Kaldırımlar, şiir ve şair

Gözleri kaldırımlarda, “Kaldırımlar” şiirini içinde biriktire biriktire saatlerce yürüyerek oteline gitti. Odasına çıktı, aynanın karşısına geçti ve uçları simsiyah tırnaklarıyla yanaklarını kanatırcasına tarayarak ağlamaya başladı: “Allah’ım, beni kendi kendimden kurtar!..”

CUMHURİYET dönemi Türk şiiri dendiğinde Necip Fazıl Kısakürek’in şiirini müstesna bir yere koyarım ki bu, edebiyat tarihçileri için de böyledir. Öğrencilerime inşa çalışması yaptırmak istediğim zaman şiir seçimini serbest bırakır, çoğunun Necip Fazıl’ın şiirlerini seçtiklerini ve özellikle de “Kaldırımlar” şiirini tercih ettiklerini müşahede ederim.

Muhtemeldir ki bu şiirin seçilmesi, muhteva unsurları olduğu kadar şiirin ahengi ve söz sanatlarının da yerli yerine oturması ile ilgilidir. Çok teknik detaylara girmeden şiir okumayı ve dinlemeyi seven ortalama bir şiir severin bile hemen fark edeceği şey, şairin anons (şiirde ünlü uyumları), aliterasyon (şiirde ünsüz uyumları) ve tekrir sanatlarını (şiirde kelime, tamlama tekrarları) yerli yerinde kullanması, hele de bunların, şiirin bütün mısraları ile uyumlu olmasıdır.

Şiirin kafiyeleniş biçimi ve kafiyelenişteki başarı şiirin musikisi ile bütünleşiyorsa, şiirde muazzam bir iç ahenk oluşur. İşte Üstat, “Kaldırımlar” şiirinde bunu mükemmel başarmıştır.

Sanatta gerçek ustalık

Mehmet Kaplan, “Kısakürek, … şiirinde, eskiler gibi sadece maharet göstermekle kalmıyor, konuşuyor, duygu ve düşüncelerini kendine has bir üslupla, kuvvetle ifade ediyor. Onun için her kafiye, fikrini veya hissini daha çarpıcı bir şekilde anlatmaya vesile oluyor. Sanatta gerçek ustalık buna derler” değerlendirmesini yapmaktadır.

Her edebî eserin arka planında, onu oluşturacak sosyolojik ve psikolojik oluşlar ve hadiseler mevcuttur. Bu, şairin hayal gücü ve dili kullanmadaki başarısı ile birleşince ortaya “şiir” dediğimiz süzülmüş verimler çıkar. “Ben şiirlerimde söylemediğim şeyleri romanlarımda anlatırım” der Tanpınar. Şair kelimelerini özenle seçer, imgelerden yararlanır. Malzemesi dildir, kelimelerdir. Yardımcısı ise ilhamdır, hayalidir.

İyi romancılar biliriz ki şiir yazmamışlardır. Veya yazdıklarından bizim haberimiz olmamıştır. Şiir yazmayan Peyami Safa’yı Cemil Meriç öyle bir yere oturtmuştur ki, onun için “Peyami beyindir, düşüncedir”.

Önemli ipuçları

“Kaldırımlar” şiirinin oluşma sürecinin izlerini, otobiyografi ve otobiyografik roman diyebileceğimiz, yine şaire ait Babıâli adlı eserden sürebiliriz. Gerçi otobiyografilerin tek yönlü anlatımlar olmasına diğer şahıslara kendini anlatma şansı tanımaması nedeni ile taraflı bakarım. Yani otobiyografi yazarı kendinden taraftır, bu nedenle çok objektif olduğunu düşünmem. Yine de bu tür eserler, bize sanatçının şahsî tarihi, sosyoloji ve edebiyat tarihi ile ilgili çok şeyler söyler. Sanatçının beslendiği muhit ve kültürel birikimine ait önemli ipuçları verir. Bu nedenle birinci derece kaynak sayılabilirler.

Babıâli, Kafa Kağıdı isimli eserin devamı mahiyetindedir. Şairin, kendisini “genç şair”, “mistik şair” veya “sabık şair” diye tanımladığı dönemlerini, sosyal muhitini, iç serüvenini ve şiirinin gelişme sürecini anlatır. Şair, 1924’te felsefe okumak üzere Paris’e gönderilen öğrenci grubundadır. Daha rıhtımdan ayrılırken değişim başlamış, başındaki fesi çekip sulara atmıştır. Avrupa’ya giden Tanzimat neslinin yaşadığı dramı şairimiz de yaşar. Önce Saint Germain Bulvarı üzerindeki sefil bir otelde konaklama, sonraki günlerde Türklerin toplandığı Türketi (Eski Yunan Mitolojisinden bir isim) isimli kahvehanede geçirilen zamanlar...

“Bütün bir mevsim Paris’te gündüz ışığını görmedim. Paris gündüz nasıldı, haberim olmadı” der şair. Vaziyet anlaşılınca, bir süre sonra tahsisatı kesilir ve yurda dönmesi istenir.

Işık beldesi Paris

Paris hayatı artık sadece bir hatıradır. “Pırıl pırıl cadde... Paris kaynıyor... O genç şair, şehrin kapkara çatıları, esrarlı bacaları, her an göz kırpan ışıkları ortasından kaybolmuş bir çocuk gibi kimsesiz, on parasız... Ve ‘Işık Beldesi’ diye anılan Paris’te hiçbir yerden hiçbir ümit kıvılcım göstermez bir karanlıkta...”

Gözleri kaldırımlarda, “Kaldırımlar” şiirini içinde biriktire biriktire saatlerce yürüyerek oteline gitti. Odasına çıktı, aynanın karşısına geçti ve uçları simsiyah tırnaklarıyla yanaklarını kanatırcasına tarayarak ağlamaya başladı: “Allah’ım beni kendi kendimden kurtar!..”

“Kaldırımlar”, büyük şehrin sokaklarında ferdin yalnızlığını ve ölüm korkusunu ele alan bir şiirdir. Bu bakımdan “Kaldırımlar”, konusu ve ele alınışı bakımından Türk şiirinde bir ilktir. Bu anlamda “Kaldırımlar” şiirini aşacak bir şiir de yazılmamıştır.

Bu şiirde dış mekân, iç âlemin karşılığıdır. Bu karanlık ve kapalı dekor, iç âlemi tetikleyen yalnızlığı ve korkunun şiddetini arttıran muharrik bir kuvvettir. Aynı zamanda kuvvetli bir tiyatro yazarlığı da olan şair, klasik trajedinin mekân unsurunu kullandığı kadar “zaman” unsurunu da göz ardı etmemiştir. Yalnızlık ve korku duygusu verilir. Şiirin sonlarına doğru ölüm, munis bir hal ile gösterilmiştir.

“Uzanıverse gövdem taşlara boydan boya,/ Alsa buz gibi taşlar alnımdan bu ateşi…/ Dalıp sokaklar kadar esrarlı bir uykuya,/ Ölse kaldırımların kara sevdalı eşi...”

Necip Fazıl, duygularına en mükemmel imajları bulmakta usta olan bir mizaç şairidir. İnsana ait hiddet, nefret, ihtiras gibi duygularında sübjektif olması nedeni ile “Ya ol, ya öl” diyecek ömrü boyunca sanatında da “olmak-ermek” arayışını sürdürecektir.

Türkiye’nin Baudlaire’i

5-6 yıl sonra Babıâli’de, bir mecmua idarehanesinde Cahit Sıtkı’ya “Senfoni” ismiyle çıkan “Çile” şiirini soracaktır: “Nasıl buluyorsun Senfoni’yi?” “Büyük şiir, ama baş şiiriniz diyemem... Mesela ‘Kaldırımlar’ ayarında değil” cevabını alır.

“Benim anlayışımda sanat, Allah’ın sırlarına doğru ebedî bir arayıcılıktır. Allah ki mücerredin mücerredi... İş, onu gayeleştiren şiirde.”

Kaldırımlar şiiri sonrasında da “esafil-i şark” diye küçümsediği ama hiç kopamadığı şair, yazar, ressam, tarihçi, gazeteci taifesiyle tanışmalar, görüşmeler... Fakat hiçbirinden hazzetmez genç şair. Tahammül göstereceği sadece Peyami Safa’dır. İleride de Abdulhak Hamit Tarhan olacaktır. Ne Yahya Kemal, ne Tanpınar, bohem hayatında en yakınında olanlar dahi asla hüsn-i kabul görmeyeceklerdir.

Salih Zeki, “İctihat” dergisinde, onu Türkiye’nin Baudlaire’i olarak tanıtacaktır. Devamında Yakup Kadri ise Kadro dergisinde övgüler düzecektir. Kaldırımlar şairi, 1934’lerden sonra Şirket-i Hayriye vapurunda, davetini aldığı Abdulhakim Arvasi ile tanışacak, şiirdeki kemâlini “Çile” şiiri ile ortaya koyacak, işte bundan sonra da adı “Mistik Şair” olacaktır.

“Anladım işi, sanat Allah’ı aramakmış./ Marifet bu, gerisi yalnız çelik çomakmış…” (1939)