsolosluğu’nun kendi aracına ve şartlarına göre yaptığı uygulanamaz hızdaki gezimizde Dobriç Tervel’deki programa bir saat kadar gecikmiştik. İlkokuldan ortaokula, liseden üniversite kuşağına, yerleşimdeki genç yaşlı, kız kızan dört yüz elli kadar Türk salonda bizi beklemekten sıkılmıştı kuşkusuz. Gelişimizden mutlu, gecikişimizden sitemliydiler haklı olarak. Kültür merkezinin yöneticisi coşkulu, bir o kadar da sitemli bir ses tonuyla “Hoş geldiniz ey geç kalanlar!” deyince bize, Mehmet mikrofonu aldı eline, konuştu:

“Çok özür dileriz, biraz geç kaldık size gelmekte! Yüz elli yıl kadar...”

Sitem, coşkulu bir alkışa dönüştü gözyaşları arasında. Zira yüz elli yıl kadar önce Mehmet’in Mehmet dedesi, 1364 senesinde Bulgar Krallığı’nın merkezi olup da fethettiğimiz ve hâlen de ülkenin en tarihî vilayeti sayılan Tırnova’nın Yazıcı köyünden anavatana göçenlerdendi. Ve bu özür, sadece dedesi adına değil, en çok ülkemiz adınaydı kuşkusuz.


Mehmet, okurlarının da yakından bildiği gibi, iki sempozyumluk yahut yirmi profesörlük karmaşık bir konuyu üç cümlelik kısacık bir paragrafla öyle bir ortaya koyar ki bir yandan güler, diğer yandan kafa sallar, yanınızdakine anlatmaya başlarsınız bile.

En kolay, en sade, en yalın; en güzel, en leziz, en şeffaf; en naif, en lâtif, en sahih bir Türkçe ve düşünceyle yapar bunu; özden, sözden, izden yazar, yürür gider…

Şairdir, pek bilinmez; arı duru, kısa, “anasının ak sütü kadar” helâl ve tertemiz, bir o kadar da leziz Türkçesinde elbet şairliğinin de katkısı büyüktür.

Kelimelere raks-vals-dans ettiren orkestra şefinin ta kendisidir bizim Memet!

Dört günlüğüne Atina’dan Adapazarı’na, dedesinin yüz yıl önce yapıp bağışladığı tarihî Çark’ı yıllar sonra görmeye, gezmeye gelen İvi İliyadis’in ardından yazdığı “İvi İnsan” esprisini unutmak mümkün müdür?

Yol arkadaşlığı da harikadır onun, araç kullanımı da. Bu toprakların çocuğudur o; renk renk, desen desen, nağme nağme, onun her tavrında, her davranışında, her sözünde görmek mümkündür daima bunu.

“Evet”i evettir. Nettir, kıvırmaz, ucundan tutmaz. Adamın, insanın, arkadaşın hasıdır; hası, özü, özeti…

Tanıyanlar çok iyi bilir ve şahadet eder: Her kelimenizden, her cümlenizden, her olayınızdan harika bir espri çıkarıverir.

Bir örnek vereyim, en tazesinden hem de, üç günlük daha…

Onunla Aksaray’da yazarlık eğitimi vereceğimiz sekiz asırlık tarihî sadra şifa Zinciriye Medresesi’ne doğru yürüyoruz geçen sabah. Solumuzdaki otomobilin arka camında o meşhur poster dikkatimi çekiyor. “O sizi iki kurşunla gebertti, siz onu otuz kurşunla ölümsüzleştirdiniz” şeklinde. 15 Temmuz’daki -bana göre- en büyük kahramanımız Ömer Halisdemir’in fotoğrafı ve Türk bayrağı yer alıyordu posterde bu sözün yanında.

Ona gösterdim yürürken bu posteri. İkimizin de gözleri ve sözleri buğulanmıştı. Anlatmaya başladım: “Mehmet, evimizde bir derdimiz var. Eğer torunum erkek olursa gelinim Dilek, ‘Ömer Halis koyalım’ diyor, oğlum ise on senedir tutturmuş bir ‘Ebubekir koyacağım’ diye… Gülseren Yengenle ben de ‘Ömer’in yanına bir de Ali ekleyelim’ diyoruz. Gel de çık işin içinden! Ne yapacağız bilmem…”

Mehmet Şeker bu, merdivenlerden inerken bana kahkaha bombası attıran cümleyi söyleyiveriyor: “Torunun adını ‘Dört Halife’ koyun, problem bitsin Farabi!”

Mehmet Şeker işte budur! Olay kelimesi kelimesine ayniyle vakidir. Sözü şekere bandırıp da bize öyle yediren adamdır o.

Hayatımızın şekeri, basınımızın da…

Şeker sözlü, şeker yüzlü, şeker gözlü adam!

Şeker kalemli, şeker kelâmlı, şeker endamlı adam!

Şeker kardeşim benim!

Şeker gibi kalemi var onun. Kalemi ve kelâmı…