Kalbin huzuru aile

“İslâm, aileye verdiği önem ve onun yapısında gerçekleştirdiği değişimler ile bu küçük birimi toplumun atomu hâline getirmiştir”. Toplumdaki her bireyin bir şekilde aile ortamına girmesini ve oradaki eğitimden faydalanmasını hedefleyerek bu ortamda yetişen eğitimli bireylerle toplumu yapılandırma yoluna gidilmiştir.

“YİNE sizin için, kendileriyle huzur bulasınız diye kendi türünüzden eşler yaratması, aranıza sevgi ve merhameti yerleştirmesi de O’nun mucizevi işaretlerinden biridir. Şüphesiz bütün bunlarda düşünen bir topluluk için alınacak bir ders mutlaka vardır.” (Rum, 21)

***

Daha önceki yazılarımızda çocuk ve gençlerin yetişmesinde “aile” denilen mukaddes kurumun rol ve ehemmiyetine işaret etmiştik. Bu yazımızda ise ailenin manevî yapısı, korunması ve itikadımızdaki yerine işaret edeceğiz. 

Aile, bireyin ahlâkî ve toplumsal kuralları öğrendiği ilk yer olması sebebiyle son derece önemli bir kurumdur. Mutlu bir toplumun oluşturulması, o toplumdaki mutlu ailelerin sayısının çokluğuna bağlıdır. Bu noktada aile fertlerine toplumun ve ümmetin menfaatini koruma adına büyük sorumluluklar düşmektedir. Aile kurumunun Müslüman milletimizin gönül dünyasındaki yerine “harîm-i ismet” yani “namus ocağı, mukaddes ocak, kutsî aile yuvası” denilmesindeki samimi ifade, meseleye olan tefekkürün ve imanın işaretidir.

Nesil yetiştirmek

Aile kurmanın en önemli tarafı, anne-babaya karşı vefa borcunun ödenmesi ve gelecek neslin yetiştirilmesidir. Aksi hâlde insanlığın geleceği tehlikeye düşer.

Tarih boyunca ailesiz bir toplum olmamıştır. Bazı yazarlar ilkel toplumlarda insanlar arasında sadece keyfî ve karmaşık bir cinsel ilişki döneminin var olduğunu ileri sürseler de bu görüş sonradan yapılan antropolojik ve etnografik araştırmalarla bertaraf edilmiştir. İnkârı mümkün olmayan bir hakikattir ki, en basit, hatta cinsel özgürlüğe daha çok imkân veren toplumlarda bile aile hep var olmuştur. 

İnsanlık tarihi açısından bakıldığında ailenin tarihinin ilk insanın tarihi kadar eski olduğu anlaşılır. Beşerî ideolojilerde ailenin yeri ve önemi insan fıtratına aykırı bir durum arz etmektedir. Gerçi Marksizm aileyi “ferdî mülkiyetin gelişmesine paralel” olarak görmekte ve ferdî mülkiyet doğmadan önce ilkel toplumlarda ailenin mevcut olmadığını ileri sürmektedir. Oysa aileyi sırf iktisadî olgunluğun bir fonksiyonu olarak görmek mümkün değildir. İslâm inancına göre ilk insanlar olduğu kabul edilen Hazreti Âdem ve Hazreti Havvâ, ilk aileyi de oluşturmuşlardır. Diğer semavî dinler olan Yahudilik ve Hıristiyanlıkta da aile çok kıymetlidir. 

Hazreti Âdem ile Havvâ’nın toplumsal hayata başlamasıyla ortaya çıkan aile kurumunu, başta Marksist/Leninist kültürle yetişen yerli Solcularımız, bazı siyâsî partilerin Marksist/Leninist fikriyatının mankurtları ve LGBT gibi şen’i dernekler hedef almaktadır. Yine Türk milletinin düşmanları, kültür emperyalizmi yolu ile aileyi dejenere etmeye çalışmaktadırlar. Daha da ilerisi var ki, bu gayr-ı millî ve gayr-ı ahlâkî yapıların Müslüman aileyi İslâmî kimliğinden koparmaya, hatta yıkmaya çalıştıkları her aklıselimin malûmudur. 

Unutulmamalıdır ki, günümüzde iradî veya gayr-ı iradî sebeplerle aile ocağında manevî ve kültürel yozlaşmanın sebep olduğu aile içi çözülmeye karşı en tesirli tedavi şekli, Kur’ân’ın sunduğu reçetede yazılı olan ilacın dozları ve önerilerdir. Ki bununla alâkalı ilgili ayetler ışığında aile saadetini sağlayan temel kaideler, mutluluğa giden yolun temel taşlarıdır. 

Kur’ânî perspektiften ideal aileyi kuracak olan erkek ve kadının vasıfları irdelenerek mutluluğu etkileyen sadakat, iffet, itaat, dindarlık, güzel muamele, cinsel tatmin, eşler arasındaki hak ve sorumluluklar, tek eşlilik, kadının toplumsal hayata dâhil edilmesi, meşakkatlere göğüs germek, cömertlik, israftan kaçınma gibi konular tahlil etmenin ve Kur’ân merkezli mutlu bir aile modeli ortaya koymanın şartı Kur’ân irşadıdır/rehberliğidir. Bunun da en mükemmel örneği Hazreti Muhammed (sas) ve Ailesinin merkezi olan saadet-i Resûlullah’tır. 

Sahabelerden bazıları Hazreti Aişe Validemize (r.anh) sormuşlar: “Ya Aişe! Hazreti Muhammed’in (sas) ahlâkı nasıldı?” 

Hazreti Aişe Validemiz, “Nebiyy-i Muhterem’in (sav) ahlâkı Kur’ân idi” diye cevaplamış. Bu cümleden hareketle ifade etmeliyiz ki, Kur’ân, aile hayatının örselendiği, kadının aileden ve toplumsal hayattan dışlandığı, temel haklarından mahrum edildiği, babaların sakat bir namus anlayışıyla özbeöz kız çocuklarını vicdansızca, diri diri gömdüğü ve fuhşun yaygın olduğu bir ortamda nazil olmuştur. 

Kur’ân’ın, hak ettiği değere kavuşturabilmek için aile kurumunu nasıl değiştirip dönüştürdüğünün ortaya konulmasının yanında gönüllere ulaşmasının sağlanması ve İslâm düşmanlarına karşı teyakkuzda olmamız, hedefimiz ve idealimiz olmalıdır. 

Kur’ân’da Müslüman ailelere örnek olarak gösterilen ailelerden olan Âl-i İbrahim ve Âl-i İmran örneklerinin incelenmesi, bu iki ailenin mensuplarının sahip oldukları vasıfların serlevha edilip hayat düsturu hâline getirilerek ailenin korunması, Kur’ânî ölçülerde devamının sağlanması önceliğimiz ve sertacımız olmalıdır.

Aile sık sık tekrarlandığı üzere toplumun en “küçük” birimi olsa da toplum ve tabiat ahengini/dengesini kurma noktasında “büyük” bir işleve sahiptir. Toplumun en etkin ve kadim kurumlarından olan aile kurumunun üretim, toplumsallaştırma, eğitme, kültür ve değer aktarma işlevlerinin yanı sıra biyolojik, psikolojik ve sosyolojik boyutları da vardır. Toplumun nüvesini teşkil eden aile, ilk insandan itibaren asırlar boyunca varlığını devam ettirmiş, hiçbir sosyal sistem ve siyâsî rejim aileyi ortadan kaldıramamıştır. 

Aile kurumu, çağımızda iktisadî ve siyâsî görevlerini büyük oranda kaybetmiş olsa da çocuğun ilk sosyalleşmesinin aile içinde olması ve yetişkin kesimin aile içinde istikrara kavuşması sebebiyle hâlâ mikro sosyolojik seviyede çok önemli iki fonksiyonu yerine getirmeye devam etmektedir. Din, hukuk, psikoloji, sosyoloji gibi farklı disiplinlerin ilgi odağı olan aile, tarih boyunca üzerinde en çok konuşulup tartışılan konuların başında olagelmiştir. 

Yazımızın başlığı altına işaretlediğimiz Kur’ân-ı Kerim beyanından da anlaşılacağı üzere söz konusu ayet, ailenin dayandığı psikolojik ve biyolojik faktörlere işaret etmektedir. 

İnsan kendisini mutlu edecek sevgiyi, şefkati, merhameti ve huzuru ancak aile yuvasında bulabilir. İslâm âlimlerinin ittifak ettikleri ve üstün zekâsı, güçlü hafızası, etkili hitabetiyle tanınan ve on ikinci yüzyılın en büyük düşünürlerinden biri olarak kabul edilen Fahreddin er-Razî, kelâm, fıkıh usulü, tefsir, Arap dili, felsefe, mantık, astronomi, tıp ve matematik gibi alanlarda çağının hemen hemen bütün ilimlerini öğrenip bu alanlarda eserler vermiş çok yönlü bir âlimdir. Bundan dolayı “allâme” unvanıyla da anılmıştır. Üstad Fahreddin er-Razî’nin “Mefâtîhu’l-Ğayb, Dâru’l-Kutubi’l-İlmiyye” adlı eserinde de işaret ettiği gibi, insan, karı-koca arasında bulduğu sevgi ve şefkati diğer akrabaları arasında bulamaz. Karı-koca arasındaki bu sevgi, sadece şehvete dayalı bir sevgi değildir. Karı- kocayı birbirine sevdiren ve aralarını ayırmayan tek şey cinsel arzu olsaydı, insanda çokça meydana gelen öfkenin bu arzuyu yok etmesi gerekirdi. Kaldı ki, cinsel istekler sürekli olamayacağı için karı-koca arasında her an ayrılık baş gösterebilirdi. 

İşte Allah’tan gelen bu sevgi sayesinde insan eşinden kaynaklanan sıkıntılara katlanır. Karı-koca ilişkisi sadece cinsel arzuya dayansaydı, eşlerin hastalık veya yaşlılık sebebiyle cinsel arzudan kesildiklerinde bu beraberlik ve sevgiyi devam ettirmemeleri gerekirdi.

Yukarıdaki ayet aynı zamanda her iki cinsin yaratılış amacını da ortaya koymaktadır. Buna göre kadın ve erkek, Allah’ın aralarına koyduğu sevgi ve merhameti geliştirmek için gayret göstermelidir. Bu sevginin olgunlaşması sonucu cinsellik, süflî bir arzu olmaktan öteye geçerek nesil yetiştirmek gibi ulvî bir gayeye hizmet edecektir.

Günümüzde aile kurumu dünyevîleşmenin ve ahlâkî dejenerasyonun verdiği zararlar sebebiyle ayakta kalma mücadelesi vermektedir. 

Globalleşmenin etkisiyle ülkeler arası etkileşimin hâd safhaya vardığı şu dönemde aile kurumu desteklenmeli, korunmalı ve elde kalan son kalenin de düşürülmemesi için tüm imkânlar seferber edilmelidir. 

Aileyi bekleyen tehlike

Aileleri bekleyen en büyük tehlikeleri şöyle sıralayabiliriz: “Sosyal medya” denilen ve ahlâkî bir hudut tanımayan, gayr-ı meşru ilişkileri sevimli gösteren her türlü video ve lakırdı, Hazreti Lût’un tebliğde bulunduğu kavmin helâk olmasına sebep olan fiillerin günümüzdeki uzantısı olan LGBT gibi kuruluşların ve onları destekleyen devlet, parti ve STK’ların hezeyanlarına son verecek kararlı devlet yaptırımları; televizyon ekranlarının gündüz kuşağını adeta işgal eden çeşitli magazin ve sözüm ona “sosyal sorumluluk içerikli” programlar; yine zinayı mubah ve olağan gösteren ve (affedersiniz) fuhşu meşru sayan diziler; nikâhsız beraberlikleri “arkadaşım-sevgilim” gibi cici gösteren dizi ve programlar ve ilâ ahir… Bu, hem bireylerin, hem de toplumun geleceği açısından son derece önemli. Zira aile, toplumun aynası mesabesindedir ve aile hayatındaki kargaşalar siyaseti ve toplumsal yapıyı yakından etkilemektedir. 

Bu noktada müracaat edilecek temel kaynak, “Dileyen onu okur, düşünür ve ders alır” (Müddessir, 55) ayetininin de işaret ettiği üzere hiç şüphesiz Kur’ân’dır. Modern tüketim toplumunun bireyi aldıkça alan, bir türlü doymak bilmeyen, mutluluğu üretmekte değil de mütemadiyen tüketmekte arayan bir noktaya getirdiği göz önüne alındığında, milletimizin ahlâkî ve toplumsal yükselişinin ancak İslâm ahlâkını kendisine rehber edinmesi ile mümkün olacağı ortaya çıkacaktır. Bazı Batılı aydınlarının iddia ettikleri gibi dinden ayrı bir ahlâkın aklıselim sahiplerine göre bir kıymeti ve varlığı olamaz. 

İslâm’da aile sadece fizikî bir birliktelik olarak algılanmamış, aynı zamanda sosyal bir öge ve dinen kurulması gereken bir kurum olarak görülmüştür. 

İslâm, evlilik dışı tüm ilişkileri yasaklamış, özellikle zinayı büyük günahlar arasında saymış ve buna başvuranları ağır ifadelerle kınamıştır. Yine İslâm zinayı toplumsal hayat içinde ortaya çıkmadan durdurmaya çalışmış, bu sebeple kadınlara ve erkeklere iffetli olmalarını, kadınların ziynetlerini toplum içinde sergilememelerini emretmiştir. Hem kadınlara, hem erkeklere izinsiz olarak başkalarının evlerine girmemeleri emredilmiş ve müstehcenliğe, hayâsızlığa yol açacak propagandaları yasaklamış, ailenin kutsiyetine karşı bir suç işlendiğinde ise ders ve ibret olması için sert bir ceza öngörmüştür.

Böylece toplumu sorumsuz davranışlardan temizlemiş ve aileyi bozan, ona zarar veren, sürtüşme ve ayrılmaya sebep olan tüm hareketleri yasaklamıştır.

Sonuç

Sonuç olarak denilebilir ki, “İslâm, aileye verdiği önem ve onun yapısında gerçekleştirdiği değişimler ile bu küçük birimi toplumun atomu hâline getirmiştir”.

Toplumdaki her bireyin bir şekilde aile ortamına girmesini ve oradaki eğitimden faydalanmasını hedefleyerek bu ortamda yetişen eğitimli bireylerle toplumu yapılandırma yoluna gidilmiştir. Doğal olarak bu durum, ailenin her dönemdekinden daha önemli ve fonksiyonel olmasıyla sonuçlanmıştır. 

Ellerimizi semaya kaldırarak duaya duralım: “Ey keremi bol Rabbimiz! Bize gözümüzün, gönlümüzün süruru olan temiz eşler ve nesiller ihsan eyle, bizi müttakilere önder eyle!”

Yukarıdaki ayette iyi bir eş ve evlat talebinin muttakilere önder olma duasından daha önce zikredilmesinden hareket edilirse, yuvasında huzuru bulamayanların toplum için faydalı işler üretemeyeceği sonucuna varılabilir. 

Nitekim ailesine rehberlik edemeyen ve aile içi huzuru sağlayamayan birinin topluma rehberlik etmesi oldukça zordur. Kur’ân’da mutluluğun anahtarı şöyle açıklanır: Allah Teâlâ insanoğluna meleklik ile insanlık arasında öyle bir mevki vermiştir ki insan o yüce mevkiin hakkını verecek olursa, melekler bile onun meşru arzularının hizmetinde olacak, kâinat da onun emrine verilecektir. 

Bu kelâm-ı kibarın ifadesi bize, rıza-i İlâhînin anahtarının sahiplerinin ne para ve kadın, ne de mâkâm ve şöhret gibi engelleri aşanlar olarak böyle dertleri yoktur. Ayet onların, dünyada devlete, ahirette Cennet’e ulaşacaklarını müjdeler. 

Vesselâm…